Türkiye solunda rejim tipi ve faşizm tartışmalarının gerisinde her zaman devrimcilikle-liberalizm saflaşması yatar
Burjuva liberal demokrasinin dünya çapında can çekişmesine tanıklık ediyoruz.
Burjuvazinin bu egemenlik biçiminin vitrin süsü olarak gösterilen İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerde dahi ırkçı faşist partiler iktidara geliyor artık. Bugüne dek “demokrasinin beşiği” olarak tanımlanan Avrupa ülkeleri başta olmak üzere ırkçı faşist parti ve hareketlerin yükselişi ve iktidarlaşma süreçleri çoktan olağanlaşmış -bu anlamda aşılmış- bir etap; bugün iş paraya dayalı reklam kampanyalarına dönüşmüş seçim süreçlerinde iktidarı kaybedenlerin gücü ellerinden bırakmayı kabullenip kabullenmeyeceklerinin tartışılması noktasına geldi. Yolu ABD’de 2020 seçimlerinde Trump açtı, şimdi Brezilya’daki ikizi Bolsanaro’nun ne yapacağı merak ve kaygıyla bekleniyor.
Liberal demokrasinin ölümü burjuvazinin feodaliteyi alt ederek iktidarı ele geçirmesi ve kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesiyle başlayan bir süreç aslında. “Asalaklaşmış çürüyen kapitalizm” olarak emperyalizm aşamasına geçişle bu sürecin ‘tarihsel ölüm’ faslı tamamlandı.
Şimdi tanık olduğumuz ise tarihsel bakımdan miadını doldurmuş olanın siyasal bakımdan da tıkanıp tükenişi. Bu etap da yeni başlamış değil. Onun başlangıcı da finans kapitalin dünya çapındaki hareketini sınırlandırıp yavaşlatan tüm engelleri ortadan kaldırarak artı değerin dizginsiz sömürüsüne dayalı neoliberal birikim modeline geçişe yani 1980’lere dayanıyor. O modelin doğasına uygun bir egemenlik tarzı (rejim biçimi) arayışı yatıyor işin temelinde.
Üretimin örgütlenmesi başta olmak üzere hayatın her alanı gibi burjuva devletin yeniden yapılandırılmasını da gerektiren bu dönüşümün düşünsel-ideolojik alt yapısı ABD’li neoconlar tarafından 1990’larda gündeme getirilen “yönetemeyen demokrasi-illiberal demokrasi” tartışmalarıyla döşendi. Kimler tarafından nasıl örgütlendiği, daha doğrusu CIA ve FBI tarafından nasıl gözden kaçırıldığı hâlâ yanıt bekleyen 11 Eylül’deki İkiz Kuleler saldırısının ardından hızla pratikleştirilip vites büyüttü. Tabutun çivisini çakma aşamasına da 2008 kriziyle geçildi.
***
Bu uzatmalı ölüm süreci, olayın kendisini anlayıp açıklama ihtiyacına bitişik olarak ortaya çıkan yeni rejim biçimi ve faşizm tartışmalarını da alevlendirdi haliyle.
Rejim tipi ve faşizm konusu, Türkiye solunda özellikle 1970’lerin ikinci yarısıyla 2000’ler sonrası ateşli tartışmalara ve ayrılıklara yol açmış bir konudur. Yalnız “kendinde bir konu” olarak salt entelektüel bir tartışma değildir bu. Temelinde her zaman devrimcilikle-liberal demokratizm arasındaki saflaşma yatar.
Liberal eğilim 1970’lerde “faşizm tırmanıyor” temel tezinin savunucusu olarak karşımıza çıkar. Faşist tırmanışın engellenip yerine “ileri demokrasi” hedefinin konulması bu yaklaşımın tamamlayıcı ayağını oluşturur. O dönem bu tezin savunucuları asıl olarak TKP ve TİP gibi Moskova çizgisindeki parti ve çevrelerdi. Dönemin Halkın Kurtuluşu yönetimi de bu anlayıştaydı.
Bunun karşı kutbunda ise Türkiye’deki rejimin “faşist” olarak görülmesi vardı. Mahir Çayan’ın “Kesintisiz” çözümlemelerini benimseyen P-C kökenli örgüt ve çevreler bu faşizmi “emperyalizmin gizli işgali koşullarında vücut bulan sömürge tipi faşizm” olarak tanımlarlar. Bu kulvarın dışında kalan çevrelerin görüşleri de homojen değildir. Fakat temelde Dimitrov’un 7. Kongre’de dile getirdiği çerçeve temelinde Komintern’in faşizm tahlilini baz alan bir yaklaşıma sahiptirler. P-C çizgisindekiler gibi bu cephedekilerin anti-faşizmi de demokratik devrimcilikle sınırlıdır.
Türkiye’deki rejimin karakteri ve faşizm tahlillerine de yansıyan devrimcilikle-liberal demokratizm yarılması 2000 sonrası karşımıza “demokratikleşen Türkiye” savunusu olarak çıktı. Bilcümle liberal tarafından farklı kılıflar altında piyasaya sürülen bu teze göre dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “askeri vesayet geriliyor-faşizm çözülüyordu”; gidiş ‘geri ve yetersiz de olsa parlamentoların rolünün ön plana çıkacağı demokratikleşme’ yönündeydi. Bu tarihsel akışın önünde durulamazdı, çünkü sermayenin ihtiyaçları da bunu gerektiriyordu. Çürüyen ve asalaklaşan kapitalizm olarak emperyalizm çağında tekelci burjuvaziye fiilen “demokratlık” payesi veren bu pespaye liberalizm 2010 yılında yapılan Anayasa Referandumu sürecinde “Yetmez ama evet” taktiği olarak çıktı karşımıza.
Neoliberalizmin ideolojik yörüngesine girmenin tezahürü olan bu “yeni fikirler” bizim içimize de yansıdı. 2004 sonrası yaşadığımız ve 2010’da ayrılıkla sonuçlanan iç kriz sürecinde karşımızdakilerin savundukları “eksen”in iki ana ayağından biri sadece üretici güçleri geliştirme yeteneği yönünden gördükleri neoliberalizmi insanlığın tarihinde “Sanayi devrimine eşdeğer hatta onu da aşan bir tarihsel ilerleme” olarak değerlendiren “Büyük Dönüşüm” çözümlemesiydi, buna bitişik, daha doğrusu bundan kaynaklanan ikinci eksensel tezleri ise “demokratikleşen Türkiye” temel teziydi.
Devrime, sosyalizme ve devrimci örgütlere güvensizliğin zirve yaptığı o dönemin atmosferi ve ruh hali içinde birçoklarının kafasını karıştırdı bu “yeni fikirler”. Yalpalamanın ve her şeyden elini eteğini çekerek tribünlere çıkmanın gerekçesi yapıldı. Lakin hayatın diyalektiği hükmünü yürüttü. Her şeyi -ve herkesi- yerli yerine oturttu. O zamanın modasına kapılarak bu “ekseni” bayraklaştıranların her biri bir yerlere savruldu. Ateşli bir çığırtkanlıkla ortalığı inlettikleri tezlerin tekini dahi ağızlarına almıyor, çünkü alamıyorlar bugün.
***
Rejim tipi ve faşizm tartışmalarının gündemdeki sıcaklığını korumasından hareketle 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerin hemen ardından (14 Haziran – 18 Ağustos 2011 arası) Kapımızdaki Günler genel başlığı altında yayınladığımız sekiz makaleden oluşan dizinin konumuzla ilgili altısını Arşiv Unutmaz sekmesi kapsamında bir kez daha hatırlatmanın yararlı olacağını düşündük.
Makalelerde eleştirilen görüşleri yansıtan alıntılar, o tartışma sürecinde karşımıza çıkan görüşlerin belli başlı temsilcilerinin platforma sundukları yazılardan alıntıdır. O tartışma bizim için çoktan kapanmış bir defterdir ama o süreçte içimizde de çıkan liberal demokrasi fetişizmi ve mekanik faşizm kavrayışıyla sağda-solda hâlâ karşılaşmaktayız. On bir yıl önce söylediklerimizi hatırlama/hatırlatma ihtiyacını duymamızın nedeni de budur zaten.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.