“Uzatılmaması”, “karıştırılmaması”, “kapatılması” gereken taşeron meselesiydi. Önü alınmak istenen, KHK ile “kadroya” ve belediye şirketlerine geçirilen 800 bine yakın işçinin, grev hakkını da içeren özgür bir toplu pazarlık süreciyle haklarını savunma ihtimalleriydi
Kamuda 7 milyon işçiyi, emekçiyi ve emekliyi, aileleriyle beraber on milyonlarca insanı ilgilendiren toplu pazarlık süreçlerinden ilki 12 Ağustos’ta “uzlaşma” ile sonuçlandı. (Kamu emekçileri ve emeklilerle ilgili toplu pazarlık ise bu yazı yazıldığı sırada devam ediyor idi.) 200 bin civarındaki kamu işçisini ilgilendiren protokolün imza törenine Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın bakanın kulağına fısıldadığı sözler damgasını vurdu: “Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle.”
Atalay’ın açık kalan mikrofondan yansıyan fısıltısı, imzalanan protokoldeki zam oranlarına dair bir ifade olarak algılandı. Böyle algılanması da anlaşılır idi. Zira ekonomik kriz sürecinde ücretleri baskılamaya dönük politikalara karşı herhangi bir ciddi direniş gösterilmemiş, üretimden gücü kullanmak bir yana “yasak savma kabilinden” eylemlere dahi başvurmamıştı. Apar topar imzalanan protokoldeki zam oranları, işçilere refah artışı sağlamak bir yana, emekçinin gerçek enflasyonu karşısında ücretleri eritecek düzeydeydi. Üstelik bu imza, kamu emekçilerinin toplu pazarlık süreci de dahil tüm toplu sözleşmeleri etkileyebilecek nitelikte bir imzaydı.
Ancak atılan imzada “kapatılması” gereken mesele esas olarak rakamlarda değildi. Ortalama olarak, asgari ücretin yaklaşık yüzde elli üstünde bir ücret alan işçiler (kendilerini etkileyen gerçek enflasyonun altında da olsa) enflasyon oranında zam almıştı. Hele de istihdam bir yılda 840 bin azalmış, işsizler ordusuna 1 milyon 112 bin yeni işsiz katılmış iken. Bu koşullar, imzayı atan sendikacıların ve siyasi iktidarın yönetmekte ustalaştığı bir meselelerdi.
“Uzatılmaması”, “karıştırılmaması”, “kapatılması” gereken, uzatılırsa yönetilmesi zorlaşacak asıl mesele 200 bin kamu işçisinin zam oranı değildi. Nitekim, Türk İş Genel Başkanı’nın imza attığı protokoldeki zam oranlarına biri hariç ilgili tüm Türk-İş sendikalarının da imza atması ve içeriden güçlü itirazların yükselmemesi, bu meselenin yönetilebildiğini gösterdi.
“Uzatılmaması”, “karıştırılmaması”, “kapatılması” gereken taşeron meselesiydi. Önü alınmak istenen, KHK ile “kadroya” ve belediye şirketlerine geçirilen 800 bine yakın işçinin, grev hakkını da içeren özgür bir toplu pazarlık süreciyle haklarını savunma ihtimalleriydi. Türk-İş Genel Başkanı o meşhur fısıltıya dair açıklamalarında “ben sözleşmeyi kast etmedim, taşeronu kast ettim” diye itirafta bulundu ancak, atılan imzanın bedelinin daha ağır olduğu çok da anlaşılmadı.
Tezgah şöyle işledi. Geçmişte Türk-İş ile hükümet arasında imzalanan çerçeve protokoller işkolu sendikalarının tek tek kendi toplu iş sözleşmelerini bağıtladığı bir referans noktası olur iken, bu düzen 696 sayılı KHK ile değiştirildi. Konfederasyonların imzaladığı protokoller işkolu sendikaları için de bağlayıcı hale geldi. Ancak pazarlıkların uyuşmazlıkla sonuçlanması durumunda işkolu sendikalarının başvurabileceği grev hakkı, konfederasyonlara verilmedi. Anayasa’ya aykırı bu düzenleme ile işçi tarafının eli kolu bağlanarak, grev hakkı olmayan bir toplu pazarlık süreci dayatıldı. Bu dayatmaya DİSK dışında bir itiraz gelmedi. Türk İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın attığı imza ile de, kamu işçileri için grevsiz toplu pazarlık sürecinin başladığı tescillendi. Üstelik, kadroya alındığı iddia edilen ancak çok daha kötü koşullarda, asgari ücretin biraz üzerinde ücretlerle çalıştırılan taşeron işçiler ve belediye şirket işçileri bu protokol kapsamına dahi alınmadan!
696 sayılı KHK ve Türk-İş’in protokoldeki imzasıyla kamuda grevsiz toplu pazarlık dönemi başladı. Grevli ve özgür bir toplu sözleşme düzenini en fazla bekleyen ise, yine bu KHK ile kadroya alındığı iddia edilen taşeron işçileri ve belediye şirket işçileri idi. KHK ile 2020 yılına kadar özgür toplu sözleşme hakları ellerinden alınan ve yüzde 4+4 zamma mahkum bırakılan, kriz döneminde yükselen enflasyon karşısında zaten düşük olan ücretleri iyiden iyiye eriyen 800 bin işçi, grev hakkını da içeren bir toplu pazarlık sürecinde bu adaletsizliğin giderilebileceğini umut ediyorlardı. Türk-İş’in imzaladığı protokol sadece bu 800 bin işçiyi dışarında bırakarak kamu işçileri arasındaki ayrımcılığı tescillemekle kalmadı, grevsiz toplu pazarlık sürecinin kabul edilmesiyle geleceğe dair bu beklentilere de darbe vurdu.
Türk-İş ve hükümet elbirliğiyle, kendilerince uzatmadan, karıştırmadan konuyu kapattılar. Ancak bu memlekette taşeron işçilerin fiili-meşru mücadeleye dair bir belleği var. İnsan olduklarını, işçi olduklarını, köle olmadıklarını direne direne kabul ettiren taşeron işçi mücadelesi geleneği bu topraklarda var. Varsın birileri meseleyi kapattıklarını düşünsün. 2020 yılı, kadroya geçtiği iddia edilen 800 bin eski taşeron işçisinin ikinci sınıf işçiliğe karşı onur mücadelesinin yeni bir dönemi olarak örgütlenebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.