Yayımlandıktan sonra tahmin ettiğimden de geride bir kitapla karşılaştığımı söyleyebilirim. Daha çok başka örgütlerden devrimcilerin, yanı sıra bazı eski yoldaşlarının, Fatih’in hayatının bilinmeyen yönlerini açığa kavuşturan röportajları, onu daha iyi tanıyabilmemiz bakımından olumlu. Fakat her iki yazar da epey bir emek sarf etmelerine rağmen hem TİKB tarihini iyi bilmedikleri hem de partisiz devrimcilik anlayışına kaydıkları için iyi bir çalışma ortaya koyamamışlar
Ayrıntı Yayınları’nın “Benim Adım Dilaver” adıyla yayınladığı röportaj-biyografi, 1984 ölüm orucunda kaybettiğimiz dört devrimciden biri olan Mehmet Fatih Öktülmüş’ü anlatıyor.
Bu yazıda Fatih’le uzun dönem birlikte mücadele etmiş ve yakından tanıyanlardan biri olarak görüş ve eleştirilerimi ortaya koyacağım.
Belgeselinin organizatörü Ufuk Bektaş Karakaya benim katılımımı istediğinde reddetmedim. Ancak az çok tahmin edebildiğim niyeti konusunda kuşkularım vardı. Oktay’ın da olduğu ilk konuşmamızda sohbet sırasında Nihat Behram’ın kaleme aldığı Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit kitabının yüz bilmem kaç baskı yaptığından söz edilmesini iyiye yormadım.
İkinci buluşmamızda Bektaş’ın tuhaf bir şekilde ortak değerimiz Fatih için “can yoldaşım”, “siper arkadaşım” gibi aşırı sahiplenici, hepimizi ıskalayan sözler sarf etmesine anlam veremedim. Aradan 30 yıldan fazla zaman geçtikten sonra Fatih’in ölmeden önce merkez komitesine grup dönemine döndüğümüze dair 44 sayfalık eleştiri mektubu bıraktığından söz edince şaşırmadım diyemem.
Hareketle ilişkimi kestiğim 1995’ten beri zaman zaman görüşmemize rağmen ilk defa böyle bir şey duyuyordum. Gerçi ben sözünü ettiği o dönemde (1984) henüz yakalanmadığım, yani dışarıda olduğum için muhatabı değildim. Fatih’in veda mektubu, girişinden bazı cümleler çıkarılıp yerine nokta işaretleri konarak bana da iletilmişti.
Fakat Fatih’i yakından tanıyan biri olarak hem böyle eleştirilerde bulunacağına hem de ölüme yaklaşmışken bu kadar uzun yazabileceğine ihtimal vermedim. Eğer öyle bir şey olsaydı, ölüm orucu başlamadan önce, tahliye olanlar aracılığıyla ilettiği, faaliyeti durdurarak kendimi korumaya almamı öneren notunda bundan da söz ederdi. Bektaş Karakaya’nın 30 yıl boyunca susup, o gün böyle bir şeyden söz etmesini, Fatih’i TİKB karşıtı bir zemine çekmek istediğine yordum. Öteki MK üyelerine güvenmediğim, fakat kitabında böyle bir iddiada bulunmasının doğru olmayacağı konusunda uyardım.
Diğer bir itiraz noktam da görüşülecekler arasında itirafçılığın kıyısından dönmüş Cumali Çataltepe gibi poliste çok kötü çözülmüş kimseler ve komplocu yöntemleriyle bilinen, “geçmişte ne yaptıysak tersini yapmalıyız” diyecek noktaya gelmiş Kenan Güngör gibi post-Marksistler ile aynı karede görünmek istemediğimi söyledim. Fatih’in tam tersi özelliklere sahip insanlara yer verilecek olması anlatının özüne tersti. Bektaş’ın mültecilik sürecinde şakülünün kaydığını, bir Marksist-Leninist’te olması gereken sınır işaretlerini kaldırdığının epeydir farkındaydım. İletişim Yayınları’ndan çıkan Ölüm Bizim İçin Değil’e önsöz yazmam önerisini de bu yüzden kabul etmemiştim.
Fatih’i herkes anlatabilir, başkalarının anlatamayacağı gibi tekelci bir zihniyete sahip olanlarla, hele tehdit savuranlarla aynı görüşte olmam imkânsız. Ancak kimden gelirse gelsin Fatih’in özelliklerinin kıymetini takdir yeteneğinde olmayanların onu çarpık resmetmelerini eleştirmeyi de görev addederim. Bu yüzden, son yıllarda salgın haline gelen anı yazma ve röportaj furyasının bir parçası olduğunu düşünerek katılmadım.
Yayımlandıktan sonra tahmin ettiğimden de geride bir kitapla karşılaştığımı söyleyebilirim. Daha çok başka örgütlerden devrimcilerin, yanı sıra bazı eski yoldaşlarının, Fatih’in hayatının bilinmeyen yönlerini açığa kavuşturan röportajları, onu daha iyi tanıyabilmemiz bakımından olumlu. Fakat her iki yazar da epey bir emek sarf etmelerine rağmen hem TİKB tarihini iyi bilmedikleri hem de partisiz devrimcilik anlayışına kaydıkları için iyi bir çalışma ortaya koyamamışlar.
İlk söyleyeceğim “Görüşülen ve Röportaj Yapılanlar listesi”nde benim de gösterilmem. Baştan çekildiğime göre adımın konmasını dürüst bir tavır olarak görmüyorum. Yeraltında Beş Yıl kitabımdan ve diğer yazılarımdan benden izin alma gereği duyulmaksızın uzun parçalar aktarılması, özetler yapılması, bazı parçaların da röportaj gibi gösterilmesi bırakın devrimci ahlakı, burjuva yayın ahlakına bile uymaz.
Bektaş Karakaya, olumlu özellikleri olan, birçok sınavdan başarıyla geçmiş bir devrimcidir. Yalnız tarihimizi boydan boya yaşamamıştır. Harekete bizden bir kuşak sonra katılması, bazen cezaevinde olması gibi nedenlerle kritik uğraklara tanık olmamıştır. İki yazardan biri olmasına rağmen kitaba ölüm orucu anlatısı ve organizatörlük dışında fazla katkısı olmadığı görülüyor. “Moderatör” (ana anlatıcı anlamında kullanıyorum) rolündeki Oktay Duman’a gelince sadece tarihimize değil, Marksizm-Leninizm’e ve Fatih’in hayatını kuşatan gerçekliğe vakıf biri değil. Materyalist tarih anlayışı kadar, biyografi anlatısına da hâkim görünmüyor.
Fatih belgeselini izlemedim, kitap da elime daha yeni geçtiği için bu değerlendirme yazısını yazmakta biraz geç kaldım. Bazen derleyicinin, bazen ileride değineceğim kişilerin anlattıklarına, röportajlara dayanan melez biyografi türünde kaleme alınmış bu kitabın Fatih hakkında yararlı olabilecek birçok ham bilgi içerdiğini reddetmiyorum. Fakat edebi bir zevkle okunacak, yakın tarihimize ışık tutacak bir düzeyi yok.
Röportaj-biyografi, tarih yazımı alanına giren bir türdür. Bu konuda bir şey yazmak isteyenlerin hem ele aldıkları kişinin yaşamı hem o kişinin örgütünün ve onu çevreleyen tarihsel koşulların bilgisi üzerinde ciddi olarak çalışması gerekir. Oysa her iki yazarın da bu konuda çok amatör ve yetersiz oldukları görülüyor.
Fatih’in çocukluk ve öğrencilik yılları, ODTÜ’deki devrimcilik dönemi, mektupları, hakkında gazetelerde çıkan haberler, iddianameler, mahkeme tutanakları (vs.) hakkında yeterli materyale sahip olmadan yola çıkmamalıydılar. Gökten zembille iner gibi birden Basın Yayın Komünü’yle başlanması damdan düşer gibi olmuş.
Daha önemlisi Fatih’in ve en önemli figürleri arasında yer aldığı hareketinin tarihsel bir perspektifle ele alınıp kendi bağlamına oturtulmaması ve bölümlerinin dönemleştirme üzerinden kurgulanmaması ciddi bir eksiklik. Baştan sona özcü bir anlatımla karşılaşıyoruz. 1970’te, 1975’te nasıl resmedilmişse, 1979 sonrasında da öyle resmedilmiş Fatih. Devrimci yaşamının en azından 1970-1975 arası, THKO ile birleşme, 1979-1984 dönemi gibi ana dönemlere, bunların da ayrıca ara dönemlere ayrılmaları gerekirdi. Fatih’in eylem ve örgüt adamlığı, işkencede ve cezaevinde direnişi başta nasıl idiyse sonda da öyle değildi. O da başka her şey gibi değişti, dönüştü; çıraklık, kalfalık, ustalık dönemlerinden geçti. Böyle bir perspektif olmadığı için 1968’den Fatih’in hayatını kaybettiği 1984 yılına kadar geçen süre çizgisel bir düzeyde ele alınıyor.
Oktay Duman güya ana anlatıcıdır, ama Leninist örgüt anlayışına, TİKB’nin tarihine ve Fatih’in hayat öyküsüne yeterince vakıf olmadığı için röportajların peşinden sürüklenmekle kalmıyor, kendi kişisel amaçları peşinde koşan Kenan Güngör’ün araya bir kama gibi girmesine de seyirci kalıyor. Böyle olunca karman çorman, tarih dışı, eklektik, pozitivizmle malul, her birinin bir tarafa çektiği bir anlatı ortaya çıkıyor.
Biyografi salt birey odaklı anlatı değildir, bireylerin karakter özelliklerinin kendi gelişim aşamaları içinde gösterilmeleri gerekir. Böylece anlatı konusu bireyi, örgütünü ve tarihsel dönemin sosyal gerçekliğini kavramamıza yardımcı olur. Anlatılan kişinin düşünce ve davranışlarına hâkim olmanın yolu tarihsel düşünmekten geçer. Bunun için Fatih’i anlatırken onu kuşatan tarihsel gerçekliğin, bu gerçeklikte meydana gelen sıçrama ve gerilemelerin, devrimci kabarış ve duralamaların, atılım ve yenilgilerin özet olarak da olsa anlatılması gerekirdi. Fatih’in 1968’den 1984’e kadar uzanan devrimci hayatının; devrimci kabarış, devrimci durum, düşük yoğunluklu iç savaş, tasfiyecilik, askeri faşist diktatörlük, yenilgi gibi konseptler aracılığıyla analiz edilecek tarihsel koşullar çerçevesine oturtulması gerekirdi. Bu yapılmazsa kahraman dedemin, kahraman arkadaşlarının askerlik anıları durumuna düşülür.
“Moderatör”, 68’in güneşli günlerinden 1971’in karanlık günlerine, karanlık günlerden gürül gürül akan 1974 sonrasına, 12 Eylül öncesinden 12 Eylül sonrasına geçişleri fark ettirmemek için sanki özel bir çaba sarf ediyor. Yaşamadığı ya da araştırmadığı için dönemlerin siyasal-toplumsal koşullarda, taktiklerde, görevlerde, ruh hallerinde meydana getirdiği değişiklikleri yansıtamıyor. Özcü anlatım, okuyucunun Fatih’teki gelişmeyi, dönüşmeyi, sıçramayı anlamasının önüne bir engel olarak çıkıyor. 1970’te, 1974 sonrasında ve darbe ertesinde de asker ve örgütçüdür. Bunun çıraklık, kalfalık, ustalık evrelerinden geçmesi gerekmiyor mu? Fatih’in işkencede direnişleri 1971, 1976, 1978 ve 1981 uğraklarında aynı değildir; aşağıdan yukarı, alt düzeyden üst düzeye doğru gelişme çizgisi izler. Bu cezaevi ve mahkeme tavırlarında da, örgütçülüğünde ve askerliğinde de böyledir. Böyle bir bakış açısı olmayınca, sanki birden vahiy inmiş gibi 1981’e odaklanılıyor.
Burada uzunca bir alıntı yapmak zorundayım:
“Eğer bir eserin hakikati koşullardaysa, ancak bu koşulların tanıklığı olduğu sürece ayakta kalır. Bir eser zamanına iki anlamda tanıklık eder. Birincisi, sadece bir esere bakarak hangi döneme ait olduğunu, hangi toplumun üstünde iz bıraktığını anlayabiliriz. İkincisi, esere zamanı ve koşulları hakkında sunduğu tanıklığı arayarak bakarız. Onu bir belge olarak alırız. Eseri, zamanına bir tanıklık veya koşullarının bir yansıması olarak inceleyebilmek için önce bu koşulları bilmemiz gerekir. Ancak koşulları eserin kendisiyle kıyasladıktan sonra eserin dönemini düzgün bir şekilde mi yoksa çarpık bir şekilde mi yaşattığına, zamanına sadık bir şekilde tanıklık edip etmediğine karar verebiliriz.” (Karel Kosik, Somutun Diyalektiği, Yordam Kitap, s.126)
Anlatıdaki boşluklar en önemli tanıkların (Gülfem, Aktan, ben vs.) olmamasıyla sınırlı değildir. Tarihselleştirme eksikliği, her dönemin karakteristik özellikleriyle ortaya konamamasında, detaya odaklanıp parçanın bütünün önüne çıkarılmasında da kendini gösteriyor.
Örneğin Basın Yayın Komünü dönemi anlatılırken, sanki grubun tarihsel konumu Denizli Ziraat Bankası aracının soyulması olayından ibaretmiş gibi, öteki yönleri, örneğin köy çalışmaları, antifaşist/anti-Amerikan eylemler, yarım kalmış projeler gölgede bırakılıyor. Böylece, bütün yerine, okuyucunun ilgisini çekecek sansasyonel bir olay haddinden fazla öne çıkarılarak olay şişiriliyor ve anlatı Fatih’i o kesitte tanıyan bir kısım arkadaşları arasında top çevirme halini alıyor. Bu arada soygunun “başta matbaa olmak üzere… teknik altyapıya bütçe oluşturmak” üzere yapıldığı (s.28), Kadir Kaymaz’ın kadın kılığında yakalandığı (s.32), “Aktan İnce kısa süreli bir tutukluluktan sonra tahliye edildiği” (38) Osman’ın Muhaberat tarafından Türkiye’ye teslim edildiğinde “değişik ülke göreyim diye sınırı geçtiği”ni söylediği gibisinden yanlışlar birbirini izliyor.
Eğer bazı yerlerini özetlediği Yeraltında Beş Yıl’ı dikkatli okusaydı, bu yanlışları yapmayacaktı. Artık Fatih’in Mamak Cezaevi’ne gittiği (s.46-Melih Pekdemir), Basın Yayın Komünü elemanlarının kolejlerde okuduğu (s.81-Gökalp Eren), Fatih’lerin Yoldaş dergisini çıkardığı (s.84) Remzi Küçükertan’ın 1979’da MK’ye seçildiği, Fatih Sağmalcılar revirindeyken yalnız Kenan Güngör’ün gidip geldiği, Fatih’in Basın Yayın Komünü günlerinden itibaren önderliği birlikte paylaştığı yoldaşlardan biri”nin Kenan Güngör olduğu, 1976’da Fatih’in polise “adını söylemediği” (s.88), Fatih’in İstanbul İK üyesi (oysa sekreteri) (s.172), Fatih’in Selimiye’de D. Perinçek’in yüzüne tükürdüğü, H. Öndül’ün Y. Ayaşlı’yı aile yakını olarak tanıdığı gibi birçok bariz hatayı geçiyorum.
Banka aracı soygununun ardından 1974 sonrası yönelimin ve Basın Yayın Komünü’nün genel bir tablosu çizilmeden doğrudan 12 Mart sonrasına ve Fatih’in Çukurova bölgesinde çalışmaya başlamasına geçiliyor. Adana döneminde akışı “moderatör” değil, çoğu dıştan bir gözlemci olan röportajcılar sağlıyor, onlar da Fatih’i methetmekle yetiniyorlar. Genel bir tablosu çizilmediği, olumlu-olumsuz özellikleri ortaya konmadığı için, 1974-1975 yıllarında tek kişiye bağlı, onun etrafında yazılı siyasetleri ve adı olmayan şekilsiz bir grup yapısına sahip olduğumuz atlanıyor.
Oysa her birimizin teorik-siyasi düzeyine kalmış belirli görüşler savunuyorduk ama bunlar yazılı olmadığı için kişiden kişiye değişiyordu. O zamanlar bize Aktancılar denme sebebi siyasetsiz ve bir isme sahip olmamamızdı. Herkesin bir şekilde örgütle veya dergiyle anılan bir adı vardı ama bizim yoktu. Osman ile birlikte İstanbul çalışmasını yürütürken bunun sıkıntısını çok çektik. İşçilerle veya bir gruba bağlı olmayan devrimcilerle bire bir ilişki kuruyor, ikna ediyorduk. Ama hiçbir yazılı görüş, dergi, gazete sunamıyorduk. Örgüt adı sorulduğunda “Aktancılar” veya “Basın Yayın Komünü” diyemediğimizden, kendimizi banka soygunu dolayımıyla tanımlamak zorunda kalıyorduk. Bu, gelişmemizin önüne bir engel olarak çıkıyordu. Benzer sıkıntıları Adana’da çalışan Fatih’lerin ve Ankara’dakilerin de yaşadıklarını ve bu krize son verilmesi için sık sık Aktan’ın kapısını çaldıklarını biliyorum.
Buradan doğruca THKO ile birleşmeye geçiliyor. “Moderatör” anlattığı grubun tarihini bilmediği için, Aktan İnce’nin ne bizden habersiz Kurtuluşçularla temasından (Mahir Sayın bir röportajında Aktan’ın “Manifesto”larını beklediğini söylüyor), ne Aktan’ın ve benim Halkın Yolu’nun eski önderleri Ömer Güven, Necati Sağır vs. ile yaptığımız görüşmelerden, ne de benim itirazıma rağmen Aktan’ın Türkiye Emekçi Partisi’nin kuruluş sürecinde Mihri Belli ile İstanbul’daki yakınlaşmasından haberi var.
Halkın Kurtuluşu (HK) ile birleşme nedenleri (mesela siyasetsizliği aşamayış) ve ayrılma yerli yerince anlatılacağına, Gökalp Eren’in karikatürleştiği deli saçması anlatıya teslim olunuyor. Ana anlatıcı devrimci yükseliş ve düşüş gibi kavramları yerli yerine oturtamıyor. Kulaktan dolma “1978 Maraş Katliamı’ndan sonra 1974 yılıyla birlikte yükselişe geçmiş olan halk hareketi düşüşe geçmiş” (s.140) gibi yuvarlak laflarla geçiştiriyor.
Fatih’in yedek üyeyken eksilen THKO merkezine alınmayıp kızağa çekilmesi, kolundan yaralıyken benim, Sezai ve İsmail’in kaldığımız Kozyatağı’ndaki evde haftalarca kaldığı, Fatih’in anlatmasıyla kaleme aldığım Bağcılar çatışmasını ve Osman’ın mücadele hayatını anlatan (önce teorik yayın organımız İhtilalci Komünist’in 9. sayısında yayımlandı) “İlk Kurşun” adıyla yayınlanan broşürden hiç söz edilmiyor. Buna karşılık, Buket’in çocuk aldırması gibi Fatih’in ve eşinin özel hayatlarına ait şeylerin röportaj konusu yapılması, aralarındaki ilişkinin giderek açılmasının buna bağlanması magazinel sansasyon anlayışının bir yansıması olsa gerek.
Fatih’in, Adana’ya “İl örgütünü canlandırmak, yaralarını sarmak” (s.189) gerekçesiyle gittiği de doğru değil. Kolu askıda olduğu, İstanbul’da sıkı arandığı için uzun süre dışarı çıkamayınca evde oturmaktan canı sıkılmıştı. 1980 ekiminden itibaren zaman zaman Adana’ya giderek ben bakıyordum; Fatih bir defalığına gitmek istedi. Bunun o aşamada tehlikeli olduğunu söyledim, fakat ikna edemedim. Orada kötü tesadüf sonucu yakalandı.
Yalnız grup yapısından örgüte geçiş ve siyasetsizlik dönemini sona erdirmek bakımından değil, yeni ve ileri bir aşamaya geçmek bakımından da kurucu kongre niteliğinde bir milat olan 1979 şubatı sonunda yapılan İleri Militanlar Toplantısı (İMT) tamı tamına iki cümleyle anlatılıyor. İMT’nin iki cümlede, HK ile çatışmaların onlarca sayfada, örgütün tarihinde çok küçük bir kesit olan Hamido’nun (HK’liler tarafından öldürüldü) 15 sayfada anlatılması nasıl bir tarih anlayışıdır? Bunun sadece Bektaş’ın bu toplantıya katılmamasıyla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Oktay Duman bunun önemini idrak edecek düzeyde ve anlayışta değil. Hareketin tarihindeki en önemli nitel sıçrama anının geçiştirilmesi büyük bir hata.
Oysa İMT, hareketin bitmek, çökmek ve dağılmak üzereyken son silkinişi ve ayağa kalkışıdır. 1979 Şubat’ı TİKB’nin kurulduğu, “Aktan İnce çevresi” durumuna son verildiği, şekilsiz, siyasetsiz bir örgüt olmaktan çıkarak yeni bir aşamaya yöneldiği dönüm noktasıdır. Bu kesitte MK yenilenmiş, yukarıdan aşağı organları, üye ve üye adayları olan, kişiye göre değil tüzüğe göre kolektif olarak yönetilen yeni bir örgütsel yapıya geçilmiştir. İllegal teorik bir derginin (İhtilalci Komünist) ve merkezi bir yayın organının (Orak Çekiç) çıkarılması, genel bir siyasal platform ortaya konması, siyasal mücadele ve kitle çalışmasında atılım yapılması bu dönemin asli özellikleridir. Eğer bunlar yapılmasaydı ne 12 Eylül dönemine hazırlıklı olunabilir ne de dışarıda, işkencede, mahkemelerde tutarlı, militan bir yol izlenebilirdi. Bir yıl sonra yapılan konferansın yeni bir sıçrama tahtası olmasının arka planında bu vardır.
Ondan önce Fatih’in İstanbul İK üyesi değil sekreteri olduğu bile bilinmiyor. Tıpkı birinci konferansın anlatıldığı bölümde Fatih MK’ye girerken, değil sekreteri, MK üyesi olarak bile adımın geçirilmemesi bilmemekten mi, yoksa kasıtlı mı?
Bu dönüm noktasının atlanıp hemen HK ile çatışma konusuna geçilmesi ve onlarca sayfanın bu konuya ayrılması üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. Bunu ben Oktay ve Bektaş’ın parti anlayışı noktasında liberal yönde erozyona uğramalarına, “Medaratör”lüğü Oktay’dan kapan ve kritik evrelerde devreye giren Kenan Güngör’ün bu noktada uyarıda bulunmamasınıysa, sonradan örgüt geçmişini inkar etmesine bağlıyorum.
“Görüşülen ve Röportaj Yapılanların Listesi” özentisiz ve biraz da hileli düzenlenmiş. Benimle yapılmış bir röportaj olmadığı halde yapılmış gibi gösteriliyor. Tahsin Demir listede bulunmadığı halde röportajı var. Röportajı olmayan Nuri Akkaya, Gökhan Harmandalıoğlu, Dursun Yıldız ise listeye alınmış. İtirafçılığın kıyısından döndürünceye kadar canımın çıktığı Cumali Çataltepe’nin kitaptaki anlatısının kayda Cemal Kartaltepe diye geçirilmesiyse anlaşılması zor bir muamma. Cağaloğlu’nda rastladığında etrafındaki güruhla Fatih’i kıstırıp linç etmeye çalışmış ama başaramamış Gökalp Eren gibi iflah olmaz bir ulusalcıyla neden röportaj yapıldığı da öyle.
Bununla birlikte gerek eski çevreden gerekse başka devrimci gruplardan kişilerle yapılan bazı röportajların olumluluğunu teslim etmek gerek. İlk aklıma gelenlerden Müfit Bayram, İbrahim Yirik, Latif Paşahan, Hüseyin Solgun, Durhasan Şahin, Nijat Yumuşak (vb.) röportajları hem Fatih’in ayrıntısını bilmediğimiz yönlerine ışık tutuyor hem de dışarıdan görünüşünü yansıtıyor. Bu tür tanıklıklar bizim Fatih’i abarttığımız yönündeki eleştirileri çürütüyor.
Ancak, “moderatör” röportaj yapamadıklarından doğan boşluğu, ilgili-ilgisiz kişilere yorum yaptırarak doldurmaya çalışıyor. Kumandayı elinde tutmadığı röportajlara bir çerçeve çizmemesi, müdahalelerle söylenenleri yönlendirememesi birçok çarpıklığa yol açıyor. Kimi Fatih yerine kendini anlatırken, kimi de konu dışına çıkıyor. Böyle olunca röportajcılar birbirlerini tekrar eden, döne döne aynı şeyleri anlatan kişiler durumuna düşüyorlar. Fatih’in tatlıyı sevmesinin onlarca kişinin ağzından tekrarlanması kabak tadı veriyor. Böyle şeyler yalnız kitabın akışını bozmuyor, okurken bıkkınlık da yaratıyor. Tekrarı önleyen sınırlamalar getirilse ve izin alınarak fazlalıklar atılsa, kitap hem daha akıcı olur hem de hantallığından kurtulurdu.
Herkes özgür bırakıldığı için bazı anlatıcılar dışarıdan TİKB’ye nizamat vermeye ve içişlerine karışmaya kalkışıyor. Örneğin geçen yıl kaybettiğimiz Tahsin Demir’in, “Fatih neden ölüm orucuna giriyor’ sorusunu ortaya atanlar bana göre saçma sapan bir tartışma içine giriyorlar” (s.213) demesi bizdeki iç tartışmaya müdahaledir. Hiç tanımadığım, üstelik saygı duyduğum Demir’in, benimle, Aktan İnce (215) ve iç ilişkilerimizle ilgili bilmediği konularda sözler sarf etmesine müdahale edilmesi gerekirdi.
Bektaş’ın gölge “moderatör”lük işini, partisiz devrimcilik gibi konularda birleştikleri Kenan Güngör’e bırakmasının arka planına girmeyi gereksiz buluyorum. Kenan her kilometrede bir yorum yazarak, belki de başkalarının yazılarına cümleler sıkıştırarak kendini abartmış. O dönemde örgütçü desen Fatih’in yanında hafif kalır, asker desen çırak bile olamaz.
“Moderatör”ün ağzından şöyle deniyor:
“Fatih denilebilir ki, birçoğu MK’de yer alan kadrolardan Osman Yaşar Yoldaşcan, Sezai Ekinci, İsmail Cüneyt, Kenan Güngör o günlerde daralan örgüt ilişkisiyle maddi kaynağı daralan örgütün her türlü lojistik ve teknik ihtiyaçlarının karşılanması için nerdeyse her ay bir kamulaştırma eylemi yapan ekibin en önemli kadrolarından biri olur.” (s.172)
İlk üçü, yani Osman, Fatih, Sezai için bu doğru, İsmail ilk askeri işini 1982’de yaptı. Kenan ise bu listede yok, anlaşılan bunları bilmesi mümkün olmayan Bektaş ve Oktay’ı atlatıp kendini seri asker adam olarak göstermiş.
İkincisini ise avukatına söylettiriyor:
“Remzi’yle, yine bu konularda daha çok Kenan’la konuşuyorduk. Benim o günlerde edindiğim izlenim Kenan’ın bu işlerde daha bir belirleyici olduğu yönündeydi. Kenan’ın ağırlığını hissedebiliyordum. Ortak görüşleri dillendirdiğini, Remzi ve Fatih’in tavrından anlayabiliyordum. Bunlar sadece bir izlenim. Fakat savunmalarda, karar mekanizmasında tayin edici olan Kenan’dı. Analizleri o yapıyordu, yaptığını da anlıyorduk. Biz konuşurken o dinliyor ve sakin sakin, teorik, oldukça kitabi konuşuyordu.” (s.312-313)
Eğer Fatih’i küçültüp arka plana iten bu cümleleri kendisi araya sokuşturmadıysa Hüsnü’yü iyi kandırmış. O dediği döneme kadar ne sözlü ne yazılı bir tek sayfa “teori”si vardır. Aradan geçen onlarca yılda kat ettiği mesafenin takdirini artık tanıyanlarına bırakıyorum.
Savunma meselesine gelince başka bir yerde de Hüsnü Öndül şöyle anlatmış: “Davanın savunma çizgisinde neler yapılacağını, yol haritasını, daha ziyade Kenan Güngör dile getiriyordu. Fatih o tür tartışmalara girmiyordu. Kenan bana daha önce kısaca, ‘Biz siyasi savunma yapacağız. Bizi bağlayacak şeyler söylemeyin… demişti.” (s.276)
Fatih iyi bir savunma yapmaya can atıyordu, biz dışarıdakilerden taslak istedi. Fakat bir yandan Adana ve Ankara’ya baktığım bir yandan da OÇ’ye yazı yazdığım için, pişmanlık belirterek söylüyorum, yardım edemedim. Kenan Güngör ise tahliye olurum umuduyla son ana kadar savunma yapmadı. Bizim baskımızla savunma yaptıysa da gerçek bir siyasi savunma değildi. İsteyen Yargılayan Savunma’daki savunmasına bakabilir. Cuntayı suçlamakla sınırlı kalan bir savunmadır. Ne örgütü açık ad vererek savunuyor ne de siyasi sorumluluğunu üstleniyor.
Kenan Güngör “Fatih’in ÖO’da yer almasının yanlış ve öngörüsüz bir karar olduğunu düşünmüyorum” (s.296) diyor. Devrimci Sol bizim katılmadığımız “öncü savaşı” veriyor, kazanamayacağını bilse bile onun için önemli olan propaganda. Üstelik önderlik düzeyinde bir kayıp da vermiyor. Kenan Güngör ölüm orucunu çok savunuyor idiyse, neden kendisi gitmedi de herkesin kendini önerdiği bir ortamda, uğursuz oyunu kendine ve başkalarına değil de aralarında hareketin genlerini en iyi şekilde geleceğe taşıyabilecek tek kişi olan Mehmet Fatih Öktülmüş’e verdi? Daha sonraki ölüm oruçlarında insanlar arka arkaya ölürken tek gün açlık grev yapmaması konusuna girmeyeyim artık.
Bektaş Karakaya, nedendir bilinmez, muhtemelen boşluk doldurmak için ezeli hasmı Remzi’nin boş böbürlenmelerine sessiz kalmış. Fatih’i tanımasını mümkün kılan sürece HK bölünmesi sonrasında (1977) dahil olmuş, kısa süreler dışında fazla tanımayan, üstelik birçok noktada Fatih’in tersi özelliklere sahip tipik bir bireyci ve bürokrat olan Remzi kendisini, “en iyi tanıyan iki üç adamdan birisiyim” diye takdim ediyor. Keşke “Fatih deyince dört dörtlük bir devrimci”, “Eğer Fatih ve Osman olmasaydı TİKB olmazdı. Bu kadar açık konuşuyorum” demeden önce, onlar hayattayken biraz saygılı olsaydı daha iyi ederdi. Bu konuyu fazla eşelemek istemiyorum fakat Sultanahmet Cezaevi’nde birlikte kaldıkları sırada Fatih’e yapılanları aynı kitapta Rıza Doğan anlatıyor:
“Özellikle Remzi Küçükertan, Fatih havalandırmada insanların içindeyken onu küçük düşüren, inciten, ‘Fatih apoletlerini sökerim’ gibi, o sizin bildiğiniz düzeyde biri değil anlamına gelebilecek patavatsızca laflar ederdi. Tutsaklara adeta, ben onun üstüyüm ya da ben onunla aynı seviyedeyim mesajı veriyordu. Kenan da Fatih’in bazı yönlerini eleştirirdi. Çünkü Fatih herkesle çok dosttu, eşit mesafedeydi. Onlar ise insanlarla aralarına aşırı mesafe koyarlardı, asosyallerdi.” (s.251)
Rıza doğru söylüyor. Aslında ikisi de kendilerinden daha kıdemli, daha çok yönlü ve üstte olduğu için Fatih’in mütevazılığından istifade ederek küçültmeye çalışmışlar. Öldükten sonraysa övgüde sınır tanımıyorlar. Remzi ölmeden önce saatini bana bıraktı, “Bu saati sana armağan ediyorum, dedi” diyerek yalan söylüyor. Saatini ve hırkasını bana bıraktığı için öyle olmadığını biliyorum.
Teoriden çakmadığı için, “Öyle çok fazla teorisyenlik önemli bir şey değil. Teori öğrenilebilen bir şeydir. Sonuçta okursun, açarsın Marx’ı, Engels’i, Lenin’i kimi beş kez kimi iki kez okur ve sonuçta anlarsın” diyor. İşte Remzi’nin hiç çakmadığı teoriden anladığı bu.
Fazla övülmekten hoşlanmayan Fatih’e bol bol övgü var kitapta. Bunları fazlasıyla hak eden bir proleter devrimci olduğundan hiç şüphem yok. Fakat bunların tekrarlarla ve bazen abartmalarla yer yer fetişleştirme boyutuna vardığı görülüyor. Bu yüzden bazıları hiç eksiği, hatası yokmuş gibi resmediyorlar. Hatası, eksiği olmayan devrimci yoktur. (Hiç eksiği ve hatası olmayanlar peygamberlerdir.) Bu, aramızda eksiği en az olan Osman ve Fatih için de geçerli. Önemli olan onların eksiklerini gidermek için sürekli çaba göstermeleri, gözle görülür gelişmeler kaydetmeleri ve devrimci hayatlarını bizlerin durumuna düşmeden noktalamayı başarmalarıdır.
Fatih’i tanımlamanın yolunun çok övmekten geçmediğinin kanıtı, “Benim Adım Dilaver” kitabının kendisidir. Oktay Duman önsözünün daha ikinci cümlesinde “yüzlerce seçkin devrimciden biriydi” (s.9) diye övüyor. Bu iyi bir övme değil!
Eğer illa böyle sayıya vurulacaksa, Osman ve Fatih, her iki kuşaktan (68-78) devrimciler arasında, deyim mazur görülsün, Türkiye devrimcileri panteonunda Deniz, Mahir ve Kaypakkaya’nın yanı başlarında yer alacak ilk devrimciler arasındadırlar.
Bunu tamamlayan diğer bir yanlış tanımlama da ideoloji ve siyaset haritasındaki koordinatlarının tespiti noktasında karşımıza çıkıyor. Kitapta, Fatih’in hayatının akışı, sık sık “antifaşist halk hareketi”, “antifaşist mücadele” bandına yerleştiriliyor. Hatta Kenan Güngör sinsice sözlerle laf sokuyor:
“İdeolojik, teorik (politik nerede-YA) ve örgütsel olarak Fatih’i de şekillendiren ML, işçi sınıfı devrimciliği ile antifaşizmin iç içe geçmişliğidir. Doğal olarak baskın olan, dönemin mücadele koşullarına ve zamanın ruhuna uygun olarak antifaşist mücadele içerisindeki şekilleniştir.” (s.326)
Yani, üst belirleyeninin kaba antifaşizm olduğu bir işçi sınıfı devrimcisi tarifi yapıyor. Mehmet Fatih Öktülmüş’ü tanımlarken, devreye popülist muhtevada antifaşizm katmak, üstelik bunu baskın konumda göstermek onu cıvıtmaktır.
Halk kavramı gibi antifaşist kavramı da çok katmanlıdır. Komünistler açısından antifaşizm, sadece faşist diktatörlüğü değil, onun ekonomik temeli olan kapitalizm dahil burjuva parlamentarizmini de hedef alan ve bunu iktidar mücadelesinde birleştiren bir duruşu ifade eder. Komünist antifaşizmin radikal, militan, kapsamlı ve uzlaşmaz olması buradan gelir.
Ancak antifaşizm yelpazesinde yalnız komünistler yoktur. Demokrat, anarşist, liberal, hatta dinsel antifaşistler de vardır. Geniş anlamda antifaşizm, faşizmin dışında kalanların ve ona karşı mücadele edenlerin tümünü kapsar.
Oktay Duman, zaten devrimciliği öyle kavradığından, Kenan Güngör ise mültecilik rüzgarlarının da etkisiyle tasfiyeci, inkârcı bir noktaya sürüklendiğinden, Fatih’in devrimciliğini antifaşizm merceğinden değerlendiriyorlar. Yazık! Hiçbiri Fatih’i tanıyan fakat HK safında kalan Döndü Göçer isimli devrimci işçi kadar net konuşamıyor: “Fatih eylemci ve militan karakterinin dışında aynı zamanda ML’yi içselleştirmiş bilinçli bir komünist, sosyalist bir devrimciydi.” (s.73) Geriye proleter enternasyonalist olduğunu eklemek kalıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.