Türkiye Devrimci Hareketi, Remzi Basalak gibi kolektif değerlerimizin simgelerini dar polemik ve kısır birtakım tartışmaların ögeleri haline getirmekten vazgeçmelidir. Böylesi politik yaklaşımların kitlelerde olumlu bir karşılığının olmadığını görmeli ve bu tavırdan uzaklaşılmalıdır
Ülkemizde anı yazımı yaygınlaştıkça mücadele geçmişimizin tozlu raflarında kimi unutulmaya yüz tutmuş kimi ise “resmi devrimci tarih” anlayışına kurban edilmiş çok sayıda olgu gün ışığına çıkabildi. Uzun bir süre sosyalist solu etkisi altına alan, “kol kırılsın yen içinde kalsın” anlayışının beslediği “bilinçli suskunluk” ve “unutkanlık” halleri, her yeni çıkan anı kitabıyla birlikte “öldürücü darbeler” almaya devam ediyor. Bu durum tarihimizi, kendisini onun yapıcıları olarak gören “resmi devrimci tarih” yazımına soyunanların dışında yaşayan “kadroların” dilinden okumak isteyenler için oldukça yararlı kaynaklar olurken, o güne kadar tarihin kendi yazdıkları üzerinden dile getirilmesine izin veren çevrelerde ise bazen hakaret ve tehditlere varan ölçüsüz, ilkel tepkilerle karşılanıyor. 68 ve 78 kuşağının tanıkları ve öznelerinin aramızdan teker teker ayrıldığı bugünlerde, “anılarımız, yaşadıklarımız bizimle birlikte toprağa gitmesin” diyerek yaşadıklarını kaleme alanların sayısının artması, bir zorunluluk olmanın ötesinde başkaca derin anlamlar içeriyor.
Bizler kimi puslu, lekeli, yer yer öznelciliğe düşme tehlikelerine rağmen bu anılar sayesinde tarihi gerçeklerle aramızdaki duvarların her geçen gün biraz daha inceldiğini görüyoruz. Kimi ise bunu benim gibi anılarını kitaplaştıranları, “tarih talancılığı”, “çürümüş, bitmiş ve tükenmiş birilerinin kendisini yeniden değerli kılma çabası” olarak görüp “okumaya bile değer bulmadan” mahkûm ediyor. Onlara göre, örgütlü bir geçmişe sahip olanlar örgütlerinden ayrıldıktan sonra o tarihe ait anılarını kaleme alamaz; bugünlerde pek çok örgütte geçmişin sert kadro profilinden sıyrılmaya çalışarak görünüşte esneyen, devrimci çevrelerin “geç keşfedilen entelektüeli” imajına sahip örgüt liderlerinin yazdıkları ancak “devrimci tarih yapıcılığı” sayılabilir. Onların dışındakiler yazmış olsalar dahi yazılanların nesnel olduğu baştan tartışmalıdır. Mesele bu kadar basit mi diye soranlar olabilir. Evet, hiç öyle laf kalabalığına gerek duymadan söylemek gerekirse sorun; en azından yakın zamanda kitabım Nefer üzerine yazdığı yazıda yukarıdaki ifadeleri kullanan Avukat Kazım Bayraktar için bu kadar basittir.
Yakın zamanda şahsımı ve anılarımın kaleme alındığı kitabım Nefer’i hedef alan, Avukat Kazım Bayraktar imzasıyla bir makale yayımlandı Sendika.Org’da.
Yıllardır devrimcilerin davalarına bakan ve çabalarıyla herkesin saygısını kazanmış olan Kazım Bayraktar’ın böylesine bir yazıyla adını doğrudan politik bir tartışma zeminine çekmesi ise ayrı bir tartışma konusu. Her şeyden önce Kazım Bayraktar bu açıklamayı, politik bir kaygıyla mı yoksa davasına yıllarca önce baktığı müvekkillerinin hukuki delillerine hâkim biri olarak, tarihe doğru not düşme hassasiyetiyle mi yapmıştır sorusunun yanıtını okuyuculara bırakıyorum. Ayrıca bir avukatın elindeki hukuki belgeleri bir polemiğin aracı haline getirmesi ve bu şekilde ifşa ederek kullanmasının meslek etiğiyle bağdaşmadığını da hatırlatmak isterim.
Devrimci harekete zarar vermediği, bilinçli dezenformasyona yönelmediği, hukuki sorunlara yol açmadığı, ahlaki olarak birilerini zor duruma sokup magazinel birtakım detaylarla sulandırmadığı sürece herkes yaşadıklarını özgürce kaleme alabilir; kimsenin buna ilkesel olarak karşı çıkması beklenemez. Bu ilkelere aykırı davranıldığında da en fazla okumaz, eleştirir geçer, işinize bakarsınız. Devrimci tarih ya da anı yazımı sadece örgütlerin MK üyelerinin ya da onların referans ve iznine bağlı olarak birilerince kaleme alınacak bir yazın türü değildir. Tarihimiz birtakım liderlerin ya da kahramanların etrafında, onların oynadığı rollerle açıklanamaz. Bu tür reddiyeler, ancak tarihi seçkin bireylerin gerçekleştirdiğine inanan burjuva tarihçilerin eseri olabilir.
Kitabımın ismi için NEFER diye önerilmesini hemen benimsememin ardında tam da yıllarca adsız bir nefer gibi koşturmuş, canımı, kanımı, enerjimi bu mücadeleye adamış olmam yatıyor. Kendi irademle 96 ve örgütün bütün engellemelerine rağmen yine kendi irademle 2000 Ölüm Orucu’na girdim. Defalarca kez dışarda ve içerde ölümle burun buruna geldim. Tek derdim arkamda devrimci bir miras, yoldaşlarımın, dostlarımın anlatacağı onurlu bir geçmiş bırakmaktı. Örgütlü mücadeleden koptuğum dönemde de devrimci mücadelenin hep adsız bir neferi olarak koşturdum. Burada neler yaptığımı anlatacak değilim. Kazım Bayraktar başta olmak üzere merak edenler, halen yargılandığım davaların içeriklerine baktıklarında iyi kötü bir fikir sahibi olabilirler. O itibarsızlaştırmak istediği ve küçümsediği, “parasına kıyarak” aldığını söylediği kitabımın diğer sayfalarına bakmaya tenezzül etmiş olsaydı orada, 12 Eylül’ün karanlığını yarmaya çalışan daha sonra hayatı çatışmalarda, işkencelerde, ölüm oruçlarında yok olan, o bir avuç ihtilalciyle başlayan ve zamanla kendilerinin bile tahmin etmeyeceği bir tempoda gelişen örgüt çalışmasına kendi adıma neler kattığımı görürlerdi. Bu tarih benim olduğu kadar aynı zamanda kolektifindir. Kişisel tarihimi anlatırken aynı zamanda kolektif tarihimizin kimi kesitlerini de tanık ve öznesi olduğum kadarıyla anlatmış oldum.
Şimdi dava dosyamdaki belgelere de dayanarak cevap hakkımı kullanmak ve iddialara ilişkin kısaca yanıt vermek isterim. Kazım Bayraktar’ın benim büyük bir pişkinlikle “yalanlar” ve “çarpıtmalarla masal anlattığımı” ve “okudukça gerilmeye, giderek tiksinti duymaya başladığını” söylediği kitabımda; ben evet, yan hücrelerde işkence gördüğümüzü, arada bir Remzi’nin sesinin bana geldiğini, iki gün boyunca sesini duyduğumu söylüyorum. Çünkü öyle hatırlıyorum ve aklımda kaldığı haliyle o anda öylece anlatmıştım. Ancak ben olaydan hemen sonra mahkemeye verdiğim kendi dilekçelerimde (Ek-1) ve Remzi Basalak’ın işkencede katledilmesiyle ilgili suç duyurularında bulunurken hep, “23 Ekim günü birlikte basına gösterilirken Remzi Basalak son derece sağlıklıydı. O gün onun işkenceden gelen seslerini işitiyordum, yan yana odalarda işkence görüyorduk sürekli polislere bağırıyordu. Gece sesler kesildi. Remzi Basalak katledilmişti” diyerek o gece katledildiğini anlatmıştım zaten. Olayın sıcaklığında gerçeği, yani o gece öldürüldüğünü yazmış ama aradan yıllar geçtikten sonra ve ben bu dava dosyasına hiç bakamadan, aklımda kaldığı haliyle bu sefer de “iki gece” diye anlatmışım. Buradan yola çıkarak nasıl, “tarihi o kadar saygısız bir hoyratlıkla eğip büküyor ki” diyerek, bütün tutanaklarda “ölüm kaydı gece 23.45 diye yazılmış” ama “tarih yazmaya soyunan Mustafa Yaşar şubede onun sesini duymaya devam ediyor!!!” diye alay edebiliyorsunuz.
Basit bir yanlış hatırlamadan hareketle asıl siz nasıl böylesine, “hoyratça” bir değerlendirme yapabiliyorsunuz, gerçekten anlamak mümkün değil! Kitapta 10 günlük gözaltı süresince yoğun bir işkence altında, bazen zihnimde uyku ile uyanıklık arası bir halde olduğumu, bilincimin gidip geldiğini anlatmıştım. Eğer böyle bir hata varsa ki siz düzeltmiş oluyorsunuz. Ancak önyargılarınızdan biraz uzaklaşabilseydiniz, ağır işkence altındaki kişilerin zihninde mekân ve zaman ilişkisinin nasıl da bulanıklaşabildiğini, üstelik 96 ve 2000 yılında iki defa uzun ölüm orucuna yatmış ve hafızası tahrip olmuş birinin aradan yıllar geçince bazı detayları unutmuş ya da bire bir hatırlayamayabileceğini düşünebilirdiniz. Kaldı ki kitapla ilgili söyleşinin yapıldığı o günlerde, yakınımdaki dostlarımın ve yoldaşlarımın da bildiği ciddi sağlık sorunları yaşıyordum. Her şeyden önce iki uzun; toplamda 350 güne yaklaşan bir açlık grevinin içinden çıkmış biri olarak anlattım her şeyi. Bunun nasıl bir hafıza tahribatı, benim bile derinliğini kestiremediğim ne gibi travmalar yaşatmış olduğunu ölüm orucuna hiç girmeyenler, yanı başında gencecik kadrolar hücre hücre erirken üç beş gün ölüm orucu yapmayı örgütlerinin geleceği için engel görenler anlamayabilir; ama çok sayıda ölüm orucunu yaşamış müvekkili olan Kazım Bayraktar bu gerçeği nasıl unutur? Sonuç olarak, tarih ve saatle ilgili başlangıçtaki dilekçelerimde -sizin belirttiğiniz ve gerçekte olan haliyle yazmış olmama rağmen- yıllar sonra yanlış hatırlamam veya unutmuş olmam nedeniyle o şekilde anlatmış olmam nasıl bir “tarihi çarpıtma”, nasıl “bağışlanamaz bir kusur” olarak değerlendirilebilir ve nasıl böylesine alay konusu olabilir, okuyucunun sağduyusuna bırakıyorum.
Av. Kazım Bayraktar, 23 Ekim 1992 tarihinde Remzi Basalak’ın işkencede ve Şaban Budak’ın sokakta infaz edilmesiyle sonuçlanan Adana Tekel soygunu eylemiyle ilgili olarak ayrıntılara giriyor ve dosyadaki belgelerden hareketle, benim gerçeği ters yüz ederek yalan söylediğim sonucuna varıyor. Öncelikle söz konusu eylemde 7 kişinin olduğunu Kazım Bayraktar bilemiyor olabilir -kaldı ki bilmesi de gerekmiyor- ama ben diğer isimleri onlara zarar gelmesin kaygısıyla paylaşmadım. Sırf Kazım Bayraktar’ın merakını gidereyim diye de bu kararımı değiştirecek değilim, çok merak ediyorsa bir gün yan yana geldiğimizde kendisiyle paylaşabilirim. Ayrıca yıllarca ceza avukatlığı yapmış birinin, “orada yakalanan 4 silah vardı”dan yola çıkarak “madem yedi kişiydiler diğerlerinin silahları neredeydi” demeye getiren akıl ötesi bir mantık yürütmesinin yanıtı çok basit; çünkü yakalanmadılar. Bir avukat olarak siz böyle bir eylemde asli ve feri fail konumundakiler kadar eylem sonrası silahların, paraların teslim edileceği insanların da olabileceğini tahmin etmelisiniz. Eğer sizin iddianıza göre hemen çözülüp eylem organizasyonu ve çekilme sürecinde tek tek hangi kadronun nerede beklediklerini ve randevu saatlerini verseydim, o dosyada da gördüğünüz gibi tek başıma değil, başkalarıyla birlikte yargılanacaktım. Bu nedenle size tekrar soruyorum; bu davadan veya bu davayla bağlantılı olarak başkaca bir TİKB dosyasında, bu eylemle ve benimle bağlantılı biçimde benim dışımda gözaltına alınan, yargılanıp ceza alan var mı? Varsa tek tek isimleriyle ve belgeleriyle açıklamak zorundasınız.
Benim nasıl “çözülüp” de “itiraflarda” bulunduğumu anlatırken, sadece eyleme ilişkin ayrıntıları değil “eylem gününü beklerken Adana ve Mersin’de evlerinde kaldığı köylülerinin isim ve adreslerini veriyor” diyorsunuz ya, kimleri Adana Emniyeti’ndeki işkencehaneye doldurduğumu açıklamak zorundasınız. Bana sürekli olarak “tarihi gerçekleri ters yüz eden, çarpıtan, yalancı” suçlamasını getiriyorsunuz ya, şimdi siz bunları nasıl söyleyebiliyorsunuz? Kitapta da yazıldığı gibi benim yüzümden gelen tek kişinin, telefon numarasını üstümde yakaladıkları Yaşar Kara olduğunu, onun da zaten asker arkadaşım olduğunu (ki kendisi bir köylüm değil, daha önce TKP/B davasından yargılanmış politik biridir) benimle benzer bir ifade verdiği için gözaltından serbest bırakıldığını bilmiyor musunuz? Onun dışında iddia ettiğiniz gibi hangi köylülerin isimlerini vermişim, kimler gözaltına alınmış veya yargılamaya dahil edilmiş, siz neye dayanarak, hangi delillerden, hangi dava dosyasından yola çıkarak bunu iddia ediyorsunuz, açıklamakla yükümlüsünüz.
Ayrıca burada asıl önemli olan; bırakalım yardım ve yatakçı konumundaki kişileri, esas olarak o gün o eyleme katılmış olan ya da eylem sonrası silahları ve paraları teslim edeceğimiz kişiler ve bize bu talimatı veren üst düzey örgüt yöneticilerinin adlarını verip vermememdir. Evet, kitabımda da yazıldığı gibi ben ifade verdim. Ancak sizin iddia ettiğiniz gibi hiçbir yerde “direndim” demiyorum ve yine sizin iddia ettiğiniz ve algıladığınız biçimiyle bu asla bir “çözülme” değildir. Toplamda üç sayfayı bulan ve savcılık ve sorgu hakimliğinde (Ek-2-3) işkence altında zorla imzalatıldığını belirterek reddettiğim emniyet ifademde (Ek-4) ve yer gösterme tutanağında (Ek-5) Şaban ve Remzi dışında kimsenin adı geçmemektedir. Şaban’ı kitabımda belirttiğim gibi mahalleden gençlik arkadaşım olması nedeniyle olaya dahil edip kendimce o koşullarda ifademi şekillendirmeye çalıştım, Remzi de zaten benimle birlikte gözaltındaydı. Ancak bana eylem için talimat veren ve beni telefonla arayan kişinin, örgütteki üst düzey yöneticinin adını asla vermediğim gibi eylemde yer aldığı gerekçesiyle ısrarla dördüncü kişiyi sorduklarında da Hasan diye başka bir uydurma kod adı ve uydurma eşkal tarifi yaparak dosyayı kendimce kapatmış oldum, ki Hasan kod adlı ve uydurma eşgal tarifli kişi bugüne kadar asla yakalanmadı, çünkü gerçekte bu tipte ve bu kod adıyla bir kişi yok. Ama gerçekte olayda 7 kişi var ve ben kitabımda bu yedi kişiden emniyet ifadesinde dahi asla adları geçmeyen iki kişinin ismini, artık yurtdışında oldukları ve dönmedikleri için veriyorum; ancak diğer genç arkadaşların adlarını asla kitabımda da zikretmedim.
Nitekim dava dosyasında yer alan ve sizin atıfta bulunduğunuz Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmek üzere, Adana Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan 02.11.92 tarihli 1992/c-127 sayılı 8 sayfalık polis fezlekesinin (Ek-6) 6. sayfasında “Sanık Mustafa Yaşar sorgusunda ve alınan ifadesinde, geniş kapsamlı sorgu imkanlarını kapatmış ve TİKB Adana örgütlenmesi ile mezkur örgütlenmenin Adana ilinde oluşturduğu silahlı birimi olan İsmail Cüneyt Müfrezesi hakkında bilgi vermemiş ise de” denilerek zaten olup bitmiş olan eylemin oluş biçimine dair anlattıklarıma yer verilmektedir. Aynı şekilde Adana Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan 02.11.92 tarihli fezleke ve dizi pusulasının ekinde yer alan 4 sayfalık emniyet üst yazısında (Ek-7) da, “Sanık Mustafa YAŞAR, eylem yerlerini, kaçış eylem yerlerini kaçış şekilleri hususunda isteği üzerine ifadeli yer gösterme yapmış ve aynen ifadesindeki gibi doğrulamış ise de, ifadelerinde ve sorgusunda İstanbul ilinden geliş şekli örgütün üst düzey mensuplarıyla ilişkileri ve Adana ilindeki örgüt evleri ve TİKB örgütlenmesinin silahlı birimi olan illegal ‘İsmail Cüneyt Müfrezesi’ hakkında bilgi vermemiş ve bilgi vermekten kaçındığı gözlenmiştir.” denilmektedir. (Bozuk cümleler orijinalindeki gibidir. M.Y.)
Bütün bir kitabı “yazılan -ve inanılıp pazarlanan- senaryo” olarak değerlendirdikten sonra, yazınızda dikkat çeken bir başka bölüm daha var: Eylemde yer alan diğer kişilerden biriyle ilgili olarak, “bu iddia belli ki birilerini daha eylemde göstererek paye vermek için yazılmış bir senaryoydu” diyorsunuz. Bunu söylerken kastettiğiniz kişiyi anlayabiliyorum. Evet, eylemden iki saat sonra (kitabımda adını verdiğim iki kişiden biri olan) örgütün en üst yöneticisi Kenan Güngör başta olmak üzere, pek çok insanla da sonraki günlere ait randevularım vardı. Ancak böyle olduğu halde hiçbirini söylemedim. Onları veya örgütten tanıdığım, bildiğim başkaca insanları söylemiş olsaydım hepsi yakalanmış ve bu davaya dahil edilerek ceza almış olurlardı. (Ek-8’de yer alan iddianame ve Ek-9’daki gerekçeli karar metinlerinde de tek başıma bu davadan yargılanıp müebbet hapis cezası almış olduğum görülmektedir.) Nitekim yukarıda değinilen polis fezlekesinin üçüncü sayfasında da sanıklar olarak; birinci sırada Mustafa Yaşar “mevcutlu” ikinci sırada Şaban Budak, üçüncü sırada Remzi Basalak “ölü” kaydıyla geçmekte olup tek bir “firari sanık” olarak Hasan diye uydurma kod ve uydurma eşkal tarifi yaptığım kişi, “açık kimliği belirsiz” ibaresiyle yer almaktadır. Fezlekede bu eylemle alakalı veya alakasız TİKB örgütünden başkaca tek bir kişinin dahi adı geçmemektedir, kaldı ki yardım ve yataklık konumundakileri saymış olayım. Siz her ne kadar Sendika.Org’da Nefer’e atıfta bulunularak yayımlanan yazıyı “güzelleme” olarak değerlendirip kitapta anlatılanlar gerçek değilmiş gibi, “Tek başına yargılanmış bu davada Mustafa. Ne bir isim geçmiş ifadesinde ne de bir randevusunu vermiş polise…” diyorsanız da evet, dava dosyası sizin de elinizde ve 1,5 sayfalık iddianame ile 2,5 sayfalık gerekçeli kararda yalnızca benim adım var. Emniyet ifadesinin kapsamını da defalarca kez anlatmış oldum, merak edenler bu yazının ekinde bütün bu belgelerin tamamını okuyabilir.
Adana Tekel soygunu eylemiyle ilgili olarak, başkaca eylemlerle kıyaslamalar yaparak, “bazıları gerçekten filmlerde görebileceğimiz türden bir zekâ ve ustalık işiydi” ve “hiçbirinde Nefer’de anlatılan düzeyde bir amatörlükle karşılaşmadık” diyorsunuz. Hatta kitaptaki “on, on beş dakika kadar yürüdük” biçimindeki cümlemden yola çıkarak, “Hani neredeyse yollarının üzerindeki çay ocaklarından birine oturup toplu halde çay içmedikleri kalmış!..” diye alaycı bir dil kullanıyor ve eylemde ölen iki silah arkadaşımın anısına saygısızlık edebiliyorsunuz. O eylem eğer başarılı geçseydi -üstelik Adana’nın göbeğinde tereyağından kıl çeker gibi- kimsenin düşünemeyeceği ve tahmin edemeyeceği cüretkâr bir eylem olarak tarihe geçecekti. Ardı ardına yaşadığımız talihsizliklerin, öngöremediğimiz bir durumun yol açtığı ve sonuçları itibarıyla da hasarı giderilemeyecek ağır kayıplarla gerçekleşen, başarısız bir eylem olduğu doğrudur. Fakat buradan geçmiş benzer davalardan, kulaktan dolma bilgilerden yola çıkarak, yapılan bir askeri eylemin ne kadar amatör ya da profesyonel olduğu konusunda ahkam kesmek, bunu yaparken de alaycı bir dil kullanmak kimsenin ne harcıdır ne de haddi!
Ben kitapta Tekel soygununa ilişkin o gün Remzi’yle geri çekilirken yaşadığımız araba sorununu anlattım. Evet, önden ve arkadan arabanın hareket etmesini engelleyen park halindeki araçlar karşısında çaresizlikten yürüyerek bölgeden uzaklaşmaya çalıştık. Aslında tam da sizin dediğiniz gibi “hedef küçültmek için” bölgeden ayrılarak uzaklaşmaya çalıştık. Kaçarken Remzi ile polisler arasında yaşanan arbedenin detaylarını görmem mümkün değildi. Buna rağmen Ek-4’te yer alan emniyet ifademin üçüncü sayfasında bahsettiğiniz biçimde “boğuşma” ibaresi geçiyor ama yazınızda yer alan “savcı Ethem Ekin eşliğinde ifadeli yer göstermeye gidiyor” iddiası doğru değil. Sizin dayanak gösterdiğiniz ve Ek-5’te yer alan “yer gösterme tutanağı”nda da yalnızca polislerin imzası var. Kaldı ki benim bildiğim kadarıyla savcılar bu yer göstermeleri emniyet ifadesi gibi polislere havale ediyorlar, avukatlar da katılamıyorlar. Dolayısıyla eylem arkadaşlarımın ölümünden sorumlu savcı Ethem Eken’le, “Hem de yoldaşının direnerek ölümsüzleştiği günün ertesinden itibaren” yer göstermeye gittiğim yönündeki iddianızı, dayanak gösterdiğiniz belgeler yalanlıyor zaten. Olay tarihi 23 Ekim, yer gösterme tutanağındaki tarih 29 Ekim ve yer gösterme tutanağının ikinci sayfasında “araç şoförü ile ilgili olarak dalaşma ve sataşma olayı bildiğim kadarıyla Remzi Basalak ile olması gerekir” şeklinde muğlak bir ifade, en alt paragrafta da, “Remzi Basalak ve Şaban Budak’tan ayrılarak silah elimde olduğu halde kaçmaya devam ettim. Bilahare Vilayet binası yakınında yakalandım. Diğerlerinin nasıl yakalandığı hususunu bilemem” biçiminde geçiyor. Böylelikle emniyet ifadesiyle yer gösterme tutanağı, hatta yer gösterme tutanağının aynı sayfa içeriğinde bile çelişkiler var.
Ancak size göre bu tutanak o kadar önemli ki yazınızın, “Remzi’nin katillerinin ‘savunma tanığı’ Nefer” başlıklı bölümünde, “bugün kendisini Remzi’nin has yoldaşı olarak göstermeye çalışan Mustafa Yaşar’ın Adana Emniyeti’nde verdiği ifadeyi dayanak gösterdiler ve beraat ettiler” diyebiliyorsunuz. Gerçekten de sırf “boğuşma” ibaresinden yola çıkılarak mı o polisler beraat ettirildi? Bu tutanaklarda daha da ileri gidilerek polisler tarafından “boğuşma neticesi kafasını çarptı”, “başından aldığı darbelerle yere düştü”, “başından ağır yaralandı” gibi ibareler yazılmış olsaydı bile bu olay özelinde bunlar belirleyici olamazdı. Çünkü bu olayda kimsenin görmediği bir ortamda gizli saklı gözaltına alınan veya gözaltı sonrası yine kimsenin görmediği bir ortamda tutulan birisi yoktur; tersine bu olayda polisin güya “teşhir “ amacıyla hazırladığı ortamda gizlilik ortadan kalkmış, her şey aleni biçimde görünmüştür. Dolayısıyla benim ifademde veya polisin hazırladığı başkaca tutanaklarda Remzi’nin yakalanma anına ilişkin ne yazarsa yazsın, ortada olan o çıplak gerçek; Remzi’nin emniyette sapasağlam ayakta durduğu ve sloganlar atarak, bütün gücüyle masaya tekme savurduğudur! Belki yakalandıktan sonra teşhir masasında yaşananlar oradaki basın çalışanları dahil herkes tarafından görülüp görüntülü biçimde fotoğraflarla da belgelenmemiş olsaydı, dediklerinizde bir nebze haklı olabilirdiniz. Ancak Remzi’nin yakalandıktan sonra çıkarıldığı teşhir salonunda ne kadar sağlıklı olduğu, boğuşmadan kaynaklı bir “ağır yaralanma” halinin olmadığı apaçık görülmektedir. O gün onu izleyen basın çalışanları da çektikleri fotoğraflar ve izledikleri tabloyla bunun yakından tanığı oldular. Orada Remzi’nin slogan atarak tekme savuracak kadar zinde olduğunu zaten herkes görüp bu durum belgelendikten sonra artık şubeye sağlam girip ölü çıkan birisi için başkaca sorumlu aramaya gerek yoktur.
Kaldı ki Remzi’nin katillerini beraat ettirecek olanlar, çok önceden bu işin kılıfını kendileri hazırlamışlar zaten. Ek-8’de yer alan 13.11.1992 tarihli 1,5 sayfalık iddianamenin birinci sayfasında “Olaya anında müdahale eden güvenlik görevlileri ile sanıklardan Şaban Budak ile Remzi Basalak silahlı çatışmaya girdikleri, çatışmada Şaban Budak’ın öldüğü, Remzi Basalak’ın ağır yaralandığı, bilahare hastanede öldüğü” yazılıdır. Aynı şekilde Ek-10’da yer alan 05.11.1992 tarihli savcı Ethem Ekin imzalı “görevsizlik kararı”nın birinci sayfasında “Emniyet güçlerince sanıklar arasında silahlı çatışma başladığı, bu çatışma esnasında sanık Şaban Budak’ın öldüğü ve diğer sanık Remzi Basalak’ın yaralı vaziyette soygun esnasında alınan paralar ve örgüte ait silahlarla ele geçirildiği ve sanığın tedavi gördüğü sırada öldüğü” yazılıdır. Son olarak da Ek-11’de yer alan 13.11.1992 tarihli “iddianameye ek takipsizlik kararı”nda “sanıklar” bölümünde yer alan Şaban Budak ve Remzi Basalak’la ilgili olarak “Sanıkların takip esnasında güvenlik güçleriyle çıkan silahlı çatışmada öldükleri anlaşıldığından” denilmekte, devamındaki paragrafta da “Olay güvenlik güçlerinin dur ihtarına ateşle karşılık verilmesi üzerine, güvenlik güçlerinin yasadan doğan silah kullanma ve kendini koruma hakkı olup silahlı çatışmada sanıkların öldüğü nedeniyle, olay hakkında yasal soruşturmaya yer olmadığına” denilmektedir. Yani bırakalım “boğuşma” ibaresini, polislerin “kendisini gözaltına aldığımız sırada direndi, zor kullanmak zorunda kaldık” vb. biçimindeki açıklamalarına dahi gerek kalmadan baştan “çatışmada ağır yaralandı” denilerek dosya kapatılmak istenmiştir. Hatta her üç savcılık belgesinde de “çatışma” denildikten sonra en son takipsizlik kararında, “güvenlik güçlerinin yasadan doğan silah kullanma ve kendini koruma hakkı” nedeniyle “olay hakkında yasal soruşturmaya yer olmadığına” tespiti yapılmıştır.
Şimdi dava dosyasına ait bütün bu belgeler elinizdeyken hala Remzi’nin katledilmesinden sorumlu polislerin benim verdiğim ifade yüzünden ceza almaktan kurtulduğunu söylemeniz ne kadar gerçekçi olabilir? Bu anlatımlarınız yersiz ve temelsiz bir iddia olmaktan öte, bana karşı büyük bir öfkeyle ve hiddetle yöneltilmiş haksız ve ağır bir suçlamadır aynı zamanda. Üstelik “İnanılır gibi değil ama gerçek!.. Yazılı belgeleri elimizdeki dava dosyasında hâlâ duruyor” diyerek “Remzi’nin katillerinin ‘savunma tanığı’ Nefer” başlığıyla sunduğunuz bu anlatımlarda beni nasıl bir nefretle anarak, birlikte eyleme, birlikte ölüme gittiğim yoldaşımın katillerinin savunucusu yapabiliyorsunuz? Bu hakkı size kim verdi; bu nasıl bir aymazlık hali, nasıl bir vicdansızlıktır ki bunu hukukçu kimliğinizle yapabildiniz?
Ayrıca sormak isterim; siz meslek hayatınız boyunca, işkenceli sorgulardan geçmiş, sayısız devrimcinin davasına bakan, yılların deneyimli bir ceza avukatı olarak, yasaların ve yargının her zaman bu tür davalarda işkenceci polisleri koruyup kolladığını bilmiyor musunuz? Nasıl oluyor da Remzi’nin işkence davasında polislerin yargılanmaktan kurtulmasını, benim ifademde geçen “boğuşma” kelimesine dayandırabiliyorsunuz, doğrusu şaşıyorum. 1990’lı yılların başında gerçekleşen onca işkencede ölüm ve yargısız infaz dosyalarının hangisinde polislere ceza verildi ki bu dosyada da ceza verilmesini beklediniz? Bu tür dava dosyalarında yer alan doktor raporları, otopsi tutanakları, tanıklıklar vb. deliller olmasına rağmen, her defasında polislerin beraat veya zaman aşımı kararlarıyla cezalandırılmaktan kurtulduğunu, sizler benden daha iyi bilmiyor musunuz? Ayrıca iddia ettiğiniz gibi ben sizin işkenceci katilleri yargılamak için hiçbir şey yapmadığınızı söyleyerek emeğinizi ve çabanızı yok saymıyorum. Bu konuda ucuz demagojilere gerek yok. Kitapta da geçen biçimiyle asıl eleştirdiğim konu, Malatya Cezaevi’nde karşılaştığım ve Adana Emniyeti’nde Remzi’ye yapılan işkencelerin tanığı olan iki PKK’li tutsağın mahkemede dinlenebileceği yolunda yaptığım ısrarlı öneri ve çağrıların, ailesinin ve sizin tarafınızdan neden önemsenmediğiydi. Beni karalayıp hiçleştirerek hatta aşağılayarak yazdıklarınız bir yana, o sürekli vurguladığınız “nesnellik ve dürüstlük” ölçülerini kendiniz için de uygulamanız gerekmez mi?
Hadi bir an için bütün bu iddialarınızın doğru olduğunu düşünelim. Daha önceki gözaltılarımda da ifade verdiğimi söylüyorsunuz ya, o zamanlar da sizin şimdi iddia ettiğiniz gibi “çözülmüş” isem, bu örgüt beni nasıl böylesine önemli bir askeri eylemde görevlendirdi? Sonrasında da bu davadan yargılandığım dönemde Malatya’da ve daha sonraki yıllarda gittiğim diğer hapishanelerde sürekli merkez yürütmede ve konseyde temsilci olarak bulunduğum, tünel çalışması gibi bütün örgütleri yakından ilgilendiren tarihi eylem girişimlerinin göbeğinde yer aldığım halde, neden müdahale etmediler? Neden şu şu nedenlerle Mustafa Yaşar bizi temsil edemez demediler? Onu da bırakın, içerideyken ya da dışarı çıktıktan sonra, neden benden bu konularla ilgili bir özeleştiri istenmedi? Bir gün olsun bana çözüldüğümden dolayı yaptırım uygulanacağı söylenip, herkese deklare edildi mi? Defalarca gözaltına alınıp tutuklandığım, hapishanelerdeyken neler yaşadığım, nasıl bir duruş içinde olduğum farklı örgütlerden insanların tanıklığıyla ortada. Peki, neden bu kadar “çürümüş, düşkün, yalancı, sahtekâr bir tarih talancısı” olarak görülen benimle ilgili diğer örgütlere ve devrimci kamuoyuna yıllarca bir açıklama yapılmadı? 1980’li yılların ortalarından itibaren gençlik çalışmasından sınıf çalışmasına, yeraltı matbaasından silahlı eylemlere kadar birçok alanda faaliyet yürütmüş bir devrimci hakkında bu kadar ölçüsüz ve saygısız, alaycı bir dil kullanıldığını görmek benim için ne kadar acıysa sizin için de bir o kadar utandırıcı. Sahi, siz hangi ara vicdanınızı bu kadar yitirdiniz? Hak, adalet, hakkaniyet duygusundan bu kadar uzaklaşıp yüreğiniz hangi ara bu kadar nefretle doldu? Ve bütün bu iddialara rağmen, ben o üzerinde çokça durulan Adana Tekel soygunu eylemi sırasında polisler tarafından vurulmuş olsaydım ya da 96 veya 2000 Ölüm Oruçlarının birinde ölmüş olsaydım, bu örgüt beni “Devrim şehitleri” listesinde göstermeyecek miydi?
Kazım Bayraktar kitabımla ilgili olarak nasıl ki beni “bir zamanlar ben neydim” tarzında kişisel “tarih”lerini yazarak veya “yaşamlarıyla tarih yazıp ölümsüzleşmiş devrimcileri yaşayan çürümüşlerle aynı resme koyup (özünde kendilerini) anlatanlardan” biri olarak sözüm ona değersizleştiriyorsa, Algül Umutlu’nun kaleme aldığı yazıyı da kitabıma ve bana karşı yapılan haksız ve yersiz bir “güzelleme” olarak görüyor. Oysa “Yeni Bir Milat Başlatan Devrimci; Remzi Basalak’ın tekmesi” başlıklı o makalede esas olarak Remzi’nin şahsında ortaya konan soylu bir direniş kültürünün ve bir geleneğin yüceltilmesi vardı, benim kitabıma da yalnızca atıfta bulunulmaktaydı. Merak ediyorum, acaba Algül Umutlu’nun yazdığı bu yazıyı okuyan devrimci değerlere sahip insanlar ve özellikle de gençler, devamında da Kazım Bayraktar’ın yazdığı yazıyı okuyunca neler hissettiler? Gerçekten bu yazı ne amaçla yazıldı, kime ne faydası oldu, kime ne mesaj verildi, bu ve benzeri yazılarla gerçekte yapılmak istenen nedir?
Fütursuz biçimde “Saygın bir tarihi sömürmek” olarak nitelendirerek, kitabımı ve tanıtım yazısını eleştirmek adına yazılanlar tek kelimeyle utanç vericidir. Burada cevap hakkımı kullanırken bir kez daha zorunlu kalmadıkça benzer bir polemiğe girmeyeceğimi, yeni bir tartışmaya katılmayacağımı, bu tür kısır ve verimsiz diyalogların içinde olmayacağımı vurgulamak isterim.
Türkiye Devrimci Hareketi, Remzi Basalak gibi kolektif değerlerimizin simgelerini dar polemik ve kısır birtakım tartışmaların ögeleri haline getirmekten vazgeçmelidir. Böylesi politik yaklaşımların kitlelerde olumlu bir karşılığının olmadığını görmeli ve bu tavırdan uzaklaşılmalıdır. Remzi Basalak gibi devrimci hareketin kolektif değerleri, bu tarz kısır polemiklerin, küçük hesapların siyasi figürleri olamayacak kadar soylu bir geleneğin temsilcileri, dünya devrimci mücadele tarihine mal edilmeyi en çok hak eden seçkin komünistlerdendir. Nefer kitabımla birazcık olsun onun devrimci anısını hatırlatabildiysem, siyasi hafızamızdaki yerinin pekişmesine biraz olsun katkıda bulunabildiysem ne mutlu bana. Bu vesileyle bir kez daha Remzi’nin şahsında hayatını bu mücadelede kaybetmiş olan yoldaşlarımızı saygıyla, sevgiyle ama en çok da özlemle anıyorum…
Ekler:
Ek-1
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/EK-1.pdf”]
Ek-2
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-2.pdf”]
Ek-3
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-3.pdf”]
Ek-4
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek4.pdf”]
Ek-5
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-5.pdf”]
Ek-6
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-6.pdf”]
Ek-7
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-7.pdf”]
Ek-8
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-8.pdf”]
Ek-9
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-9.pdf”]
Ek-10
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-10.pdf”]
Ek-11
[pdf-embedder url=”https://sendika.org/wp-content/uploads/2022/12/Ek-11.pdf”]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.