Değeri belirleyen “ulusal toplumsal emek zaman” değil “küresel toplumsal emek zamandır”. Emek, modernizmin ortaçağına ulus devlet paradigması içinden değil ancak imparatorluk mantığı içinden yanıt üretebilir. Sermayenin güvenliğe dayalı imparatorluk mantığına karşı emeğin özgürlüğe dayalı imparatorluğu ilan edilmelidir
Bir kavramın ahlakileştirilmesi o kavramın ortaçağını ifade eder. Modernizmin kavram seti ahlakileşmiş ve böylece modernizm ortaçağına girmiştir. Modernizm anlam gücünü yitirmiştir. Modernizmin ortaçağı post-modernizmdir. Modernizmin ortaçağı olan post-modernizmin nihilizminin yarattığı ahlakileşme ve lümpenleşme, günümüzün öznellik üretimidir. Yaşamın “Sağ”cılaşması ve çürümesinin nedeni budur. Modernizmin ortaçağı olan post-modernizmin krizine modernizmin içinden çözüm geri bir pozisyona çekiliştir.
“Ulus devlet” ve emperyalizm modernizmin krizlerinin ürettiği önemli kurucu kavramlardır. Ulus devlet ve emperyalizm kavramları günümüzde ahlakileşmiştir. Ahlakileştirmenin olduğu yerde düşünmeye yer yoktur. Bu bağlamda emperyalizm ve ulus devlet kavramları kurucu gücünü yitirmiştir.
Bugün içinden geçtiğimiz olayları okumakta zorluk çekiyoruz ve anlam üretemiyoruz. Nihilizmin hegemonyası altında düşünemiyoruz. Yeni bir Rönesans’a ihtiyaç var. Pratik olarak düşünmenin olanaklarını yakalamak durumundayız. Ahlakileştirmeden hızla uzaklaşmalı, iyi ve kötünün ötesinin düzlemi içinde düşünerek kavramlar üretmeliyiz. Marx, sermayeyi iyi ve kötü olduğu için çözümlemedi, iyi ve kötü ötesi sermaye çözümlemesi üzerinden proletaryayı olumladı. Marx kapitalizmin rekabetçi dönemine ait değildir. Şimdi Marx zamanıdır.
Sınıfsal bakış açısı ahlaki bir düşünme formu değildir. Ücretli emeğin olduğu her yerde proletaryanın da var olduğunu; her “NATO”, “Batı” karşıtı hareketin anti-emperyalizm olduğunu düşünmenin sınıfsal bakış açısıyla uzaktan yakından alakası yoktur. “Sınıflaştırma” kavramı ile “sınıfsallaştırma” kavramı çok farklı anlamları ifade etmektedir. Kendinde sınıfsallık yoktur. “Sınıflaştırma” sosyolojik, “sınıfsallaştırma” ise politiktir. Ücretli emek sosyolojik, proletarya ise politiktir. Emek, ücretli emeği politik olarak reddettiği oranda proletaryadır. Proletarya anti-kapitalizmdir. Bu bağlamda “sınıfsal” bakış, değer teorisi içinden ekonomik-politik sınıflaştırma pratiklerinin dispozitifini çözümlemek ve bu sınıflaştırma öznelliğinin dispozitifleri içinde oluşan güç ilişkilerini politik olarak sınıfsallaştırmaktır. Devrimcilik ve Leninizm budur.
Ulus devlet ve emperyalizm, değer teorisi üzerinden üretilmiş modernizmin egemenlik biçimidir. Modernizmin egemenlik biçimi olan emperyalizm ve ulus devlet, günümüzün küresel sermaye birikimi üretimini sürdürememekte ve buna engel olmaktadır. Kapitalizm yeni bir egemenlik biçimine ihtiyaç duymaktadır. Bu egemenlik biçimi, içinden geçtiğimiz post-modern III. Dünya Savaşı içinden kurulmaktadır. Ukrayna üzerinden sürdürülen NATO ve Rusya savaşı bu düzlemde düşünülmelidir.
Marx, kapitalizmi üç başlık altında dönemlendirmiştir: İlksel birikim, emeğin biçimsel tahakkümü ve emeğin gerçek tahakkümü. Oysa Türkiye solunda değer teorisi içinden dönemlendirmeye bağlı bir düşünme geleneği yoktur. Türkiye solu kapitalizmi Üçüncü Dünyacılık üzerinden okur: Rekabetçi dönem ve emperyalist dönem. Sınıfsal bakış, emperyalizme karşı siyasal bağımsızlık ve ulus devlet savunuculuğuyla sınırlanmış ve hapsedilmiştir. Bugüne içkin anti-kapitalist bir devrim, siyasal devrimden sonra toplumsal devrime bırakılmıştır. Ancak anti-kapitalist bir devrim kapitalist bir egemenlik biçimi olan ulus devletin sorunsallaştırılmasının bir ifadesidir.
Marx’ta, “kapitalizmin rekabetçi dönemi” diye bir dönemlendirme yoktur. “Kapitalizmin rekabetçi dönemi” ifadesi, kapitalizmin emperyalist aşamasının siyasal gericiliğe, “rekabetçi” dönemin ise siyasal ilericiliğe tekabül ettiğini anlatmak için kullanılır. Bu mantık, baş belası diyalektiğin kaçınılmaz sonucudur. Bu diyalektik mantık, emek ile sermaye arasındaki antagonizmayı sermayenin kendini olumlamasının politik tarihi üzerinden okumaktır. Oysa kapitalist tarih, sınıflar mücadelesi tarihi olarak, emeğin politik olumlanması üzerinden okunmalıdır. Kapitalizm ve burjuvazi kendi tarihini feodalizm üzerinden okuyabilir, fakat bu bizim işimiz değildir. Bizim işimiz, emeği ücretli emek altında sınıflaştıran ve sermayeleştiren tarih üzerinden kapitalizmi okumaktır. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması üzerinden okunan bir sermaye tarihinde kapitalizmin hiçbir ilerici dönemi yoktur ve sermaye, doğuşundan itibaren emek üzerinde kurulmuş politik bir gericiliktir. Bu bağlamda diyalektik tarihsel materyalist mantık, kapitalist toplumun sınıflar mücadelesini, bir başka deyişle emek ile sermaye arasındaki antagonizmayı sermaye ile ücretli emek arasındaki diyalektiğe gömmüştür. Bu bakış kapitalizmin “ilerici” dönemindeki kanlı sömürüyü meşru görür. Sınıfsal bakış bu diyalektikten hızla çıkartılmalıdır. Feodalizm karşısında kapitalizmin ve onun kişilikleşmiş biçimi burjuvazinin ilericiliği tam bir felsefi ve politik yanılsamadır. Kapitalizm feodal döneme göre sınıflar mücadelesini özgürleştirir. Ama bunun nedeni burjuvaziden kaynaklanmamaktadır. Bunun nedeni, kapitalizmde değer üreten emek biçimi proletaryanın kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracak tarihsel politik güce sahip bir sınıf olmasıdır. Bu tarih emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasına içkin başlamıştır. Bu bağlamda kapitalizmin feodal döneme göre anlamlılığı burjuvaziden değil proletaryadan kaynaklanır.
Kapitalizmin gelmiş olduğu boyutu anlamlandırmak için yeni bir dönemlendirmeye ihtiyaç var. Yeni bir dönemlendirme ihtiyacının tespiti, bütün sorulara yanıt verileceği anlamına gelmez. Yanıtlardan soru ve sorunsallık üretilemez. Bu bir metafiziktir. Aksine, yanıtlardan önce doğru sorular sormak ve anlamlı sorunsal alanlar keşfetmek gereklidir. “Yeni bir dönemlendirmeye ihtiyaç var” tespiti, anlamlı bir sorunsal alan üzerine düşünmeye davet eder. Politik mücadelenin bu ihtiyaç üzerine düşünme davetine, Türkiye sol düşüncesinin yanıtı ne yazık ki olumsuzdur: “Yeni bir dönemlendirme ihtiyacı yoktur.” 1900’lerin emperyalizmi ve bu dönemin devrim kuramı hâlâ geçerlidir. Yeni dönemde eski kavram ve kategoriler, politik felsefe ve teorideki temellerinden uzaklaşmış, ahlakileştirilerek ajitatif söylemler altında tutuculaşmıştır.
Değişim değerine dayalı kapitalist toplumsal ilişkide emek değerin sermaye değere dönüşümü, sermayeleşmiş zamanın ölçme gücüne bağlıdır. Sermayeleşmiş zamanın ölçme gücü toplumsal olarak gerekli emek zamandır. Değişim değerine bağlı olan meta üretiminde, metalar arasındaki değişim ilişkisi metalardaki donmuş emek zamanların eşitliğine dayalıdır. Donmuş emek zamanlar arası eşitlik ilişkisi üzerinden bir değişim ilişkisi, sermayeleşmiş emek zamanın toplumsal boyutta diğer bütün emek zaman biçimleri üzerindeki politik tahakküm ilişkisidir. Emek zamanlar arasındaki eşitlik, emek zamanlar arasındaki çelişkiye ve çatışmaya içkin bir diyalektikle kurulur. Rekabet, emek zamanlar arası bu çelişki ve çatışmanın diyalektik varoluş biçimidir. Kapitalist üretim ilişkisinde rekabet, emek zamanlar arası politik tahakkümün diyalektik kuruluşudur. Toplumsal olarak gerekli emek zaman, bu rekabetin kurucu gücü, sermayeleştirilmiş olan zamanın diğer emek zamanlar üzerindeki politik gücüdür.
Kapitalizmin ilksel birikim dönemi, emeği ücretli emek altında sınıflaştırmanın açık politik şiddetidir. Feodalizm, emeği toprağa bağlı tutmak için aristokrasinin insan bedeni ve hayatı üzerindeki mülkiyetinin açık şiddet ile kurulmasıdır. İlksel birikim ise, emeğin açık politik şiddetle topraktan kovulması, şehirlerde ücretli işçi olması için damgalanmasıdır. Kapitalizmin ilksel birikim döneminde sermayeleşmiş zaman, toplumsal olarak gerekli emek zaman bakımından, toprağa bağlı olan değer üretim zamanının politik tasfiyesidir. Bu süreç, değer üretiminde emek-değer üretim biçimine, yani emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasına tarihsel-toplumsal bir geçiştir. Sınıflar arası politik çatışma bu geçişin dinamiklerine bağlıdır. Aristokrasi burjuvazi, köylülük ve işçi sınıfı karşısında yapayalnızdır. Aristokrasinin tarihsel tasfiyesi, feodal değer üretme zamanının kapitalist değer üretme zamanı tarafından tasfiyesidir. Kapitalist toplumsal mekân olarak şehirlerin kuruluşu bu döneme tekabül eder. Şehirler ticari mekânlardan emek değer üretiminin fabrikalarına dönüşür.
Kapitalizmin en önemli ayırt edici özelliklerinden birisi, ürünü bireysel emeğin ürünü olmaktan çıkarıp toplumsal emeğin ürünü olan metaya dönüştürmesidir. Kapitalizm, değişim değeri altında toplumsal kullanım değeri üretimidir. Bir ürünün kapitalist meta olmasında, bu iki özelliğinin altı çizilmelidir. Meta, toplumsal kullanım değeri üzerinden toplumsal emeğin ürünüdür. Meta üretiminde emeğin toplumsal boyutu, soyut emeğin somut emeği tahakküm altına almasının politik sınırlarını ve egemenlik biçimini belirler. Toplumsallaşmış emeğin toplumsal işbölümünün yaygınlığı ve derinliği, değişim değeri üzerinden meta ve toplumsal ilişki üretiminin gücünü gösterir. Bu bağlamda emeğin üretkenliği, emeğin toplumsallaşma boyutuyla doğru orantılıdır. Toplumsal olarak gerekli emek zamanın ölçme gücü, emeğin toplumsallaşmasına bağlı olan değer üretiminin soyutlaşmasına, soyut emeğin toplumsal kudretine bağlıdır. Kapitalizmin kendi iç tarihinin boyutlarını kavramak, emeğin toplumsallaşma boyutunun hangi süreçlerden geçtiği ve günümüzde bu boyutun nasıl bir niteliği olduğu üzerine düşünmekten geçmektedir. Emek üzerindeki biçimsel, gerçek ve biyopolitik tahakküm dönemlendirmelerine koşut olan politik egemenlik biçimleri olarak ulus devlet, emperyalizm ve imparatorluk okumaları, emeğin meta üretimindeki toplumsal soyutluğunun geldiği noktayla ve buna bağlı olarak metanın toplumsal kullanım değeri üretiminin coğrafi boyutuyla doğrudan bağlantılıdır. Sınıfsal bakış düzlemi budur.
Kapitalizmin politik tarihi, değer teorisine bağlı olarak farklılaşan emek üzerindeki biçimsel, gerçek ve biyopolitik tahakküm dönemlerine özgü politik egemenlik biçimleri üzerinden okunmalıdır. Modernist sol, kapitalizmin politik tarihini rekabetçi ve emperyalist dönem olarak okurken, kapitalizmin siyasal gericiliğini yalnızca emperyalizm dönemine indirgemiştir. Siyasal gericilik bağlamında rekabetçi dönemin egemenlik biçiminin ne olduğu sorusu böylece ıskalanmıştır. Kapitalizmin tarihine yalnızca sermayenin kendini olumlama politik pratiği üzerinden bakıldığından bu durum normaldir. Oysa emeğin politik olumlama tarihi üzerinden baktığımızda durum farklı olacaktır. Ulus devletlerin kuruluşu, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının politik egemenlik biçimidir. Ulus devletin egemenlik biçiminin, değer teorisine bağlı olarak emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması bağlamında politik olarak neyi ifade ettiği, modernist sol açısından pek de önemli değildir. Ulus devlet, emeği politik sınırlar altında sermayenin siyasi mülkü haline getirmenin ve emperyalizm öncesi “rekabetçi” dönemin egemenlik biçimidir. Bugün devrimci hareketin tıkanmasının teorideki en önemli sebeplerinden biri Marksist bir ulus devlet eleştirisinin olmayışıdır. Çünkü Üçüncü Dünyacı Marksizm ulus devleti yalnızca anti-emperyalizm üzerinden ilerici olarak tanımıştır. Üçüncü Dünyacı Marksizmin elinden anti-emperyalizmi alın, varlığı anlamsızlaşır.
I. Dünya Savaşı, ilksel birikimin küresel çapta devamı ve düzenlenmesidir. Osmanlı ve Rus İmparatorlukları dağıtılmıştır I. Dünya Savaşı Ortaçağ imparatorluklarını dağıtarak, bu imparatorluklarda yaşayan emeği ulus devlet egemenliği altında ücretli emek olarak sınıflaştırmış, ulus devlet sınırları altında mülkleştirmiş ve emperyalist sermayenin sömürüsüne açmıştır. İkincisi, I. Dünya Savaşı emeğin politik sınırlarını değiştirmiştir. Sermaye için en önemli tehdit 1848 proletaryasının küresel politik niteliğidir. Ulus devlet, emeğin küresel boyutunu ulusal boyuta dönüştürerek emeğin ücretli emek altında sermayeleştirmenin politik biçimidir. Ulus devlet egemenlik biçimi emperyalizme karşıt değildir, bizzat emperyalizm I. Dünya Savaşı sonrasında küresel düzenin krizini ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde çözmüştür. Wilson İlkeleri I. Dünya Savaşı’nın kurucu ilkeleridir.
Ulus devlet emperyalizme içkin bir üretimdir. Ulus devlet emperyalizmi, emperyalizm ise ulus devleti üretir. Ulus devlet, emeğin ulusal sınırlarla çitlenmesi, uluslaştırılması, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması, sermayenin biyopolitik mülkü olarak toplumun iç sömürgeleştirilmesidir. Ulus devlet iç sömürgeleştirmenin egemenlik biçimidir. Bu tarih kanlı sınıflar mücadelesiyle kurulmuştur. Bu bağlamda Avrupa ve Amerika “Batı” adı altında kapitalizme ait değildir. Avrupa ve Amerika 1848’dir, işçi sınıfının politik soykütüğünün önemli bir vatanıdır. Avrupa ve Amerika “Batı” adı altında sermayeye ve burjuvaziye asla terk edilemez. Avrupa ve Amerika’da proletaryanın kanlarıyla bizlere kazandırdığı insanlık değerleri 1848, Paris Komünü, 1 Mayıs, 8 Mart, genel oy hakkı, 8 saatlik işgünü ve faşizme karşı demokrasi proletaryanın değerleridir. “Sol’u” Doğu ve Batı ikiliği içinden düşünecek olursak “Sol” Avrupa’dır. Ayrıca Rusya da Avrupa’dır. Rusya’nın ve Sol’un Doğu üzerinden düşünülmesi “beyaz Marksistlerin” sosyal şovenliğidir. Sınıflar mücadelesini ve sınıfsal bakışı emperyalizme karşı ulus devletin siyasal bağımsızlığına indirgemek burjuvadır ve Üçüncü Dünyacılıktır. Bu açıdan Doğu üzerinden Sol’u düşünmek politik olarak problemlidir. Sınıfsal bakışın “Doğusu” “Batısı” yoktur.
Biçimsel tahakküm ile gerçek tahakküm arasındaki en önemli fark, sermayeleşmiş emek zamanın tasfiye ettiği emek zaman biçimlerinin farklılığıdır. Biçimsel tahakküm pre-kapitalist emek zaman biçimlerini tasfiye ederken, gerçek tahakküm kapitalistleşmiş emek zamanların tasfiyesidir. Gerçek tahakküm, sermayenin teknik ve organik bileşimindeki gelişmelere bağlı olarak emeğin verimlileştirilmesini hedefler. Emeği verimlileştirme rekabetinde geri kalan kapitalist işletmeler, emeği daha verimli kılacak olan sermayenin teknik ve organik bileşimindeki değişmelere bağlı olarak tasfiye olur. Kapitalizm, yalnızca biçimsel tahakkümde olduğu gibi pre-kapitalist emek zamanların tasfiyesi değildir, aynı zamanda toplumsal emek zamana bağlı olarak eskimiş kapitalist emek zamanların ve buna bağlı olarak eskimiş kapitalist toplumsal ilişkiler ve egemenlik biçimlerinin de tasfiyesidir. Marx, “sermayenin teknik temeli devrimcidir” derken, bunu yalnızca feodaliteye karşı söylememiş, aynı zamanda “devrimciliğin” teknik temelinin sermaye birikim süreçlerine içkinliğini ifade etmiştir. Kapitalist, kapitalistin kurdudur. Bu yasa kapitalizm var oldukça değişmeyecektir. Sermayenin barışı yoktur.
Sermaye birikimi, emeğin tahakküm altına alınması bağlamında aynı zamanda bir iktidar birikimidir. İktidar bir ürün olarak sabit değil, bir pratik olarak sürekli üretimdir. Sermayenin yoğunlaşması, iktidara içkin sermayenin merkezileşmesi ve tekelleşmesidir. Bu bağlamda ulus devlet, iktidar ekonomisinin dispozitifi ve toplumsal fabrikasıdır. İktidar ekonomisinin değer teorisinde değerin ölçüsünü ulus devlet egemenliğinde politik olarak belirleyen “toplumsal emek zaman” “ulusaldır”. II. Dünya Savaşı ulus devlet altında belirlenen “ulusal toplumsal emek zamanların” uluslararası rekabetinin ürünüdür. Bu bağlamda emperyalizm ulus devletin finans kapital aşamasıdır. Emperyalizm, bir ulus devletin toplumsal emek zamanının bir başka ulus devletin toplumsal emek zamanı tarafından açık askeri savaşla ve işgal yoluyla politik tasfiyesidir. Emperyalistler arası savaş ve emperyalizm tarafından geri bıraktırılmışlık budur. II. Dünya Savaşı, ulusal toplumsal emek zamanların uluslararası rekabetinin emperyalist ulus devletler aracılığıyla açık askeri savaş olarak sürdürülmesidir.
1970’lerle birlikte doların dünya ticaretinin eşdeğeri olarak kabul edilmesiyle mevcut durum çözülmüştür. Doların küresel para birimi olması yeni bir krizin kapısını açmıştır. Doların küresel para birimine dönüşmesiyle birlikte ulus devlet egemenliği altında belirlenen toplumsal emek zamanın politik sınırları değişmiştir. Ulus devlet toplumsal emek zamanı belirleme gücünü yitirmiştir. Bu durum evrensel eşdeğer para ile değer arasındaki ilişkisi köklü bir krizini ifade etmektedir. III. Dünya Savaşı’nın nedeni budur.
Marx’ın önüne koymasına rağmen yazmaya ömrünün yetmediği başlıklardan biri de dünya ekonomisidir. Şimdi, tam da bu başlığın içerisinden geçiyoruz. İlksel birikim, biçimsel tahakküm, gerçek tahakkümden sonra kapitalizm biyopolitik tahakküm dönemindedir. Biyopolitik tahakküm bir dünya ekonomisidir. Ulus devletin politik sınırları altında kurulan soyut emek üretimi ile dünya ticaretinde meta ve sermaye ihracıyla işleyen değer akışı yerini doğrudan küresel politik sınırlar altında gerçekleşen değer üretimi ve dolaşımına bırakmıştır.
Artık kapitalizmin biyopolitik ve postmodern aşamasındayız. Değeri belirleyen “toplumsal olarak gerekli emek zamanın” ulusal niteliği ortadan kalkmıştır. Küresel şirketlerin yarattığı artı değeri üreten emeğin niteliği ulusal olmaktan çıkmıştır. Değeri belirleyen “ulusal toplumsal emek zaman” değil “küresel toplumsal emek zamandır”. Soyut emek üretiminin içerisi ve dışarısı ortadan kalkmıştır. Küresel soyut emeğin ve maddi olmayan emeğin organik bir parçası olmadan, dünyanın hiçbir coğrafyasında artı-değer üretmek ve üretilen artı-değeri korumak artık mümkün değildir.
İmparatorluk, dünya ekonomisi üzerine kurulu “network” düzeneğine bağlı bir egemenlik biçimidir. Kapitalizmin post-modern döneminde değere dayalı toplumsal sermaye birikiminin kurucu gücü olan ulus devletler, ranta dayalı mafyatik şirket devletlere dönüşmüştür. Ulus devletin kurucu gücü yurttaş artık bir müşteridir. Ulus devlet ve ulus devletler arası bir egemenlik yerine, şirket devletler arası ilişkiye dayalı yeni bir küresel egemenlik kuruluyor. Bu egemenlik asla tek devlete doğru gitmeyecektir. Dengesiz gelişim yasası, değeri belirleyen toplumsal emeğin rekabeti ve politik çatışmaları sonsuz küçüklüklerde ulusal niteliğini yitirmiş ve küreselleşmiştir. Savaş sonsuz küçüklüklerin ağlarına yayılmıştır. Güvenliğe dayalı barış, İmparatorluk mantığıdır. Sermayenin biyopolitik üretimi artık ulus devlet mantığıyla değil imparatorluklar mantığı üzerinden çalışmaktadır. Çin, Rusya ve Türkiye ulus devlet mantığıyla değil imparatorluk mantığıyla politika üretmektedirler. Ulus devlet mantığı üzerinden bir egemenlik düşüncesi artık bitmiştir. Günümüz devletleri postmodern aristokrasidirler. Yeni bir ortaçağa girmiş bulunuyoruz. III. Dünya Savaşı ulus devletler arası değil, aristokrat şirket devletler ya da imparatorluklar arası savaş olarak sürmektedir. Artık postmodern krallık çağındayız.
İmparatorluk mantığı bizleri kesinlikle dışsallığa sevk etmesin. III. Dünya Savaşı, merkezi devleti olmayan imparatorluk mantığına dayalı, aristokratik egemenler arası küresel bir iç savaştır. NATO bir imparatorluk ordusu olarak hem dünya barışının gücü hem de iç savaşın güvenlik gücüdür. Artık imparatorluk mantığına dayalı modernizmin ortaçağını yaşıyoruz.
III. Dünya Savaşı içindeki dört gücü pre-modernite, modernite, post-modernite ve alter-modernite olarak sınıfsallaştırabiliriz. Pre-modernite, modernizmin ortaçağını ifade eden post-modernizmin krizine siyasal İslam’ın imparatorluk mantığıyla yanıt veren kökten dinciliktir. Pre-modernite, post-modernitenin lümpenliğine ahlaki bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. İmparatorluk mantığı bu güçlere önemli imkânlar sağlamıştır. Fakat modernite karşısında yenilmiş bir gücün post-modernite karşısında bir geleceği yoktur. Yine de bu süreç pre-moderniteyi sürekli üretecektir.
Modernite güçleri, post-modernitenin modernite eleştirisine karşı ulus devlet savunusu üzerinden bir dirençtir. Modernite kapitalizmin terk ettiği kaleleri ele geçirmekle meşguldür. Bu gücü ülkemizde CHP/ML olarak düşünebiliriz. CHP/ML’nin gücü ancak pre-moderniteye yetecektir. Modernizm, post-modernizm karşısında ancak nostalji olarak kalır.
Rusya ve Çin’i ulus devlet üzerinden modernite güçleri olarak düşünmek büyük bir yanılgıdır. CHP/ML’cilerin düştüğü en büyük hata budur. Rusya ve Çin ulus devlet değildirler; birçok ulusal topluluktan oluşan federatif devletlerdir. Sosyalist ülkelerin dağılmasından sonra kapitalizm içinde kalmalarına rağmen egemenlik biçimi arayışları devam etmiştir. Rusya ve Çin için en büyük tehlike ulus devlet paradigmasıdır. Bu açıdan, Rusya ve Çin ulus devlet üzerinden modernite güçleri içinde değillerdir. Çin ile Rusya’yı stratejik müttefik olarak görmek ise ikinci yanılgıdır. Çin Rusya’dan ziyade NATO’ya yakındır. Çin post-modernizmin kurucu gücüdür. Üretimin küreselleşmesinin mimarıdır. Çin küresel ekonominin ağıdır. Bu nedenle Çin neoliberal kapitalist imparatorluğun ağı içinde yer almaktadır. Kapitalist imparatorluk lideri ABD, Avrupa üzerinden Rusya’yı yanına çekip ekonomik liderliğini tehdit eden Çin’le hesabını görmek isterken dengeler değişmiştir. Şimdi ABD, Çin’i yanına çekerek Rusya ile hesabını Avrupa üzerinden görecektir.
Ukrayna-Rusya savaşı bölgesel bir savaş değil küresel bir savaştır. Rusya, Çin’i yanına almış görünüp Ukrayna’yı işgal ederek bölgesel imparatorluğunu ilan etmiştir. Rusya Çin gibi küresel ağın kurucu gücü değildir. Kapitalist imparatorluğun ağı ve hiyerarşisinde Rusya’nın yeri belirsizdir. Rusya güvenlik gücüne dayanarak, aristokrasi hiyerarşisinde bölgesel imparatorluğunu ilan edip yerini netleştirmek istemiştir. Gelecek Rusya için hiç de iyi görünmemektedir.
Dördüncü güç anti-kapitalist alter-modernitedir. Alter-modernite post-modernitenin terk ettiği kalelere sığınarak pozisyon alamaz. Alter-modernitenin moderniteye sığınması geri bir pozisyondur. Post-modernizm, modernizmi aşmamıştır. Post-modernizm modernizmin krizidir. Modernizmin krizine modernizm içinden çözüm üretmek sermayenin terk ettiği burjuvayı özlemektir. CHP/ML TÜSİAD’dan medet umar hale gelmiştir.
Emek, modernizmin ortaçağına ulus devlet paradigması içinden değil ancak imparatorluk mantığı içinden yanıt üretebilir. Sermayenin güvenliğe dayalı imparatorluk mantığına karşı emeğin özgürlüğe dayalı imparatorluğu ilan edilmelidir. III. Dünya Savaşı antikapitalist güçler için önemli bir fırsattır. Emeğin ulusallaştırılmasının zinciri kırılabilir. Proletarya gerçek gücü olan 1848’in dünyalı ruhuna geri dönebilir. Antikapitalizm ulusal değil küresel bir kurucu güçtür. Komünizm bir dünya devrimidir.
Yaşasın dünya yurttaşlığı!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.