Bursa’da düzenlenen “Doğa Sanayi İnsan Etkileşimleri: Emeğin Ekolojisi” panelinde emek mücadelesi ve ekoloji mücadelesi ilişkisi üzerine konuşuldu
Bursa Su Kolektifi, Polen Ekoloji Kolektifi ve Savaş Köyü Doğa, Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği (SAV-DER) Bursa Şubesi Ördekli Kültür Merkezi’nde “Doğa-Sanayi-İnsan Etkileşimleri: Emeğin Ekolojisi” başlıklı bir panel düzenledi.
Etkinlik salonuna “Yeşil Bursa’nın suları siyah akıyor”, “Sermaye düzeni değil IBAN’dan vazgeç”, “Su biterse herkes susar”, “Afet değil cinayet”, “Suyun akma hakkından insanca yaşam hakkına”, “İşçinin bedeninden doğanın bedenine”, “Doğal alanlarda tercih olmaz”, “Kadının özne olduğu ekolojik ve toplumsal dönüşümler dünyayı ve sistemi değiştirecek. Birlikte güçlüyüz dayanışma ve ekofeminizm yaşatır” mesajlarını içeren pankartlar asılırken etkinlik Grup İMECE’nin müzik dinletisiyle başladı.
Müzigimizle sözümüzle buradayız dostlar. ✌🏾
Emek ve ekoloji mücadelesi tüm mücadeleler gibi ortaktır. #Bursa pic.twitter.com/wgv4ze3Kjt— Bursa Su Kolektifi (@BKolektifi) April 10, 2022
Elektrik Mühendisleri Odası üyesi, TMMOB YK eski üyesi Neriman Usta’nın modere ettiği panelde açılış konuşmalarını SAV-DER Bursa Şubesi’nden Leyla Kocagümüş, Bursa Su Kolektifi’nden Esen Ocak ve Polen Ekoloji Kolektifi’nden Yurdagül Çelik yaptı.
Bursa Su Kolektifi’nin mücadelesi hakkında bilgi veren Esen Ocak şunları söyledi:
İçerisinde bulunduğumuz ekosistemde sadece bizlerin yaşamaya hakkı olmadığını, gelecek kuşakların da bu hakka sahip olduğunu düşünen bireylerden oluşan bir yapıdır. Kolektif diyoruz çünkü herkesin fikrini özgürce söyleyebildiği, birlikte hareket edebildiği ama aynı zamanda kendini özgür hissedebildiği sen, ben değil biz diyebilen, birlikte üretilebilmenin, düşünebilmenin mümkün olacağını gösteren hiyerarşinin hiçbir türünü kabul etmeyen bir oluşumun parçalarıyız. Su kaynaklarımızın metalaştırılmasına, yanlış politikalar sonucu kirletilmesine ve aşırı tüketimine karşı bilimin ışığında yerel ve bölgesel yönetimlere sesini duyurmak, su ve su ekosisteminin çeperindeki her türlü problemi savunuculuk faaliyetleri içerisinde gündemde tutmak ve yaşanabilir bir dünya için mücadele veren gönüllü insanların birlikteliği ile oluşturulmuştur. Bizler, suyun bütün canlıların hakkı olduğunu, derelerinden su içebileceğimiz, denizlerinde yüzebileceğimiz, bütün canlıların yaşayabildiği temiz sularımızı istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz, hayır dostlar çok şey istemiyoruz. Olması gerekeni istiyoruz ve bunların olması için mücadele ediyor, bir nebze de olsa ekolojik yıkım ile neler kaybettiğimizi göstermeye çalışıyoruz. Bu amaçla yerel ve ulusal ekoloji örgütleri ile de temas halindeyiz.
Bu vesile ile İkizdere’den İkizköy’e, Alakır’dan Munzur’a, Cerrattepe’den Kazdağları’na, Kuzey Ormanları’ndan Zilan’a, Akkuyu’dan Şebinkarahisar’a, Kirazlıyayla’dan İliç’e, Hasankeyf’ten Topçam’a kadar doğa ve yaşam alanları için mücadele eden direnişçi kadınlara ve tüm dostlara bizlerden selam olsun. Yaşamımızı ve yaşam alanlarımızı savunmak için dayanışmaya devam edeceğiz.
Polen Ekoloji Kolektifi adına konuşan Yurdagül Çelik, Türkiye’de son 15-20 yılda yaşanan ekolojik yıkımlara dikkat çekti. Artvin’den Edirne’ye, Şırnak’tan Antalya’ya Samsun’a kadar pek çok kent ve köyde bir maden, enerji ya da turizm şirketinin büyük yıkımlar yarattığını söyleyen Çelik, Artvin’in yüzde 71’inin maden sahalarıyla donatıldığını söyledi. Çelik, Deli Çorçup ve kollarında 32 HES, Çoruh’un üzerinde 6 baraj olduğu bilgisini paylaştı, yıllardır yaşanan göçlerden dolayı toprakları insansızlaşan Çoruh’un kenarındaki en bereketli toprakların sular altında kaldığını dile getirdi.
Bu ekolojik yıkımın sadece Artvin’de değil Ordu Fatsa’da, Erzincan İliç’te, Kütahya’da, İzmir’de, Çanakkale’de, Muğla’da, Aydın’da yaşandığının altını çizen Çelik, şirketlerin halkın tepkilerini, bilim insanlarının uyarılarını ve yasaları umursamadıklarını vurguladı. Çelik, “Türkiye’de özellikle son on beş yılda toprağı, ormanı, sulak alanları, meraları kısaca doğayı korumakla ilgili bütün yasalar, sistem tamamen değiştirildi. Her şey şirketlerin kullanımına, talanına açıldı. Şirketler için dikensiz gül bahçesi yapıldı” dedi.
ETHA’nın haberine göre, açılış konuşmalarının ardından akademisyen ve İSİG Meclisi gönüllüsü Aslı Odman, “İşçinin Bedeninden Doğanın Bedenine” bölümünde söz aldı. Odman, ekoloji mücadelesinin sınıfsal perspektif ve emekten ayrıştırılamayacağını söyledi. Bursa’da 2013-2021 yılları arasında işçilerin bedeninin yaşanan yıkımın vardığı boyutlara değinen Odman, Nesimi’nin “Bedenimde Sızı” türküsünü paylaştı. Odman, türküyü iş cinayetinde kardeşi katledilen bir kadının önerisi üzerine yeniden dinlediklerini ve “Bedenimde değil ruhumda sızı” sözünün bir işçinin bedenen zarar görmese bile ruhunda yaşadığı travmayı ve zararı hatırlattığını kaydetti.
Asbestin işçi bedeni üzerindeki etkilerine değinen Odman, Fransa’da bilim insanlarının halk hareketiyle birlikte 25 yıllık mücadelesi sonucu asbestin yasaklandığını hatırlattı. “Emekle ekolojinin ilişkisini kurmak seçim veya tercih değil” diyen Odman, ani iş cinayetleri ve zamana yayılmış iş cinayetlerinin yanı sıra işçileri bezdirme, tazminat almadan istifaya zorlama gibi psikososyal durumlar yaşandığını söyledi. Odman, bu nedenle ceza alan şirket müdürleri ve patronlar olduğu bilgisini paylaştı.
İnşaat ve tarım sektöründe iş cinayetlerinin sık yaşandığına dikkat çeken Odman, “Çocuk, emekli, mülteci işçilik, görünmeyen emek ev işçiliği. Devlet bunları işçilik kategorisine almıyor ama biz alıyoruz” dedi.
Resmi verilere göre 2021 yılında 2170 işçinin meslek hastalıkları sonucu iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiğini hatırlatan Odman, gerçek rakamın ise beş katı olduğunu söyledi. Türkiye’de bir savaş olsa günde 30 kişinin ölmeyeceğini ancak bugün ani kazalar ve meslek hastalığından günde 20-30 işçinin öldüğünü kaydeden Odman, ekolojinin sınıfsal olmasını bu şekilde tarifledi.
Doktor Ayşegül Tözeren, “Çalışma Alanından Yaşam Alanına Sağlık” başlığında yaptığı sunumda, 556 sağlık emekçisinin katledildiği Covid-19’u meslek hastalığı olarak tanımlayarak, yaşamını yitirenleri andı.
Ekonomik, sosyal ve çevresel üç ayaktan oluşan sürdürülebilirliği anlatan Tözeren, şirketlerin sürdürülebilirlik raporlarıyla yatırım çekmeye çalıştığını fakat emekçilerin hakları ödenmediğinde bunun yaşama geçirilemediğine dikkat çekti. Sendikalı işçilerin işten atılması, işçilere 1 TL zam dayatılması ve bu nedenle greve çıkılması şeklindeki işçi mücadelelerinin kapitalistlerin sürdürülebilirliğini engellediğini belirterek “Dünyanın sürdürülebilir olması için sosyal adalet, sosyal eşitlik kısmına dikkat etmek zorundalar” dedi.
Sağlık hizmetine mülteciler, yoksullar ve tutsakların erişiminin zor olduğuna değinen Tözeren, COVID-19 salgınında yaşananları hatırlattı. COVID-19’un ana nedeninin ekolojik tahribat olduğuna ve aşıya erişimdeki adaletsizliğe dikkat çeken Tözeren, “Dünya nüfusuna bakalım 8 milyar, ne kadar aşı insanla buluşturulmuş 10 milyar. İnsan nüfusundan fazla. Yoksul ülkelerde özellikle Güney Afrika’da tam korumalı aşıyı (iki aşı) toplumun yüzde 4’ü tamamlamış” sözleriyle aşı adaletsizliğine işaret etti. İlaç patentinin bu adaletsizlikte oynadığı role değindi.
250 bin kişinin 2030-2050 yılında iklim krizi nedeniyle ölmesinin beklendiğine dikkat çeken Tözeren, 20. yüzyılda yaşanan 335 farklı enfeksiyon hastalığının hayvan kökenli olduğunu söyledi. Endüstriyel hayvancılık nedeniyle çok sayıda hayvanın küçük alanlarda yaşamaya mahkum edildiğini ve bunun hastalıklara neden olduğunu aktaran Tözeren, hayvanlar üzerinde kullanılan antibiyotiklerin etkilerine de değindi. Tözeren şunları söyledi:
Bulaşıcı hastalıklar bitmiş değil ekolojik harabiyetle birlikte daha çok karşı karşıya geleceğiz. Bulaşıcı hastalıklar yoksul ülkelerin sorunu gibi görünüyordu ama COVID-19 bize bulaşıcı hastalıkların maalesef tüm dünyanın sorunu olduğunu gösterdi.
Ekolojinin yeni bir sınıf mücadelesi olduğunu söyleyen Tözeren, “Ekonomi perspektifinden bakanlar ekoloji mücadelesini sürdürenlere ‘her şeyi durduramayız’ diyorlardı. Hindistan’dan gelen egzotik bir çiçeği evimizde tutmaya ihtiyacımız var mı? Gerekli olan ve gereksiz olanı ayıklamayı düşünmeliyiz. Sadece kapitalistlere değil sosyalistlere ‘üretim dışı bir sosyalizm, üretime itiraz eden sosyalizm, ekolojiyi düşünün diyor’ Bruno Latur” dedi.
Tükenmişlik sendromunun meslek hastalığı olarak sayılması gerektiğini ifade eden Tözeren, sağlık emekçilerinde çok sık görüldüğünü kaydetti. Hayatına son veren, baskı ve mobbingden dolayı istifaya zorlanan sağlık emekçilerini hatırlatan Tözeren, pandemiyi duyuran doktorun Çin’de gördüğü baskı sonrası hayatını kaybettiğini söyledi.
Emek sömürüsüne karşı Amerika’da gelişen “büyük istifa hareketi”ni hatırlatan Tözeren, “Bir ayda Amerika’da 4 buçuk milyon kişi istifa ediyor adı ‘büyük istifa hareketi.’ Kar hırsı, insanı küçümseyen durum, kapitalizme karşı insan da cevap verdi” dedi.
Panel Ziraat Mühendisi ve Bursa Su Kolektifi aktivisti Şafak Şenel Erdem, “Suyun Akma Hakkından İnsanca Yaşam Hakkına” sunumuyla devam etti. Suyun insan hakkı olduğu düşünülse de akma hakkının doğasından kaynaklı olduğunu söyleyen Erdem, dünyada bulunan su miktarının sadece yüzde 2 buçuğunun tatlı su olduğu bilgisini verdi.
İnsanların kullanabildiği su oranının azlığına işaret eden Erdem, iklim krizinin dünyanın bir bölgesinde aşırı yağışlarla sel, başka bir bölgesinde ise kuraklık sonuçlarını doğurduğunu söyledi. Erdem, Batı Afrika, Kamerun ve Nijer yakınında olan Çad gölünün 50 yılda tamamen kuruduğunu söyledi, Marmara Gölü’nün de yanlış tarım politikaları nedeniyle kuruduğu bilgisini paylaştı.
Erdem, “2030 yıllarında nüfusun yüzde 40’ının su kısıtı yaşayacağını söyleyebiliriz” dedi. Toplam gıdanın yüzde 40’ının sulu tarım arazilerinde üretildiğine ancak tarım arazilerinin sadece yüzde 20’sinin sulu olduğuna dikkat çeken Erdem, “İklim felaketiyle beraber en çok etkilenecek olan kuru tarım arazileri” diye konuştu.
Endüstriyel tarımın gıdaya zehirli ürün sunarken doğayı da yok ettiğinin altını çizen Erdem, “Köylü topluluklar yok ediliyor ucuz iş gücü olarak kente göçe zorlanıyor. İşçinin bedeninden doğanın bedenine dedik ama tarım işçileri var. Yenişehir Menteşe köyünde çadır kent var, burada yaşayan insanlar iş kolu cinayetlerinde tarım-orman en yoğun yerlerden biri. Hem güvensiz şartlarda hem de insan onuruna yakışmayacak yaşam sürüyorlar” diye belirtti.
Yaşam alanlarını savundukları için haklarında dava açılan ekolojistler hakkında da bilgi veren Erdem, bu yaşananların hepsinin şirketlerin daha çok kar etmesi için olduğunu söyledi. Yaşam alanlarının şirketlere feda edildiğini de belirtti.
Panelin ardından etkinlik forumla devam etti.
Kirazlıyayla’da direnen Kaniye Karasu, evlerine yüz metre kala maden fabrikası yapıldığını söyledi. Bu nedenle ekin ekemediklerini dile getiren Karasu, “Ben köyümü toprağımı savunduğum için tutuklandım. Kadın cinayeti yapan adamla aynı kefeye konuldum, denetimli serbestlikle bırakıldım” dedi. Sonuna kadar direneceklerinin altını çizen Karasu, “Toprağımızı Lübnanlı şirkete vermeyeceğiz” vurgusu yaptı.
Bağımsız Direnişçi İşçiler Sendikası’ndan Çiğdem Özbay ise mobbing, sağlıksız çalışma koşulları ve ücret yetersizliğine ilişkin konuştu. Kadın işçilerin emeklerinin yok sayıldığını, tehdit edildiklerini, haklarını savunmamaları için baskı uygulandığını anlatan Özbay, emekleri yok sayıldığı için mücadeleye etmek zorunda olduklarını, ancak bu şekilde kazanacaklarını vurguladı.
Enerji-Sen üyesi olmalarının ardından işten atılan EnerjiSA’ya ait Başkent Elektrik işçilerininin selamlandığı forumda, başta CarrefourSA olmak üzere Sabancı’ya ait tüm şirketler için boykot çağrısı yapıldı.
Emeğin Ekolojisi panelimizden başta Farplas, Yemek Sepeti, Enerjisan işçileri olmak üzere ülkenin dört bir yanında mücadelesini sürdüren, direnen işçilerin onurlu mücadelesini selamlıyoruz.
Doğa' nın ve Emeğin mücadelesini savunmaya, büyütmeye devam edeceğiz! pic.twitter.com/6PEc0sTuXZ
— POLEN Ekoloji Kolektifi (@PolenEkoloji) April 10, 2022
Yenişehir’den gelen emekli bir enerji işçisi söz aldı. Enerji işinin zorlu olduğunu söyleyen işçi, yaşadığı meslek hastalıklarını aktardı, “Hiç ailemle yılbaşı yapmadım. Ailemle, çocuklarımla bayramın kendine has dokusunu yaşama fırsatım olmadı. Üzülmeye bile fırsatım olmadı ne olduğunu bilemeden 30 yıl geçti. Travma olduğunu şimdi anlıyorum” diye konuştu.
Şişecam işçilerinden Arif Can Polat da İSİG raporlarına yansıyan verilerin hepsini 15 yıllık iş hayatında yaşadığını dile getirdi, işçi sağlığı ve iş güvenliğine çevresel açıdan bakmanın önemine değindi.
Forum bölümünde söz alan diğer işçiler de yaşadıkları sorunları dile getirdi. Ekoloji mücadelesi ve emek mücadelesinin bir arada yürütülmesi gerektiğinin altını çizdi.
Etkinlik forumun ardından sona erdi.
— Bursa Su Kolektifi (@BKolektifi) April 10, 2022
Sendika.Org