Siyasî suç, adı üzerinde, iktidarı hedef alır. Fakat siyasî düşüncenin tek derdi iktidar değildir. Devletin hataya düştüğü nokta buradadır. Bütün muhalif siyasî düşünceyi “suç” olarak görür. Toplumsal, tarihsel, etik temelleri olan siyasî düşünce, devlet için çoğu zaman bir “asayiş” ya da son zamanlarda çok trend olan söylemle bir “beka” sorunudur
Ölüm orucundaki avukat Ebru Timtik (Fotoğraf: Fosem)
Siyasî suç, muhalif birey ya da grubun siyasî katılımlarını devletin o dönemde çizdiği yasal çerçevenin dışında gerçekleştirmesidir. Bu yasal çerçeve konjonktüre bağlı olarak değiştikçe Siyasî suç tanımı da eğilip bükülür. Örneğin, isyan ve ayaklanmalar eskiden hükümdarı direkt olarak hedef alan eylemler olduğu için çok sert bir biçimde bastırılırken, gösteri ve yürüyüşler bugün -kâğıt üzerinde de olsa- anayasayla güvence altına alınmış haklardır.
Siyaset Bilimi bölümlerinde henüz giriş derslerinde anlatılan statükonun her zaman devrim korkusuna sahip olduğudur. Statüko, genellikle de benzer hatalara düşer. Muhalif düşünceyi hukukî ya da siyasî manevralarla alt etmeye çalışır ve buna her yeltendiğinde de bulunduğu noktadan daha baskıcı ve manipülatif bir noktaya kayar. Üstelik bu çaba oldukça yüzeysel ve özeleştiriden uzaktır. Geçtiğimiz yıl, yerel seçimlerin tekrarlanması, Türkiye’deki durumun rekabetçi otoriteryenizmin ötesinde bir otokrasiye evrildiğini gösteriyor. Seçim sonuçlarından ders almak yerine ders vermeyi uygun bulan bir iktidar var. Şimdi neden bu yola gittiğini açıklamaya çalışacağım.
Siyasî suç, adı üzerinde, iktidarı hedef alır. Fakat siyasî düşüncenin tek derdi iktidar değildir. Devletin hataya düştüğü nokta buradadır. Bütün muhalif siyasî düşünceyi “suç” olarak görür. Toplumsal, tarihsel, etik temelleri olan siyasî düşünce, devlet için çoğu zaman bir “asayiş” ya da son zamanlarda çok trend olan söylemle bir “beka” sorunudur. Devletin bekasını siyasetler üzeri bir durum olarak algılamayan ve asayişi öncelemeyen bireyler, iktidar için zaten baştan kaybedilmiş kalelerdir. Bu bireylerin siyasî davranışlarından ders çıkmaz, tam aksine bu insanlara ders verilmelidir. Hukukçu Ümit Kardaş’ın hatıratlarında geçen, Kenan Evren’in, 12 Eylül’ü takiben yargıçlara hitaben sarf ettiği “Siz olaylara hukukçu gözüyle bakmayacaksınız. Başka bir durum var. Ülke tehlikede” sözü, iktidarın yargı mekanizmalarından beklediği davranışı açıklar niteliktedir. Dillere destan 12 Eylül yargılamaları ve müteakip hukuksuzluklardan bugün ne denli azade olabildik diye sorarsanız… Siyasî mahkûmlar cephesinde bir değişiklik yok. Zamanında açlık grevi yapan koğuşların kapılarına köfte arabası getirten, hastanede tedaviyi reddeden ölüm oruççusunun başucuna kokusu tüten ev yemeği koyan iktidar, bugün yine aşağı yukarı benzer şeyler yapıyor.
Günümüz entelijansiyası post-politikaya mahkûm, kendini Marksist olarak tanımlayan düşünürler radikal demokrasiye razı olmuşken, siyasî mahkûmların defaatle savunulması gerekmektedir. Neden mi? Çünkü gerçek siyaset verili sistem içindeki küçük sıçrayışlar kanalıyla yapılamaz. Gerçek bir siyasî değişimi sağlayacak özneler zaten kriminalize edilecekler ve cezaevlerinde ellerinde kalan tek şeyle, bedenleriyle siyasî katılımlarını sürdürecekler. Üstelik, bu körü körüne yapılan bir eylem de değildir. Ölüm orucu ve açlık grevleri yapan insanların bir talepleri vardır ve talepleri yerine getirildiği takdirde eylemlerine son vereceklerdir. Bu yüzden, bu mahkûmların cezaevlerinde yaygın görülen hapsedilmeye bağlı süisidal mahkûmlardan ayrılması gerekir. Taleplerin yerine getirilmeyeceğinden emin olsalar dahi eylemlerini sürdürmelerinin sebebi, değerleri uğruna eylemlerinden dönmeyerek kendilerinden sonraki nesilleri politize etmektir. Çünkü feda eylemi, geride kalanlara bir misyon da yükleyecektir, ölüm orucunu siyasî mücadele repertuvarına sokacak ve yeni feda pratiklerinin üretilmesine sebep olacaktır. Özetle, siyasî mahkûmun dirisi de ölüsü de siyasîdir.
Schmittyen dost-düşman kartezyeni siyasî yargılamada ve siyasî suç tanımlamada sıklıkla referans verilen kavram olsa da, burada Schmitt olayı basitçe bir kamplaştırma ve iç savaş hazırlığı olarak algılamaz. Bizzat bu dost-düşman ayrımı üzerinden iç ya da dış fark etmeksizin beka düşmanlarının kontrol altında tutulması, muhalefetin iktidar değişikliğine gidebilecek bir mücadeleyi göze alamayacak bir hale gelmesi ve o halde tutulması devletin siyasal birliği için gereklidir.
Günümüzdeki siyasal arena sıklıkla 90’lar Türkiye’sine benzetiliyor. Siyasî katılıma dair çizilen çerçeve bir parça daralmakla birlikte 90’lara benziyor, ancak belirgin fark ortada iktidarı zorlayan politik muhalif bir güç yok iken bile iktidarın ayrım, kontrol ve kriminalizasyon tedbirlerinin devam etmesi. Siyasî mahkûmun kendi varlığını ülke gündemine hatırlatması, mahkûm olmasına sebep olan ceza yargılama pratiklerini tartıştırması dost-düşman ayrımının geçtiği çizginin de tartışılması ve genişletilmesine yönelik bir potansiyel barındırdığı için sessiz ama bir o kadar da sert bir cevapla karşılaşıyor. Kriminalizasyonun yalnızca legal-parlamenter yollarla siyasî katılımını gerçekleştirenlere kadar dayanması, postmodern bir Takrir-i Sükûn olarak tezahür ediyor. Siyasî mahkûmdan beklenen siyasî vasıflarını bir yana bırakması salt bir hükümlü olarak olabildiğince uzun varlığını sürdürmesi. Bu başarıldığında o artık siyasal birliğin gerekli bir yapıtaşı olmuş demektir. İktidar kendi kriminalizasyon politikasının sonuçlarının ortadan kaldırılmasının sorumluluğunu da bu politikanın kurbanlarına yüklüyor. “Ben niye burada tutuluyorum?” gibi basit ve temel bir soru ise bir ölüm sebebi oluyor.
Yüzlerce yıllık tarihi olan Aydınlanma’nın ve rasyonalitenin, kısacası insan aklının vardığı son noktadaki örgütlenme biçimi olan modern devletin, siyasî muhalefetle imtihanı özetle bu. Gelirinizin yüzde 20’sine el koyan iktidar, kamusal düşman olan siyasî mahkûmlara karşı köfte arabası ile mücadele veriyor. Ölüm orucundaki mahkûmu tahliye etmek yerine hastanede tutarak “Öleceksen, gözümün önünde öl.” diyor. Montesquieu’nün Kanunların Ruhu Üzerine’sinden 270 yıl sonra ise kimin suçlu olacağına hukukçular değil, şahsım devleti karar veriyor. Hukukçu demişken… Barolar Birliği Başkanını gören var mı?
* Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü doktora öğrencisi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.