Uygarlık tarihi, oldukça karmaşık ve çeşitli sömürü ve tahakküm ilişkilerinin ortaya çıkardığı çelişkilerin ve bu çelişkilerin çözümü için çarpışan fikirlerin tarihidir
Uygarlık tarihi, oldukça karmaşık ve çeşitli sömürü ve tahakküm ilişkilerinin ortaya çıkardığı çelişkilerin ve bu çelişkilerin çözümü için çarpışan fikirlerin tarihidir. Bu ise bizlere sanılanın aksine dümdüz olmayan bir zamanın ve girift ilişkilerin varlığını göstermektedir. Bu eleştirel tarih anlayışı ise zaten tarihsel materyalizm olarak adlandırılmaktadır. Ancak tarihsel materyalizmi ileri götürmenin, zihnimizi bu noktada özgürleştirmenin en isabetli yolu, tüm varlığı ile tarihi keşfetmemizden geçmektedir.
Burada noksan bırakılan yönleri gelin beraber tekrar gözden geçirerek bulalım. Tüm tarihi sınıfsal bir bakış açısı ile okuduğumuzda bir iskelet oluşturmuş, sağlam bir bakış açısı elde etmiş oluyoruz. Ancak tüm bu iskeleti ayakta tutmaya dair bir adım atmak istiyorsak sömürü ilişkilerinin biçim değiştirmiş pek çok haline göz atmamız gerekmektedir.
Ayrımcılık/tahakküm türleri sadece sınıfsal olarak kendini göstermez; çünkü dünya kapitalist olduğu kadar sömürgeci, erkek egemen, heteroseksist ve türcüdür. Bunlar beraberce toplam bir sistemi oluştururlar. Bu sistemi yıkmanın yolu, öncelikle var olan uygarlığı tüm yönleri ile ortaya koymak ve bu büyük toplumsal değişimin ayaklarını örmemiz gereken yerleri tespit etmekten geçmektedir. Pek çok ideoloji ile bu sistemin analizi yapılmakta ve mücadele yöntemleri tartışılmaktadır. Erkek egemen ve heteroseksist dünya karşısında feminist ve queer teoriler bir tespitte bulunur. Feminist politika iktisadi alan da dahil olmak üzere kendi içinde ciddi bir gelişim göstererek ideolojiyi bir toplumsal değişim yaratmak üzere inşa etmektedir. Bu noktada özellikle son 10 senede hızla büyümekte olan anti-türcü mücadele, kökleri çok derin olan ve birçok nitelikli tartışmayı yapmış, aşmış olan pek çok ideolojinin yanında emekleyerek yoluna devam etmektedir.
Anti-türcü mücadele tüm dünyada yıllardır sürmektedir, 1940’larda “vegan” kavramı ortaya atılarak tüm türlerin özgürlüğü için bir dönüşümün hedeflendiği görülmüştür. Donald Watson 1944 yılının Kasım ayında birkaç arkadaşı ile birlikte İngiltere’de The Vegan News (Gazete) ve The Vegan Society’yi kurdular.
Vegan News’in manifestosu şöyle: “Bugüne kadar ki geçmiş yıkılmış insan toplulukları, insan köleliği üzerine kurulmuştu ve biz bunun barbarca bir şey olduğunu biliyoruz. Fakat şu anda bizim içinde bulunduğumuz toplum da hayvan köleliği üzerine kurulu ve biz bunu değiştireceğiz.”
Dernekleştikleri için 1950’li yılların sonlarına doğru ilk amaçlarından sapıp, kendi varlıklarını sürdürme güdüsüyle sağlıktan bahseder olmuş ve hayvan haklarından uzaklaşmışlardır. Ancak Vegan Society, hayvan hakları literatürüne “hayvansal kullanımların tamamını (giyim, gıda, eğlence, kozmetik vb.) etik nedenlerle terk etmek” anlamına gelen vegan kelimesini sokmuştur.
İngiltere’de başlatılan bu dönüşüm en başlarda liberal bir akım olarak kendini göstermiş ve metafizik bir yaklaşımla kendini var etmiştir. İnsan harici hayvanların kullanımını, her yönü ile eleştiren ve kişisel bir tavır alarak hayvan kullanımını insanların hayatından çıkarması gerektiğini savunan bir görüş olarak kendini büyütmüştür. Bu metafizik bakış, vegan hareketin kurulması yönünde büyük bir engel oluşturmuştur. Bu engeli aşmanın yolu ise mevcut olan bakış açısını eleştirerek onu aşan bir teorinin ortaya konulmasından geçmektedir. Kavram ilk ortaya atılmasından sonra pek çok bilim insanı ve felsefeci tarafından tekrar tekrar ele alınarak dönüşmüş, başka ideolojilerle kesiştirilmiş, ilk ortaya atıldığı halinden çok daha bütünsel ve politik bir hal almıştır.
Hayvanlara yönelik bakış açısının felsefi alanda gelişimini ele alarak ilerleyecek olursak, Antik çağ felsefecisi Aristo, hayvanların akıl yürütme ve konuşma yetilerinin olmadığını söyleyerek hayvanların insanlardan aşağıda konumlandığını vurgulamıştır. Aristo’nun düşüncesine benzer olarak Dekart, “Hayvanlar, tanrının eseri olan otomatlardır. Hissetmelerini mümkün kılacak ruhları yoktur” demiş ve hayvanların varoluşuna mistik bir şekilde yaklaşarak acı çekmenin bedenin değil, ruhun ürünü olduğuna değinmiştir. Başka bir deyişle Dekart, hayvanları, tanrının insanlar için yarattığı, ruhsuz ve acıya duyarsız varlıklar olarak tanımlamıştır. Kant da kendinden öncekilerle paralel düşünmüş ve hayvanların akıl yürütemediklerinden ve doğruyu yanlışı ayırt edemediklerinden dolayı insanların onlara karşı sorumluluğunun olmadığının altını çizmiştir. Kant bunları söylerken hayvanlara yöneltilebilecek, hayvan kullanımı dışındaki, şiddeti onaylamadığı ve şiddetin yanlış olduğunu belirtmiştir. Kant bu şiddeti, hayvanlar duyguları olan bilinç sahibi hissedebilir canlılar olduğundan değil, toplum tarafından hoş görülmediği ve hayvana bu şiddeti gösterenlerin insana da yapabileceği düşüncesiyle onaylamaz.
İlk defa, İngiliz filozof Bentham, acının ve hazzın insana özgü olmadığını betimleyerek kendisinden öncekilere göre mistik olmayan, daha rasyonel bir yaklaşım öne sürmüştür: “Asıl sormamız gereken soru akıl yürütebiliyor ya da konuşabiliyor mu değil acı çekebiliyor mu sorusudur”. Bentham bunu söylerken hayvan kullanımının yanlış oluşuna değinmez. Ona göre insanlar hayvanlara daha az acı verdiğinde, bu, iyidir. Bu görüş; ABD ve Avrupa’da hayvan refahı düşüncesini ve buna bağlı olarak yasaları ve uygulamaları ortaya çıkartmıştır. Bu refahçı akıl, hayvanların mülk statüsünü devam ettirerek hayvanları alınıp-satılabilecek, kullanılabilecek mal olarak görülmesi fikrini devam ettirmiştir.
Bentham kendisinden iki yüz yıl kadar sonra doğacak olan günümüz filozofu Peter Singer’ın görüşlerini de şekillendirmiştir. Singer ve Bentham gibi, hayvanlara yönelik şiddeti sonlandırıp onlara haklarını tanımak yerine, onlara edilen muamelenin düzeltilmesi gerektiğini düşünmeye devam etmiştir. Filozof Garry L. Francione fikirlerini, bütün bahsedilen düşünürlerin fikirlerine karşı konumlandırmış ve “İnsan ve insan harici canlıların en az bir tane temel hakları vardır; başkası tarafından mülk edinilmeme hakkı” düşüncesini, onları kullanmayı sonlandırmamız gereklidir diyerek savunmuştur. Ancak yine de metafizik türcülük eleştirisini aşamamıştır.
Marksist filozof Marco Maurizi’nin tanımlamasıyla, anti-türcü harekete “metafizik türcülük karşıtlığı” egemen. Bu hat üç düşünce okulundan oluşuyor:
Türcülük karşıtı burjuva ahlak felsefesi, hayvan hakları ve hayvan refahı için siyasal talepler ortaya koyan, tüketicileri, devletleri ve özel kuruluşları imzalar, kampanyalar, lobi çalışmalar ve bilirkişi danışmanlığı hizmetleri yoluyla etkilemeye çalışan örgütler ve inisiyatiflerde hakim halde (örneğin PETA).
Liberal Yasal Eleştiriciler ise ahlak felsefecileri ile anti-otoriterler arasında teorik ve politik bir köprü oluşturuyor; bu iki yaklaşımı algılayış biçimlerine ve bunlara aşinalıklarına bağlı olarak bir tarafa ya da öteki tarafa doğru eğilim gösterebiliyorlar. Bu durum hayvan refahı, hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü hareketlerinde, hayvan haklarının mücadele edilmesi gereken bir hedef olduğuna dair genel uzlaşıyı da bir raddeye kadar açıklıyor.
Sosyal liberal, türcülük karşıtı post-yapısalcı anti-otoritaryanizmin siyasal tezahürü ise otonomculuk ve anarşizmden ilham alan parlemento-ötesi sol biçimindedir. Bu minvaldeki otonomcu türcülük karşıtlığı, hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü hareketinin abolisyonist kanadının çekirdeğini temsil eder.[1]
Tüm bu hareketler kişilerin tek tek değişimine odaklanan ve ahlaki normlar üzerinden hayvan haklarını niteleyen tartışmalar yaparlar. Oysa toplumsal bilinci tek tek toplumdaki bireylerin ahlaki bilincini değiştirmeye çalışarak oluşturmak oldukça zordur. Çünkü sistem bizleri sürekli olarak insan harici hayvanları sömürmeye yönlendirmeyi sürdürecektir. Türcü aklı tek tek kişileri değiştirmeye dayalı şekilde çözmeye çalışmak ve ahlaki bir mesele olarak ele almak işin politik yanının gözden kaçırılmasına neden olmaktadır. Ahlak/Etik kişilerin seçimlerine dayalıdır; ancak insan harici hayvanların yaşam hakları bireylerin seçimlerine bırakılamaz. Vegan olmak politik bir sorumluluktur. Çünkü vegan olmak anti-türcü mücadeleye katılmanın ilk zorunlu adımıdır. Elbette unutmamalı ki suçu tek başına sisteme atıp vegan olmamak sistemin patriyarkal olduğunu ve değişmesi gerektiğini savunup cinsel yönelim ve kimlikleri nedeniyle bireylere şiddet uygulamayı sürdürmek kadar tutarsızdır.
Dünya’da hayvancılık sektörü, kapitalizmin en büyük sermaye odaklarından biri halindedir. Gıda, giyim, kozmetik, ilaç gibi pek çok sektör doğrudan hayvan köleliği ile ayakta durmaktadır. Dünya’daki tarım arazilerinin yüzde 80’e yakını sadece hayvanları beslemek için ekilmektedir. Bir hayvanın bedeninin tabağımıza gelene kadar geçirdiği süreç incelendiğinde kapitalist düzenin en acımasız yüzünü yani en saf halini görmemiz mümkündür.
Kozmetik ve ilaç deneyleri için insan harici hayvanlar üretilmekte, tarifsiz acılarla sınanmaktadır. İnsan harici hayvanlar üzerinde denenen ilaçların yüzde 95’inin, insan için “fayda sağlamayacağı” ya da insan için tehlikeli olduğu gerekçesiyle doğrudan atıldığı bilinmektedir.
Hayvancılık endüstrisi iklim krizinin ilk sebebidir. Marksist bakış açısı işin içine dahil olmadan hayvanların sömürülmesini ve sermayenin “ürünü” olmasını açıklamak mümkün değildir. Çünkü Marksizmin yöntemi tarihsel materyalizm, hayvan sömürüsünü meşrulaştırmaya değil, onu her yönü ile tespit ederek ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
İnsan harici hayvanlar komünist bir dünya kurulduğunda kendiliğinden özgürleşmeyecektir. Ancak komünist bir dünya da insan harici hayvanların köle olarak kaldığı bir dünya olarak kurulmayacaktır. İnsan harici hayvanların kullanımı günümüzdeki teknolojik gelişmeler ile birlikte düşünüldüğünde zorunlu bir halden çok keyfi bir alışkanlığa dönüşmüştür.
Sermayenin boyunduruğu altından çıkıp da gerçek bir özgürlük mücadelesi için savaşılacaksa, sistemin neden olduğu hayvan sömürüsünü yok sayarak eşitliği tartışmak için hiçbir neden yoktur. Bu tartışmayı yaptığımız somut durum düşünüldüğünde -salgınlar çağı- gerçek ve daha açık bir şekilde gözlerimizin önüne serilmektedir.
Salgınlar konusunu kapitalizm ve hayvan özgürleşmesi üzerinden tekrar ele aldığımızda; salgınların sadece ekonomik boyutuna odaklanan Marksizm analizleri yetersizdir. Tüm bu yaşananların aslında göz ardı edilen bir ekolojik boyutu vardır. Oysa Marx sermayenin artı değer üretiminin doğa için yıkıcı yanlarını eserlerinde vurgulamıştır. Kapitalizm dünya ile yıkıcı bir ilişki kurar. Dünyayı bir metabolizma olarak tasavvur edersek kapitalizm bu metabolizmada bir yarık oluşturmuştur. Salgınlar sadece bu türcü sistemin yarattığı kaosun bir dışavurumudur. Bizim ise hastalanan metabolizmayı yatıştıracak ilaçlara değil hastalığın ta kendisini yok edecek pratiklere ihtiyacımız vardır.
Salgınlar, tarım endüstrisi ve hayvancılık ile doğrudan ilişkilidir. Salgın hastalıkların meta zincirini sekteye uğratması, sistemin ağır bir ekonomik kriz ile sarsılmasına neden olmuştur. Daha da önemlisi, “meta zincirleri”, yerel, bölgesel bir hastalığın “küresel/toplumsal” bir salgın haline dönüşmesinin altyapısını oluşturmaktadır. Bu durum da yerel hastalığa bağışıklık yaratan “doğal seçilim” ortamını tahrip etmektedir.
Üstelik tüm bu krizin başka bir dışa vurumu ise gezegensel sınırları aşarak iklim krizine sebep olmasıdır. Özellikle son 10 yılda insanların doğa ile kurdukları çarpık ilişki neticesinde vahşi ve evcilleştirilmiş hayvanlardan pek çok virüs insanlara geçmiş ve toplu ölümlere neden olmuştur. Zira COVID-19 bunun bir türevidir. Ekonomik tespitleri yaparken ekolojik-türcü boyutu es geçmek krizlerin sebepleri konusunda açıklamalarımızın eksik kalmasına neden olmaktadır.
Marksizmin, bahsettiğimiz hakim metafizik düşünürlerin dışında bir perspektif geliştirmesi zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu mücadelenin gerekliliğine dair maddelere gelecek olursak:
Karl Marx’a göre işçi sınıfının mücadelesi sadece yönetici sınıfıyla değil, aynı zamanda kendisiyledir. Gerçekten de kapitalizmin ötesine geçmek de sadece ekonomik sistemin dönüşümüyle değil, aynı zamanda insanın gereksinimlerini anlama ve ele alma şeklimizi dönüştürmekle ilgilidir.
Marx, Alman İdeolojisi isimli kitabında komünizmin öz-faaliyeti şöyle tanımlanmaktadır: “Öz-faaliyet bireylerin eksiksiz bireyler haline gelmelerine ve bütün doğal sınırlılıklardan kurtulmalarına tekabül eden maddi yaşamla örtüşür.”
Vegan olmak insanların özgür bir hayat yaşamasını önleyecek bir pratik değildir. Sistemin bizlere dayattığı yaşam biçimini reddederek kendimizi özgürleştirmemiz için bir adımdır. Tüm dünya varlıklarını özgürleştirmek ve eşitliği getirmek için vegan olmalı ve anti-türcü mücadeleye katılmalıyız.
[1] Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi için Birlik (2021). Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez, (G. Haspolat & D. Dere, Çev.), Bölüm II
Kaynak: Hayvan Özgürlüğü Kolektifi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.