Seyircinin isteği burada olduğunu dosta düşmana duyurmak. Prodüksiyon da bütünlük arz eden bir sanatsal müzikal yerine “paylaşıma” uygun görsel bir şov sunuyor
Büyük bir heyecan ve çabayla izlemeye gittiği bir oyunda değer görmeyi bekliyor insan. Ya da yalandan da olsa öyle gözükmesini. Tabii doğalında provalar, sahne ve ışık üzerine büyük bir emek sarf edilmiş ancak bu emeği içerikte, anlatımda ve müzikte bulmak zor. Tim Burton’ın yönettiği ve 2010 yılında vizyona giren filmde hikâyeye eklenen yeniliklerden çokça “esinlenme” göze çarpıyor. Bu yazıda, 2018 yılında büyük bir PR çalışması ile Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde gösterime giren Alice Müzikali’nden bahsedeceğiz.
Öncelikle belirtelim ki sanat eleştirmeni veya bu alanda uzman kişiler değiliz. Ancak bu konuda uzman olmasak da izleyici olarak söyleyeceğimiz birkaç sözümüz var. Çünkü müzikale giderken de sonrasında da herhangi bir mecrada herhangi bir eleştiri veya kritiğe rastlamadık. Ekşi Sözlük yazarlarının Seranay Sarıkaya’yı puanladıkları garip entry’leri de bir köşeye bırakırsak bizim oyunla ilgili bulabildiğimiz bilginin kapsamı şöyle: Oyuncu listesi, müzikalin adının Alice Müzikali olduğu ve yönetmenin adı, koreografide kimin yer aldığı gibi birtakım temel bilgiler.
Ve oyunun Türkiye’ye uyarlandığını belirten Ezgi Mola’nın Loş Sohbetler adlı Youtube programında gösteriye dair söylediği iki cümle: “Seyirci uzun süre sonra böyle bir prodüksiyon görünce çok heyecanlandı. Gerçek bir şov yani öyle söyleyeyim.”
İstanbul’da yaşayanlar için bir oyuna, sinemaya, konsere ya da herhangi başka bir sahne sanatını izlemeye gitme tercihinin çok mühim olduğunun altını çizmekle başlayalım. Özellikle de ekonomik geliriniz asgari yaşamsal ihtiyaçlarınızı karşılamaya ancak yetiyorsa… Ki Türkiye’de bu oranın ne denli yüksek olduğuna bu yazıda girmeyeceğiz. Ama yine de bilet fiyatları ortalamanın çok üstünde olan Alice Müzikali özelinde örneklemek gerekirse, bilet fiyatı, yiyecek-içecek ve diğer birtakım masraflarla beraber iki kişilik bu girişiminiz asgari ücretin dörtte birine tekabül ediyor ve maalesef lüks.
Bir de tabii bilet bulabilmek var. Bu kadar yoğun nüfuslu bir kentte, sınırlı sanatsal faaliyetler olunca oyunlara bilet bulmak da çok zorlaşıyor. En az bir ay önceden bilet almanız gerekiyor.
Tüm bu maddi koşulları hallettikten sonra ise oyunu seçmek kalıyor. Oyun hakkında nasıl bilgi sahibi olduğumuzu ve gitmeye karar verdiğimizi anlatalım. Çünkü bu süreç az önce bahsettiğimiz ilişkilenme biçimine dair de birtakım veriler sunuyor.
Büyük sahnelere gelen büyük oyunlar, hele bir de kadrosunda herkesçe tanınan ünlü isimler varsa sanatseverlerin ilgisini çeker ve sohbetlerde kendine yer bulur. Bu prodüksiyonların kaçırılmadan izlenmesi gerektiğine ve güzelliğine dair sosyal medya yorumları ve konuşmalar sarar dört yanınızı. Ancak tam olarak neresinin güzel olduğuna dair spesifik bir ayrıntı yer almaz bu paylaşımlarda. Oyunun kendi tanıtımında ise yalnızca “Alice farklı bir yorumla seyirciyle buluşuyor” ifadesi ile karşılaşıyorsunuz. Bu sebeple seçiminizi biraz körleme olarak yapıyorsunuz.
Başardınız! Gerçekten güzel bir salonda oturuyor ve oyunun başlamasını bekliyorsunuz. Ancak bu bekleyişle beraber bir şeylerin doğru gitmediğini de anlamaya başlıyorsunuz.
İlk başta hepimizin bildiği o anons geçiyor: “Oyunumuz başlamak üzeredir. Lütfen telefonlarınızı kapatınız!” Bunda herhangi bir sorun yok tabii, aksine evrensel bir uyarı. Her gösteri öncesi bu uyarı yapılır. Çünkü neredeyse salonun tamamının, sahnenin ortasında duran Alice Müzikali yazısını ellerindeki biletle aynı karede görülecek şekilde yüksek sanatçılıkla fotoğraflaması ve sosyal medyada paylaşması içi ayrılan sürenin artık sonuna geldiğini söylemek zorundalar.
Birkaç defa tekrarlanan bu uyarılar yeterli gelmiyor ve oyundaki ana karakterlerden biri sahneye çıkarak seyircileri görüntü almamaları için uyarıyor. “Size üç saniye tanıyorum ve fotoğrafımı çekin ve kapatın” diyor. Bu da yeterli gelmiyor ve izleyiciler tehdit ediliyor. Telefonla oynanması veya görüntü alınması durumunda üzerinize lazer ışıkları tutulacağını söylüyor. Bu da yetmiyor, lazerlerin nasıl tutulacağı gösteriliyor.
Tüm bunlara rağmen tüm oyun boyunca o lazer sürekli olarak birilerini, telefonlarını kullandıkları için teşhir ediyor. İzleyicilerin tümünün beklentisinin aynı olmadığı da bu noktada açığa çıkıyor. Tehdit ve teşhir edilmesine rağmen sosyal medyada görsel paylaşmak adına telefonuyla fotoğraf çekmek isteyenler maalesef salonun çoğunluğunu oluşturuyor.
Burada da seyircinin sahnedekine duyduğu ya da duymadığı saygı ile beraber o salonda bulunma amacı kendini ele veriyor. Tabii daha ilk cümlede yaptığımız eleştiri de bunun karşısında şekilleniyor. Seyircinin sahnede görmek istediği ile bu talebe göre hareket eden prodüksiyon sahipleri arzın üretimini buna göre belirliyor. Seyircinin isteği burada olduğunu dosta düşmana duyurmak. Prodüksiyon da bütünlük arz eden bir sanatsal müzikal yerine “paylaşıma” uygun görsel bir şov sunuyor. Her zaman bir alışveriş olan bu faaliyet, seyircinin kültürel doyumu bir kenara bırakarak statü satın almasıyla tamamen ticarileşiyor. Ve gösterinin sonunda izleyicinin istediği yerine getiriliyor. Perde kapanıp, oyuncular selam verdikten sonra tüm oyuncular bir kez daha sahneye geliyor ve yeniden şarkı söylüyorlar tabii bir farkla. Artık görüntü almak serbest. O anda herkesin akıllı telefonları açılıyor ve videolar çekilmeye başlıyor.
Salonda çekim yapmayan ve sosyal medyayı aktif kullanmayan az sayıda kişi ile birlikte biz de bu karşılıklı şovu izliyoruz. Hissettiğimiz ise bu gösterinin bize hitap edilerek hazırlanmadığı. Bulunduğunuz salonda müzikal izleyenler olarak duruma yabancılaşıyor ve oraya ait değilmiş gibi hissediyoruz.
İzleyici-sanatçı etkileşimi birbirini sarmal şeklinde sürekli olarak geriye doğru çekiyor. Müzikalin sonunda izlediğimiz veya izlemeye çalıştığımız son sekansı anlatırsak bu gerileme daha iyi anlaşılacaktır. Bilindiği üzere Alice hikâyesinin sonunda kötü kraliçe ile Alice bir savaş verir. Müzikalde bir tarafın galip geleceği bu rekabet basketbol maçı olarak belirlenmiş. Bu basketbol maçı sekansı ise gerçek manada insanı bir müzikalde değil de sirkteymiş gibi hissettiriyor. O ana kadar oyunun herhangi bir aşamasında görmediğimiz üç akrobat sahneye geliyor. Sahneye gerçek bir pota ve trambolin getiriliyor. Ve bu üç akrobat oyuncuların ve izleyicilerin alkışları eşliğinde trambolinden sıçrayarak çeşitli akrobatik hareketlerle smaç yapıyorlar. Hani şu basketbol maçlarının devre aralarında görmeye alıştığımız gösteriler gibi. Biz ise bu sekansı izleyenler olarak ne izlediğimizi anlamlandırmaya çalıştık.
Müzikalin tümünde anlaşılmaz ve aynı tarzda çalan müzikler haricinde bir de buna maruz bırakılıyorsunuz. Ayrıca yine tüm müzikal boyunca söylenilen şarkıları anlamakta oldukça güçlük çekiyorsunuz çünkü oyuncuların ne söyledikleri yüksek gitar ve bateri sesleri arasında kayboluyor. Hal böyle olunca da sirk benzetmesi tam yerine oturuyor Alice Müzikali için. Çünkü müzikalden çıkıp eve giderken ne oyunun konusuyla bağlantılı bir sahne geliyor gözünüzün önüne ne de ağzınıza müzikalin içerisinden bir melodi dolanıyor. Karakterler arası temel çatışmaları gözünüze sokan ve bunu Alice hikâyesinin bilinirliğine dayanarak yapan, temel bir akışı olmaya rastgele sahnelerin oyun içerisine serpiştirildiği arada da anlamak için karın çatlattığınız şarkıların olduğu bir gösteri. İnsanların sahnede dans yerine akrobatik hareketler yapması ve bunu belirli bir ritimle izlemek ve dinlemek adına müzikal denen bu oyunu sirke dönüştürüyor.
Ezcümle, sanatsal bir gösterinin bu derece içeriğinin boşalmasının müsebbibi izleyici mi yoksa prodüksiyon sahipleri midir? Bu soru, “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” ikilemi gibi müzikal bittiğinden beri aklımızda dolanıyor.