Olaylar elbette tekerrür etmez. S400 elbette Goeben ya da Breslau olmak zorunda değildir. Ancak tekerrür, yapının, yani esasen sermayenin ve devletin döngüsel doğasına ilişkindir. Emperyalistler arası rekabetin kızıştığı bir başka jeostratejik tektonik kaymanın göbeğinde izlenen “güç siyaseti”, yüz yıl öncesinin tehlikelerini bugüne taşımaktadır
S400’den milli bir mutabakat ve seferberlik, muhalefeti ve iktidarıyla bir kucaklaşma vesilesi çıkartmak hiç de olmayacak şey değil aslında. Bizde ne hikmetse “Maymunlar Cehennemi” diye bilinen “Planet of the Apes” serisinin ikinci filminde mutasyona uğramış insanların bir nükleer bombaya taptığını, tapmakla kalmayıp toplumsal bütünlüğünü bombaya borçlu olduğunu görmemiş miydik? Tamam o kadar uzağa gitmeyelim. Bizatihi Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinin önemli mobilizasyon kanallarından biri Donanma Cemiyeti değil miydi? 1909’da kurulan Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti, donanmayı güçlendirmek ama özellikle de dönemin en güçlü savaş gemisi olan dretnot satın alınabilmesini sağlamak üzere ulusal kimliğin formasyonunda önemli rol oynayacak yaygın bir kampanyanın öznesi olmamış mıydı?
Velhasıl kelam, S400 deyip geçmeyelim. Silahlar ve silahlanma, ulusal bütünlüğü pekiştirmenin, hatta ulusal topluluğu inşa etmenin hiç de küçümsenmemesi gereken mecraları olabiliyor pekâlâ. Ancak silahlanma ve aktif-agresif bir dış politikanın belki de en bildik siyasal işlevi, onun dahiliyedeki sıkışmadan hariciyeye kaçmak için türlü siyaset esnafına büyük fırsatlar tanımasıdır. İçte siyasal ve özellikle sosyal reform basıncından kaçmak adına Almanya’yı “kan ve demirle” birleştirmeye soyunan Bismarck bu işin duayeniydi. Ancak silahlanma ve savaş politikalarıyla iç siyasetten hariciyeye firar etmek muktedirler için pekâlâ beklenmedik belaların da kapısını aralayabilir. Ocak 1904’te, Rus İçişleri Bakanı Vyacheslav Plehve, devlet erkânıyla bir teati esnasında, “bir devrimden kaçınmak için bizim küçük, muzaffer bir savaşa ihtiyacımız var” diyordu. Bilindiği üzere, Japonya ile “küçük” savaş Plehve’nin beklediği gibi gelişmemiş, Mançurya’da pirince gidilirken Petersburg’da kaçınılan o devrim patlak vermişti. Kısacası, 23 Haziran’ın memleketteki siyasal güç ilişkilerinde yarattığı sarsıntıdan hariciyeye kaçmanın sonuçlarını çantada keklik addetmemeli.
İç siyasetteki akisleri bir yana, S400 tartışmasının Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yeri başlığında bir tartışmayı kışkırtması kaçınılmaz. Aslında bu hususa dair “biz bu filmi görmüştük” demek pekâlâ mümkün. Rusları İngilizlerle, sonra İngilizleri Almanlarla “dengelemeye” çalışan Osmanlı hariciyesinden İtilaf güçleri ile Sovyet hükümeti arasındaki güç mücadelesini kendi lehine kullanan Ankara hükümetine, İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet Paşa’nın “denge siyasetinden” Menderes ve Demirel gibi su katılmamış “Atlantikçilerin” günü geldiğinde ABD karşısında belli bir özerklik elde etmek için SSCB ile yakınlaşabilmelerine hep “aynı film” deyip geçilebilir. Film dediğimiz, orta sıklette bir bölgesel güç olarak Türkiye’nin özerk hareket alanını çoğaltabilmek adına (eskilerin tabiriyle) Düvel-i Muazzama, yani Büyük Güçler arasındaki rekabeti kendi lehine kullanmaya çalışmasından başka bir şey değil. Bu “filmden” bağımsızlık ya da antiemperyalizm gibi türlü fantastik gerekçelerle emekçi ve ezilenler lehine sonuçlar çıkartabilen kimi solcularınsa bu yapımlarda figüranlığa her daim hevesle atılabilmesi ayrı bir mesele ama üzerinde (şimdilik) durmayalım.
Parantez aç: Muhtemelen yaşlandıkça tarihin gerçekten tekerrürden ibaret olduğu kanaatinin cazibesi artıyor ve yaşanmakta olan tarih insana bir “deja vu”lar silsilesi gibi görünmeye başlıyor. Belki de bu durumun yaşla falan alakası yok. Belki de Kojin Karatani’nin vurguladığı üzere tarih zaten bir tür tekerrür zorlantısı içinde var oluyordur: “Marx’ın Kapital’de kavradığı husus sermayenin birikime dönük hareketine içkin olan tekerrür zorlantısıdır. Sermaye bitmek tükenmek bilmez bir farklılaşma süreciyle kendini yeniden üretmeye güdümlüdür ve bu süreç daralma, refah, ekonomik kriz ve daralmadan oluşan mükerrer iş döngüsünden kaçınamaz. (…) Tarihteki tekerrür aynı olayların tekrarlanmasını ifade etmez, zira tekerrür ancak biçim (yapı) çerçevesinde mümkündür, olay (içerik)çerçevesinde değil. Olayların kendileri tekerrürden kaçınabilir; iş döngüsü gibi verili bir yapı ise bunu yapamaz.” Yani tarihte tekerrür, Freud’un “bastırılanın geri dönüşü” gibidir; o hatırlanmaz, şimdiki anda tekrarlanır. Parantezi kapat.
Gelelim işin esasına: Bastırılanın geri dönüşü olarak tekerrür, hariciyedeki ananevi denge siyaseti falan değildir. Görmüş olduğumuz film, büyük güçler arası çelişkilerden istifade eden Abdülhamit ya da İnönüvari dış politika değildir. Senaryo bambaşkadır: Bundan yüz küsür sene evvel, uluslararası sistemde tektonik bir kayma gerçekleşir ve “üzerinde güneş batmayan imparatorlukta” gölgeler uzamaya başlar, gerileyen Birleşik Krallık’ın “küresel hegemon” tahtına oturma heveslisi yeni adaylar ortaya çıkar. İşte tam da bu koşullarda Osmanlı hükümetinin başrolünde olduğu ve bugünkü S400 meselesini andıran bir ihtilaf baş gösterir. Osmanlıların İngiltere’ye önceki yıllarda siparişini verdiği Sultan Osman ve Sultan Reşat dretnotlarının inşası bitmiş olmasına karşın 1914 yılının Ağustos başında İngiliz hükümeti bu iki dretnota el koyulduğunu ve bu gemilerin Almanya’ya karşı savaşta kullanılacağını açıklar. Bedeli ödenmiş olan bu gemilere el konması, Osmanlı kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açar, hatta İngiltere aleyhine gösteriler tertip edilir. İşte bizdeki adlarıyla Yavuz ve Midilli’nin, yani Alman yapımı Goeben ve Breslau’nun Osmanlı sularına girmesi ve bu iki savaş gemisinin Osmanlı hükümetince satın alınması bu koşullarda gerçekleşir. Bilindiği gibi Yavuz ve Midilli’nin de dahil olduğu Osmanlı donanmasının 29-30 Ekim gecesi Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalamasıyla Osmanlı İmparatorluğu, o zamanlar Büyük Savaş denen dünya çapındaki mezbahanın kapısından içeri giriverecektir.
Olaylar elbette tekerrür etmez. S400 elbette Goeben ya da Breslau olmak zorunda değildir. Ancak tekerrür, yapının, yani esasen sermayenin ve devletin döngüsel doğasına ilişkindir. Emperyalistler arası rekabetin kızıştığı bir başka jeostratejik tektonik kaymanın göbeğinde izlenen “güç siyaseti”, yüz yıl öncesinin tehlikelerini bugüne taşımaktadır. Türkiye, ABD’nin göreli gerileyişi ve emperyalistler arası rekabetin yarattığı istikrarsızlık ve boşlukları kendi periferik emperyal özlemleri uğruna değerlendirmeye çalıştıkça daha “bağımsız” değil, bizzat bu rekabete ve onun asli öznelerinin çıkar ve hedeflerine daha bağımlı hale gelmektedir. Bu nedenle tehlike büyüktür ama Maymunlar Cehennemi’ndeki şu mutant şehrinde olduğu gibi diz çöküp kudretli ve aziz S400’e dua etmek de mümkündür. Şu silahlanma çılgınlığına kendi meşrebince makul gerekçeler üreten herkesin yaptığının bundan yahut Kubrick’in meşhur filmine atıfla, endişelenmeyi bırakıp “bombayı” ya da S400’ü sevmeye başlamaktan pek de bir farkı yok zaten.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.