Deprem bizlere gösterdi ki insanlar özne olduklarını ve her sözün öncüsü olabileceklerini tarihe geçirdi. Siyasal iktidarın beceremediğini gönüllüler sahada başardı. Yaşamın yeniden inşası dediğimiz durumun kendisini ilk andan itibaren örmeye başladı
Gözlerinizi bir sarsıntının kucağına açarken sabaha yüz tutan gecede, terk edilmek ile yüzleşmeyi nasıl anlatabilirim? Sokak aralarından geçmenin mümkün olmayan yolculuğunda soğuktan buz kesmiş, elinde yavan ekmek, yalın ayak, çakır gözlü bir kızın bakışlarını nasıl anlatabilirim?
Bir pencere düşünelim; kara renkli perdelerinden gökyüzünde ne güneşi ne de yıldızları gösteren. Zulmün biçimlerini böyle de tarif edebilir miyiz? İktidar, bir karanlık perdeye sahip pencere. Uzanan elimize vuran. Yediğimiz ekmeği kursağımızda bırakan, iki göz evimizi başımıza yıkan…
Yıkılmış bir kentin ortasında, kaç geceye kaç gün doğumuna beklediğini bilmediği bir halk. Her enkazın başında kalplerinde acı ve isyanın birleştiği saatler ve günlerle harmanlanırken, nefes almanın utancını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. İmkanların kısıtlı olduğu değil, imkanların olmadığı gerçeğini size tokat atarcasına anlatıyorlar. Öyle ki; yıkımın eşitlediği, hiç tanımadıkları, görmedikleri insanların birbirlerine koştuğu, ekmeğini suyunu bölüştüğü günleri getiren en garip fotoğraf karelerini ortaya çıkardı. İlk anda terk edilen, tek başına yıkılan binaların mağdurları değildi. Bütün memleket terk edilmiş, elleri kolları bağlanmışçasına çaresizliği hissetti. O gece hayatımızın farkındalığına ulaştık. Ayrımına vardığımız gerçeklik “Devlet yok!” oldu. Devlet neden yoktu? AFAD neden yoktu? Binlerce personeli, hazırlığı olan ordu mesela, nasıl olmaz? Yıkımın büyüklüğünden mi? Tahtında padişahlığa hazırlanandan emir gelmediğinden mi?
Depremin yarattığı yıkım ve can pazarı arasında en keskin, en net “Devlet yok” isyanı, kulakları sağır edercesine bir haykırış oldu. Denetimsiz, rant uğruna imara açılan alanlarda yapılan binalar, üç beş elde dolaşan milyonlarca liralık doyumsuzluk… Yoksulluğun, işsizliğin altında bırakmaya çalıştığı halkı hiç hesaplarında yokken beton blokların altında bıraktılar. Ve halk büsbütün bir yoksulluğa terk edildi. Yüzyılın felaketi her geçen dakika suratlarına çarparken “Elleri ayakları birbirine karıştı sanırım” dediğimiz anda bile hesap peşinde olduklarını da yadsımak yirmi yıllık deneyimlerimizi de düşününce garip olurdu. Yıkım büyüdükçe şaşkınlıklarıyla peşine düştükleri hesaplar büyümeye başladı.
Bu memlekette yaşadığımız her felaket sınıfsal. ‘Pandemi bunu tam anlamıyla açığa çıkardı’ dediğimizde eksik kalmışız. Depremin ortaya çıkardığı sonuç daha acı verici bir tabloya sahip. Doğduğu büyüdüğü yeri bırakmak istemeyenlerin imkansızlıklardan, yoksulluktan dolayı kentten ayrılmak zorunda kalmaları, bölgedeki krizin ne kadar derin olduğunu anlatıyor ve tüm bunlara rağmen helallik istemelerin, yardım dilenmelerin ardı arkası kesilmedi. Siyasi iktidar her zaman olduğu gibi suçunu kabullenmedi, notlar aldı, tehditler savurdu, çadır sattı, yardım dilendi. Buraya kadar işittik, gördük ve duyduk. Dudağımızın kenarında inceden yana doğru bir alaycı tebessüm yerleşti.
Deprem bizlere gösterdi ki insanlar özne olduklarını ve her sözün öncüsü olabileceklerini tarihe geçirdi. Siyasal iktidarın beceremediğini gönüllüler sahada başardı. Yaşamın yeniden inşası dediğimiz durumun kendisini ilk andan itibaren örmeye başladı. Deprem haberi duyulduğu an itibariyle bölgeye akın eden gönüllüler, sol-sosyalist dernekler, kurumlar ve STK’ler arama kurtarma faaliyetleriyle birlikte kendi kriz masalarını kurdu. İhtiyacın neler olduğunu belirledi ve bu yönde taleplerini en hızlı şekilde kendilerine ulaştırmayı hedefledi.
Şimdi üzerimizde daha büyük bir sorumluluk var. Seçim tartışmalarını, neler olacağına dair yorumları, tarafları her birini bir yana savurduğunu görmüş olduk. Mesele ittifakların çatışması mı? Halkın devletten hesap sorması mı? Barınma, sağlık, eğitim gibi her biri kendi içinde birçok kola ayrılan konular deprem bölgeleriyle birlikte ülkede yeniden kurulacak bir eşiğe doğru yönlendirilmeli ve örgütlü mücadelenin eseri olmalıdır. Nasıl sahada her birimiz dayanışmanın tohumunu atıp yeşerttiysek, yeşerttiğimiz dallarımızı memleketin her bir yanına uzatmalıyız. Siyasal iktidar faşist düzeninde nasıl ki yoksulluğu, işsizliği, eğitimsizliği kucağımıza bıraktıysa, kucağımızdaki taşları kafalarına atıp hesap sormalıyız. Hakkımız olan, eşit yaşam hakkıysa ve yıkım eşitken iyileşmenin kendisi sermayenin kasasında yatıyorsa, eşit iyileşmiyoruz. Çocukların, kadınların, gençlerin her birimizin sesini örgütleyen günlerin geldiğini ve bunun için belki son yirmi yılın Soma’da, Ermenek’te, Bartın’da, pandemide ve dahasıyla birlikte bugünün getirdiğini de önümüze koyduğumuz derslerle birlikte şimdi daha güçlü mücadele hatlarının belirleyici olup örgütlenebilir bir yeni yaşam iddiasını gerçekleştirebiliriz.
Kurtaramadıklarımızdan özür dileriz.
Devamı gelecek.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.