Yaratılan şiddet ağını durdurmanın, şiddet ağını kırmanın yolunun özsavunmadan geçtiğini, bu akılla gerçekleştirdiğimiz her eylemin meşru olduğunu bilerek, devlet şiddeti karşısında özsavunmayı doğallaştırmalı, normalleştirmeliyiz
Uzun bir süredir kanıksamamız, sessiz kalmamız istenen, alışmamız beklenen birtakım olaylar yaşanıyor. Bu birtakım olaylara bazen mahallemizde evimize giderken, bazen işe giderken, bazen bir alanda eylem yapmak isterken, bazen de sadece yürümek isterken maruz bırakılıyoruz. Daha soyuta inmeden somutlamaya çalışalım. Bahsettiğimiz ve bir süredir farklı farklı biçimleriyle yaşadığımız polis şiddetinden bahsediyoruz. “Son olarak” demek isterdik ama biz yazıyı yazarken ya da sizler bu yazıyı okurken polis şiddeti yine bir yerlerde, birilerine göz kırpıyor ve büyük ihtimalle şiddetin her türlü biçimiyle kendisini gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Polis şiddetini; gözaltı sayısı, ağır işkence, darplar, taciz, şiddetin türlü biçimleriyle kendini gösterdiği 2022 Onur Yürüyüşü ile bir kez daha gördük, görmek zorunda bırakıldık. Onur Yürüyüşü’nde yaşadığımız polis şiddetini düşünürken hepimiz şunlar üzerine düşünmeye başlamışızdır: polis şiddetinin yaşamlarımızda nerelerde var olduğu, bizleri nasıl etkilediği, bizleri aldığı çemberin daha ne kadar sıkıştıracağı…
Polis şiddeti ve etkilerine bizler kadınlar, feministler olarak hiç yabancı değiliz. İstanbul Sözleşmesi feshedildiğinde kadınların en çok karşılaştığı durumlardan biri, şiddete maruz kaldıklarında gittikleri karakolda geri çevrilmekti. Ya da aynı polis şiddeti, Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” çığlığını yanıtsız bırakılmalarıydı. Yine aynı polis şiddeti, Nadira Kadirova’nın katilini, Gülistan Doku’nun katilini bildikleri halde hareketsiz kalmalarıydı. Pınar Gültekin’in davasında katile verilen iyi hal indirimli ceza ve bu karar sonrası sokağa döküldüğümüzde gözümüze sokulan drone’larda, etrafımızı saran polis kalkanlarında, erkekleri koruyan yargının verdiği kararlarda gördük aynı şiddeti. Artan polis şiddeti sadece eylem anında karşımıza çıkan bir durum değil aslında. Evet bir görünüşü bu ama pek çok durum var. İstanbul örneğinden gidersek özellikle kentin merkezi noktaları, her gün daha fazla polisle dolduruluyor, adeta bir kalekol olma yolunda ilerleyen noktalara dönüşüyor. Bizlerin eve, okula, işe, arkadaşlarımızla eğlenmeye giderken sürekli karşılaştığımız bu tabloyu olağanlaştırmamız ve “güvenlik” adı altında yapılan uygulamalara ses çıkarmamamız isteniyor. Hayır, normalleştirmiyoruz, normal değil!
Şiddete uğrayıp karakolda başvuru yaptığımızda karşılaştığımız umursamaz tepkinin, bu tepkiyle karşılaşmamak için var olan haklarımızı savunmaktan vazgeçmeyeceğimizi söylediğimiz eylemlerde yediğimiz biber gazının, emeğimiz ve bedenimizi savunduğumuz için bizlere ters kelepçeyle gözaltı yapılırken kadın katillerinin serbest bırakılmasının normal olmadığını biliyoruz. Normal değil çünkü polis şiddetinin gittikçe dozajını artırması, devletin ve elbette sistemin içerisinde bulunduğu krizli halin bir sonucu. Biz kadınların çok iyi bildiği gibi şiddet, erkek egemenliğinde mevcut çıkarların korunması için iç içe geçen toplumsal inşaların çimentosudur. Bugün devlet, içerisinde bulunduğu krizi yönetebilmenin yolunu hayatlarımızın her anına bu şiddeti ağ gibi yaygınlaştırmakta buluyor.
Bu sebeple bir eylemdeki polis şiddetine karşı atacağımız her adım, her teşhir, yapacağımız her suç duyurusu, her eylem, o şiddet karşısında direnilebileceğini, şiddet uygulayana bunun karşılığının ödetilebileceğini gösteren her hareket; şiddeti önleyecek, normalleştirmeyi engelleyecek, kurulan bu şiddet ağını kıran bir hamle olarak kurgulanabilir. Sadece polis şiddetini de değil, devletin elinde bulundurduğu zor aygıtları olarak tanımladığımız mahkemeler, ordu, hükümet, medya, hapishaneler vb. araçları kullanarak gerçekleştirdiği her şiddete açıkça karşı çıkılması ve şiddetin normalleştirilmemesi bir adım. Aynı Şili’deki feminist hareketin artan devlet-polis şiddeti karşısında gerçekleştirdiği LasTesis eyleminde olduğu gibi. LasTesis ile doğrudan kadınların hayatındaki tecavüzün, tacizin, cinayetin, yoksulluğun sebebinin; devleti hedef alarak “Suçlu Sensin!” diye beyan edilmesi gerçekliğin en berrak ifadesiydi aslında.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız polis şiddetinin yapısal olduğunu, patriyarkadan güç aldığını tanımlayarak başlamak yaşanan ve yaşanacak olan şiddet sarmalıyla mücadele edebilmemizin bir yöntemi olabilir. Köylerinde zeytinlikleri için çayı için direnen köylülere uygulanan şiddet ile Pınar’ın katiline verilen ceza indirimi kararının aynı kaynaktan beslendiğini biliyoruz. Bize Onur Yürüyüşü’nde işkenceyle gözaltı yapanlar ile asgari ücret altında çalışmamak için grev yapan işçilere saldıranların aynı polis olduğunu da biliyoruz. Biz karakola gittiğimizde bizi geri çevirenler ile keyfi biçimde göçmenleri sınır dışı edenlerin aynı iktidardan güç aldıklarını da biliyoruz. Yani bizlere yalnızca kadınlara değil bu sistem tarafından ezilen, ötekileştirilen, yoksullaştırılan bütün kesimlere yönelen şiddetin kaynağının aynı olduğunu, devlet olduğunu biliyoruz. Bu nedenle devletin uyguladığı bu ağır şiddet meşru değildir ve bunun karşısında bizim yaptığımız her eylem, söz, pratiğin kendisi ise özsavunma amaçlı şiddete girer.
Özsavunmanın ezilen kesimler açısından özgürleştirici etkisini başka bir yazıya bırakarak, ezen kesimin yani bu yazının konusu itibariyle devletin şiddeti karşısındaki rolüne odaklanabiliriz. Yaratılan şiddet ağını durdurmanın, şiddet ağını kırmanın yolunun özsavunmadan geçtiğini, bu akılla gerçekleştirdiğimiz her eylemin meşru olduğunu bilerek, devlet şiddeti karşısında özsavunmayı doğallaştırmalı, normalleştirmeliyiz. Çünkü ancak böylelikle üzerimizdeki çeşitli toplumsal tahakküm biçimlerini kırarak özgücümüzü, özsaygımızı yeniden kazanır, yeni bir dünyayı kurabiliriz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.