Hayatlarımızın bu kadar değersiz olduğunu, bir avuç müteahhit ve rüşvet yiyen devlet adamının çerez parasından daha ucuz olduğumuzu, ev dediğimiz birkaç taş parçasının bu kapitalist düzende sahip olduğumuz en değerli şeyin, kendi sonumuzu getiren yer olacağını bilmiyorduk. Çaresizliğimizi ve yalnızlığımızı tuhaf kavgalar üzerinden sahiplenmeye çalışan bir avuç insanın insafına kalacağımızı bilmiyorduk
Depremden bildiriyorum: artık güzellik görmek istiyorum. Betondan devletin bize reva gördüğü soğuk kasvetli mezarlarımıza değil, çiçeğe ve balona bakmak istiyorum. Başka yolu yok. Başka hiçbir şekilde bu kadar insan acımızı öfkeye dönüştüremeyiz. Öfkemizi alıp bize yapılanların hesabını soramayız.
6 Şubat 2023 saat sabah 4.18’de gözlerimi şimdi ne gördüğümü hatırlamadığım rüyadan açtığımda sarsıntıyı algılayabilmem birkaç saniye sürdü. O andan beri Adana ve depremi yaşayan diğer illerimizde dehşet hali hüküm sürüyor. Yaşayanlar zombiler gibi dolaşıyor ortada. Sanki bir virüs salınmış kimisini almış götürmüş kimisine korkuyu bulaştırmış, korku bizi ortada salınarak gezen birer varlığa dönüştürmüş. Varlık diyorum çünkü ilk depremden beri insan gibi hissetmiyorum. Dehşet çoğu şeyi siliyor, önceki günkü planlarını, hayallerini, kavgalarını. Yaşama sevincini mesela. Yaşama sevincin artık piyangoyu kazanmak benim hakkım mıydı acaba sorusuna bırakıyor yerini.
İlk gün kendimi Last of Us’ta gibi hissetmiştim. Şu klişe Hollywood tarzı, bir felaket sonrası yollara dökülen insanlar, araba için birbirine girenler, polis ve askerle çatışanlar. Hepsi geldi gözümün önüne. Onları izlerken hep şunu düşünürdüm; acaba ben böyle bir durumda içimde yaşamaya devam etmek ve bunun için gerekirse savaşmak için gerekli olan itkiyi bulabilir miyim? Bana hep zorlama geliyordu. Ne yani dışarıda zombiler dolaşıyor ve insanlar birbirini öldürüyor ama sen inat ediyorsun? Ne için? Daha ne kalmış olabilir ki bu dünyanın sana vadedebileceği? Ama ilk gün arabanın camından insanların sürüler halinde güvenli yer bulma adına sağda sola dolaşmalarını, hayatımda ilk defa duyduğum benzin kalmadı cümlesini ve ekmek dahi bulamayışımızı bomboş gözlerle izlerken, dürtülerinin seni hayata tutunmak için savaşmaya zorlayacağını anladım. Acıya odaklanmanın bir sınırı var.
Deprem korkusu, kayıp ve ölüm korkusu aslında. Sevdiğine bir zarar gelme tehlikesi ve kendi varlığının son bulma korkusunun birleşmesi ve gözlerinin önünde topluca yaşanmasının getirdiği bir travma. Hayatın son bulacağı kesinliği ve her birimizin zaten öleceği sanki depremle bildirilmiş gibi, değil mi? Ama bunun böyle olduğunu biliyorduk. Her gün ölüm gerçeğiyle yaşarken de biliyorduk. Ama bir yandan da hayır, bilmiyorduk. Hayatlarımızın bu kadar değersiz olduğunu, bir avuç müteahhit ve rüşvet yiyen devlet adamının çerez parasından daha ucuz olduğumuzu, ev dediğimiz birkaç taş parçasının bu kapitalist düzende sahip olduğumuz en değerli şeyin, kendi sonumuzu getiren yer olacağını bilmiyorduk. Çaresizliğimizi ve yalnızlığımızı tuhaf kavgalar üzerinden sahiplenmeye çalışan bir avuç insanın insafına kalacağımızı bilmiyorduk.
Ölüm ile yaşadığını bilmek ve bunu iliklerine kadar hissetmek arasında kilometreler var. Zihnimizde yani. Ama bence içimizde bunu biliyor ve ölümü hep başkasına gelecek bir hastalık gibi görüyoruz; psikolojini sağlam tutmanın başka yolu olamaz. Güzele, iyiye ve estetik olana inanmak, tutunmak zorundasın. Acıya bakmak güneşe bakmak gibi, gözlerini illa ki kaçıracaksın. Kaçıracaksın ki gözlerin sağlam kalsın, var ol. Tekrar insan ol. Kavgayı devam ettirebilmek için, korkunun iliklerine işlemesine izin verme. Ağıtlarımızın yönü değiştirilen öfkeler olmasına izin vermemek için güzelliğe doğru ilerlemeye devam etmek zorundayız. Çünkü faşizm bunu yapar. Seni kendi gerçekliğinden koparıp sahte düşmanlar ile öfkeni asıl yöneltmen gereken yerden koparır. Seni mülteciye karşı doldurur, sana komşunu düşman eder. Bu arada servetini yaratmak için kullandığı çalışanı enkaz altında can verirken kendisi Florida’dan parti fotoğrafı atar mesela bir Sabancı. Enkazda dolaşırken güler mesela sorumlular. Seçim sandığını kaçırmaya çalışır senden. Bu sırada da toplu mezarlar açar halkına. Denek faresine dönmemek için sevgiye ve güzele odaklanmamız lazım. Bu enkazlardan çiçek açacak.
Şubata girerken Sevgililer Günü geldiğinde etrafta bir sürü çiçekçi göreceğim için mutluydum, global kapitalist hediye düzeneği olabilir ama baktığım yerde çiçek ve sevgi görmekten daha güzel de ne olabilir diyordum. Çünkü sevgililer günü diye etrafa dizilen çiçekler bize baharın geliyor olduğunu hatırlatıyor. Bahar geliyor, korkacağımızı ve pes edeceğimizi zanneden iktidarlara inat geliyor hem de. Bir halkın açlık ve korkuyla bastırıldığı direniş ruhu buzlarından çözülüyor. Hala söyleyebiliyorum, kayıplarımızın acısının bizi uyuşturmasına, bizi faşizmin yeni kullanışlı piyonu haline getirmesine izin vermeyeceğiz. Bu kalabalıklar akacak, acısını yaşayacak ama unutmayacak. Yaşam hiç olmadığı kadar büyük bir savaşa dönüşecek, hem de korkunun ceremesi okunmazken kaybedemeyeceğimizi bilerek.
Sevgililer günümüz kutlu olsun
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.