Ülkemizde depreme karşı alınan önlemlerin kâğıt üzerinde oldukça yeterli olduğu görülmektedir. Ancak sorun bu yönetmeliğin uygulama aşaması için öngördüğü çoğu şeyin kâğıt üzerinde kalmasıdır. Yapıların projeleri, kâğıt üzerinde yönetmeliğin ön gördüğü statik hesapların tamamını sağlarken, uygulama aşamasında işin içine müteahhitlerin kâr hırsının girmesi ve yapı denetim büroları, laboratuvarlar gibi denetim organlarını da elinde bulundurması sonucu ortaya zincirlemeli bir şekilde uygulama hataları çıkmaktadır. İlk olarak, bu uygulama hatalarının oluşturduğu zinciri eğitimsiz girişimcilerin oluşturduğu “müteahhitlik” mesleğini ortadan kaldırarak kırabiliriz
Kaç gün geçti İzmir Depremi’nin üstünden? Yine kaç günde haber niteliğini yitirdi kaybettiğimiz onca hayat? Kim konuşmaya devam ediyor bu konu hakkında? Kimler elini taşın altına koyuyor? Deprem bu coğrafyanın kaderi, peki depremin yerle bir ettiği yapıların altında sıkışarak can vermek de bu coğrafyada kader mi? Yirmi bir sene geçti Gölcük Depremi’nin üstünden. Koca yirmi bir sene de değişen tek şey Deprem Yönetmeliği’nin[1] kendisi oldu. Zira İzmir’deki 6,6 şiddetindeki depreme bile dayanamayan yirmi yapı ve göçük altında kalan onca insan bunu ispatlar nitelikte. Peki, insanların yıllarca etinden tırnağından arttırarak, bir ömür boyu faizlerle boğuşarak sahip oldukları evlerinin mezarlarına dönüşmesinin arkasındaki nedenler nedir ve sorumluları kimlerdir?
Ülkemizin acı bir gerçeği haline gelen bu yıkımların ardında peşi sıra birbirini takip eden ihmaller silsilesi olduğu oldukça açıktır. Daha fazla kazanç elde etme hırsıyla yapılan birçok yanlışa bu sistemin her basamağında göz yumulmakta. İnşaat sektöründe “müteahhitlik” diye adlandırılan ve bir sürü yanlış ile içi doldurulmuş bir kavram mevcut. Öncelikle bu sektörde kimlere müteahhit denir onu açıklayalım. Müteahhit, yaptığı işe dair hiçbir eğitim almamış, mesleki bilgi ve yeterliliği herhangi bir devlet kurumu tarafından sınanmamış ve buna yönelik hiçbir resmî belge edinmemiş olan ancak yatırım yapacak kadar maddi birikimi bulunan ve yaptığı yatırımdan misliyle kâr elde etmek isteyen kişilere denir. Tek derdi daha fazla kâr elde etmek olan müteahhitler, kendilerince gereksiz gördükleri her türlü masraftan kaçınmaya çalışırlar. İnşaatını üstlendikleri yapıların inşası sırasında şantiye şefi (mühendis) bulundurulması zorunlu olmasına rağmen sadece kâğıt üzerinde diplomasını kiraladığı herhangi bir mühendisi şantiye şefi olarak gösterirler. Üstelik bu mühendis başka bir işte çalışmaktadır ve sigortası da yapılmaktadır. Bir de kâğıt üzerinde şefliğini yaptığı şantiyeden de ikinci sigortası yatmaktadır. Hem inşa aşamasındaki denetimsizliğe göz yumulmakta hem de düzenli bir işe sahip olabilecek başka mühendislerin hakkı gasp edilmektedir. Peki devletin, bu sistemin denetleyici organı olarak bu mühendisleri tespit edememesi inandırıcı mıdır? Sanırım bu sorunun cevabı oldukça net. Şantiyeye hiç uğramadan şantiyenin sorumluluğunu üstlenen bu mühendisler, bilinçli veya bilinçsiz, müteahhittin yaptığı bütün hataları da üstlenmiş olur.
Müteahhitlerin kâr elde etme çabası yapıların temelinden başlar. Bir yapının zemin sınıfının doğru tespit edilmesi depreme karşı dayanıklılığı için oldukça önemlidir. Zeminin sondajı açılarak zemin sınıfı belirlenir ve yapı temelinin de ne kadar derin olacağına buradan elde edilen bilgi ile karar verilir. Ancak müteahhitler için sondaj derinliğinin her bir metresi fazladan harcama yapmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle sondaj sağlam zemin derinliği bulunmadan son bulur ve doğru zemin sınıfı tespiti yapılamadığı için yapıya uygun olan temel tespit edilemez. Nihayetinde de taşıma sistemi ve/veya temeli uygunsuz olan yapının çökmesi umulduk bir son olur. Müteahhitlerin binanın en çok gider kalemleri olan beton ve demirden tasarruf ederek masrafları azaltma çabaları da ne yazık ki çok yaygındır. Hâlbuki binanın iskeletini beton ve demir oluşturur. Binanın sağlamlığı ve dayanıklılığı için en temel yapıtaşı olan betonarmenin, 1999 deprem öncesi C16 sınıfı olması yeterliyken yeni yönetmenlik ile C20 sınıfı zorunlu hale getirilmiştir. Donatının ise nervürlü demir olması (betondan demirin sıyrılmaması için) zorunlu hale getirilmiştir[2]. Yönetmenlikteki bu değişikliğin sebebi C16 beton dayanım sınıfıyla dökülmüş bir betonarme yapının depreme dayanabileceği fakat betonun daha kalitesiz olması veya döküm yapılırken yapılan hatalar ve yeterince sıkıştırılmaması gibi kötü işçilikten de kaynaklanan sebeplerden betonarme sınıfının C16 sınırının altına düşmesi, yapıyı depreme dayanıksız hale getirmektedir. Bu madde de “En azından C20 dökün diyelim ki en kötü ihtimalle C16’yı tuttururlar herhalde” mantığıyla yönetmeliğe eklenmiş bir maddedir aslında.
Yapıların betonun C20 olarak dökülmesini yapı denetim büroları denetlemektedir. Ancak bu bürolar ücretlerini beraber çalıştıkları müteahhitten almaktadırlar. Adeta esnaf-müşteri ilişkisini aratmayan bu tabloda, müşterisini kaybetmek istemeyen bürolar, müşteri daima haklıdır tutumu ile yapının denetiminden ve kontrollerinden göz ardı edilemeyecek tavizler verir. Hatta bazı bürolar da tavizler vermek zorunda bırakılır. Herhalde gazetelerden gördüğümüz “Müteahhit Yapı Denetim Mühendisini Tokatladı”[3] başlıklarına yabancı değilizdir. Denetimdeki aksaklık zincirin bir diğer halkası olan, yapı denetim bürolarına bağlı çalışan yapı malzemeleri deneylerinin yapıldığı laboratuvarlarda da devam etmektedir. Laboratuvarlar ücretlerini, bu yapı denetim bürolarından aldıkları için onların x binasından alınan bir beton numunesi veya demir parçasının dayanımının düşük olması durumunda, bunu yapı denetim bürolarını söyleyip tekrar bu x binasından numune alınıp test edilmesini göze alamamaktadırlar. Bunun nedeni ise yine müşteri kaybetme kaygısıdır. Müşterisini kaybetmek istemeyen laboratuvarlar da “Müşteri her zaman haklıdır” diyerek, test sonucunda oynama yapıp raporda, yapının dayanıklı olduğunu belirtmektedir.
Ülkemizde depreme karşı alınan önlemlerin kâğıt üzerinde oldukça yeterli olduğu görülmektedir. Ancak sorun bu yönetmeliğin uygulama aşaması için öngördüğü çoğu şeyin kâğıt üzerinde kalmasıdır. Yapıların projeleri, kâğıt üzerinde yönetmeliğin ön gördüğü statik hesapların tamamını sağlarken, uygulama aşamasında işin içine müteahhitlerin kâr hırsının girmesi ve yapı denetim büroları, laboratuvarlar gibi denetim organlarını da elinde bulundurması sonucu ortaya zincirlemeli bir şekilde uygulama hataları çıkmaktadır. İlk olarak, bu uygulama hatalarının oluşturduğu zinciri eğitimsiz girişimcilerin oluşturduğu “müteahhitlik” mesleğini ortadan kaldırarak kırabiliriz. İnsan hayatını bu kadar yakından etkileyen bir işin başında liyakat sahibi, işinin uzmanı olan mühendisler bulunmalıdır. Bir mühendisin birden fazla işyerinde çalışmaması ve İMO’nun belirlemiş olduğu asgari ücretin[4] altında çalışmaması gerekmektedir. Aynı zamanda da inşaat denetimlerinin düzenli olarak kontrol edildiğine emin olunması, yapı denetim bürolarının ve laboratuvarların devletten ücret alması ve devlete hesap vermesi gerekmektedir. Bu sorunların hepsinin başlıca sorumlusu, denetimin en üst yetkilisi olan devlettir. Çünkü sistemin bu şekilde işletilmesinin önünü açmıştır ve bütün ihmallere, yaşanan onca acıya rağmen, hala bugün göz yummaya devam etmektedir. Depremde yıkılan binaların sorumlularını yargılamayan hiçbir cezai işlem yapmayan da devlettir. “İmar barışı”[5] adı altında hiçbir mühendislik hizmeti almamış olan kaçak binaların affını süresiz olarak veren de devlettir. Bu düzenin değişmesinin gerektiği ve devletin en kısa zamanda uygulamaya dair yeni çözümler getirmesi gerekmektedir. Aksi takdirde binalar çökmeye, insanlar can vermeye devam edecektir.
İnsanları öldüren depremin kendisi değil, yine “insanların” kendi elleriyle yaptığı ve kendi ihmallerinden ötürü çöken, dayanıksız ve sağlıksız yapılar; inşaatın her aşamasındaki ihmaller zincirine göz yuman denetleyici organlardır. Yapıların sağlam ve dayanıklı olmasını sağlamak vicdanlı ve iş ahlakına sahip bireyler eğitmekle başlar. Para kazanma hırsının başka insanların hayatlarına mâl olacağını öğretebildiğimiz bireyler yetiştirdiğimiz gün, deprem olduğunda binalardan kaçmak yerine binalara sığınan insanlar görebiliriz. Böylelikle tıpkı 2011 yılında Japonya’da meydana gelen 9.00 şiddetindeki[6] depremde olduğu gibi, binaların çökmediği ve insanların binalara koştuğu bir ülke olabiliriz.
Dipnotlar:
[1] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/03/20180318M1-2-1.pdf
[2] agy
[3] http://politeknik.org.tr/yapi-denetimde-gorevli-insaat-muhendisine-muteahhit-saldirisi/
[4] http://www.imo.org.tr/resimler/dosya_ekler/070d29b3bb6dc21_ek.pdf?tipi=&turu=&sube=
[5] https://imarbarisi.csb.gov.tr/
[6] https://www.veryansintv.com/japonlarin-9-siddetindeki-bir-depremde-burnu-bile-kanamiyor-peki-nasil
* Serdar Kibar: İnşaat Mühendisi, Yapı Teknik öğretmeni
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.