Televizyon bize sadece, çarpık da olsa ülkede ve dünyanın diğer yerlerinde olanları göstermez. Zamanla, içinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun ne olması gerektiğinin sınırlarını da çizmeye başlar. Daha doğrusu, vereceğimiz kararlarda etkili olmaya çalışır. Bu sınırlar içerisinde bizi en fazla etkileyip denetimleri altına almaya çalışanlar ise politikacılardır
Günümüzde her şey öylesine gerçek olmayacak şekilde kesinleşti ki, bize yanılsamadan ve aldanmış/aldatılmış olmaktan başka bir şey kalmadı. Normal olan anormalleşti, anormal olan normalleşti! Bu ters çevirme işlemini en çok politikacılar, başta televizyon kanalları olmak üzere medya organları ile kitle iletişim araçlarını yönlendirenler yaptı. Artık çoğu insan, normalin ve anormalin farkında bile değil. Bu yüzden bu iki durumu birbirinden ayırma gereği ve ihtiyacı bile duymuyorlar. İşlerine ve çıkarlarına nasıl geliyorsa öyle hareket ediyor, ona göre kararlar veriyorlar. Normal olanı anormal, anormal olanı normal yaşıyorlar.
Yerel seçim çalışmalarına bir bakınız! Kazanmak için her şey deneniyor. Amaca ulaşmak için her yolun mubah görüldüğü bir yaklaşım, seçim ve sandığın, dolayısıyla seçilip kazanmanın en önemli araçlarından biri haline getiriliyor. Etik açıdan amacınıza uygun olmayan araçlar kullanıyorsanız, hedefe ulaşmanız bir ahlaksızlıktır. Siyaset ve medya etiğinde böyle bir ilkenin varlığı göz ardı ediliyor. Seçilmek için her türlü hukuk dışı, gayri meşru ve gayri ahlakı yöntemi, henüz seçilme aşaması öncesinde deneyenlerin, seçildikten sonra böyle davranmayacaklarının bir garantisinin olup olmadığını kimse tartışmıyor.
Böylesine çirkin propaganda faaliyetlerine en çok medya; başta televizyonlar olmak üzere basın-yayın organları ve gazeteciler çanak tutuyor. Gazetecilik mesleği çok garip bir meslektir ve son yıllarda daha da tuhaf bir hal almıştır. İçinden her türlü insan çıkmaktadır. Bu meslekte, gazeteciliğin yüz karası olan insan sayısı az değildir. Eskiler, gazetecilik etiğine aykırı hareket edenleri “besleme basın” olarak adlandırmışlardı. Günümüzde bu tür gazeteler, gazeteciler ve basın yayın organları haddinden fazla çoğaldı. Gazetecilik, kendi çıkarlarını düşünen, habere tarafsız davranmayan, düzen içerisinde yer, makam ve mevki kapmaya çalışan, siyasi güç odakları tarafından sırtının okşanması için çeşitli grup ve partilere angaje olan, onların medyada sözcülüğünü yapan, akçeli işlerle uğraşan vb., sonuçta karmaşık ve karanlık ilişkileri temsil eden bireylerden müteşekkil bir meslek olarak tanınmaya başlandı.
Televizyonlarda, çeşitli partilerin başkan adaylarıyla ilgili yapılan haber ve söyleşilerin ne kadar gerçeklikten uzak ve samimiyetsiz olduğunu anlamamak için, amiyane deyişle aptal olmak gerekir. Gazetecilerin, hiçbir şey yapmadan, yani karşısındaki adaya soru sormadan, soruyor(muş) gibi yaparak cevap beklemek en bilinen tarz olarak karşımıza çıkmaktadır. Karşıdaki de, ortada soru olmadığı halde, soruya cevap veriyor(muş) gibi yaparak istediği her şeyi söyleyip bir güzel kendi propagandasını yapabilmektedir. Eskiler bu tür sorulara “çanak soru” demişlerdi. Çanak soru, sorulacak kişiyle kafa kafaya verilerek birlikte hazırlanan soru demektir. Bir başka anlatımla, soruyu alanın kendi istediği cevapları verip, kendi propagandasını yapabilmek için sorulan sorudur.
Bir başka yöntem ise, uzun cümlelerle sorulan, süslü fakat içeriği yavan, boş ya da önemsiz olan sorulardır. Örneğin, Su Seddi yapılan bir kazanın yer değiştirmesinden kaynaklı yaşadığı önemli sorunların ele alınacağı haberi önceden verilerek, bölgesel yayın yapan bir televizyon kanalına çıkarılan, tekrar kaza şehremini namzetti olan, mevcut kaza şehreminine şöyle bir sual sorulabilir: “Muhterem Şehreminim, programımıza uzaktan nida yöntemiyle ahaliden çok önemli sualler geliyor. Bu suallerden biri de şudur: Su Seddi yapımından dolayı kazamızda çok acac olmaktadır. Buna bir beyariş bulamaz mısınız?”
Siz televizyonunuzun başında sevinirsiniz. Meleklerin cinsiyetinin sorulmadığına şükredersiniz! Görüntülü haber ya da söyleşi programlarında, haberin ya da konuşulanların içeriğinin gerçek ya da yalan olmasının bir önemi yoktur. Görüntünün gösterilmesi ve izleyenlerin de o görüntüyü görmesi yeterlidir. Bu gerçekleştiğinde program amacına ulaşmış sayılır.
Görüntünüzü göstermek ve sözünüzü söyleyip propagandanızı yapmak için boy gösterdiğiniz televizyon kanalı sahibinin kim olduğunun da bir önemi yoktur! Televizyon kanalı sahibinin, iktidardaki partiye ve hükümete karşı, kanun dışı darbe-i hükümet sanatı icra etmeye çalışan muhteremin cemaatinden ya da ABD medyasının yüzde yetmişini elinde tutan ve Yahudi lobisine yakınlığıyla bilinen, medya devi Rupert Murdoch olmasından asla rahatsızlık duyulmaz. Önemli olan, kazanmak için sözünüzü her yerde söylemek ve her türlü aracı kullanmaktır.
Bir birey ya da gruptan diğerlerine sözlü ya da kitle iletişim araçları kullanılarak enformasyon iletimi bütün toplumlar için önemlidir. İlk iletişim araçları kuramcılarından biri olan Kanadalı yazar Marshall McLuhan, “araç mesajdır” demiştir. Aracın kendisinin başlı başına mesaj olması, iletim araçlarının seçimini öne çıkarmıştır. Yani toplum, içerikten ya da medyanın taşıdığı mesajlardan daha çok medyanın tipinden etkilenir. Bugün, özellikle politikacılar tarafından propaganda için en çok tercih edilen kitle iletişim aracı televizyon olmasının nedeni budur. Okumayla arası iyi olmayan toplumlar, kelimelerden oluşan yazılı ileti araçlarını (kitap, gazete vb.) sevmez ve tercih de etmezler. Televizyon seyrederek bilgilenme daha cazip gelir. Ancak bu tür ileti şekline itirazlar vardır, çünkü televizyonda “biçim içeriği dışlamaktadır”. ABD’li medya eleştirmeni Neil Postman, bir “biçim” olarak televizyonun ciddi bir “içeriği” destekleme yeteneğinin olmadığından söz eder. Postman’a göre “akılcı sav en iyi, karmaşık ve ciddi içeriği destekleyen basılı sözcük biçimindeyken sürdürülebilir.” Postman “bir araç olarak yazılı basın (kitap, gazete, dergi vb.) ussal (akılcı) bir halk yaratır, oysa televizyon eğlenen bir halk yaratır” der. Televizyonun egemen olduğu bir toplumda eğitim ve siyasetin eğlenceye indirgendiğini söyler.
Televizyon bize sadece, çarpık da olsa ülkede ve dünyanın diğer yerlerinde olanları göstermez. Zamanla, içinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun ne olması gerektiğinin sınırlarını da çizmeye başlar. Daha doğrusu, vereceğimiz kararlarda etkili olmaya çalışır. Bu sınırlar içerisinde bizi en fazla etkileyip denetimleri altına almaya çalışanlar ise politikacılardır.
Politikacılar hakkında bilebildiklerimizin pek çoğunu, televizyonlardan ya da gazetelerde okuduklarımızdan öğreniriz. Okuma ve yazmayla arası iyi olmayan bizim gibi toplumlarda bu bilgilenme bütünüyle televizyonlardan olur. Bu nedenle, televizyonlarda boy göstermeyen politikacının seçimleri kazanabilmesi zor bir ihtimaldir. İzleyici olarak bizlerin görüp bilebildiği kişi, aslında o siyasetçinin televizyondan pazarlanan imgesinden başka bir şey değildir. Seçmen olarak bizler, bu siyasetçilerin bize televizyondan pazarlanan imaj ve imgelerine oy veririz. Ortaya çıkan sonuç, halkın iradesinin tecellisi olarak görülür. Bunun adı da seçim ve demokrasi olur, o kadar!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.