Bugünkü açık faşizmin “mutlak başarı” ihtimali daha başlangıcından itibaren yoktur. Bugünkü açık faşizme karşı ezilemeyecek ve halkın derinliklerine ulaşacak bir direniş hareketini yaratmak aynı ölçüde mümkündür
Bugünkü açık faşizmin “mutlak başarı” ihtimali daha başlangıcından itibaren yoktur. Bugünkü açık faşizme karşı ezilemeyecek ve halkın derinliklerine ulaşacak bir direniş hareketini yaratmak aynı ölçüde mümkündür
Faşist devletler 1. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da kuruldu. Önce İtalya’da, ardından da Almanya’da iktidara gelen faşist partiler, ellerindeki iktidar gücüyle yönettikleri kitle gücünü kombine ederek faşist devletleri kurdular. Bulgaristan’da faşizm, gerici partilerle koalisyon kuran kralın darbesiyle monarşist çerçevede iktidara geldi; Mihver Devletleri’ne katılarak sürekliliğini sağladı.
Faşizmin bu iktidarlarının yıkılış süreci Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’nı Stalingrad önlerinde yenmesiyle başladı. Fransa, İtalya, Yunanistan, Yugoslavya ve Bulgaristan’daki anti-faşist partizan savaşları ancak bu andan sonra stratejik bir sıçrama gösterebildi. Sömürgeci Portekiz ve İspanya’daki Salazar ve Franko faşizmleri, 2. Dünya Savaşı’nda “tarafsız” kaldılar ve savaş sonrasında ABD tarafından korumaya alındılar. Bu iki sömürge imparatorluğunda faşizmler, denizaşırı sömürgelerinde gelişen ulusal bağımsızlık mücadelelerinin zaferleriyle birlikte yıkıldı. Latin Amerika cuntalarının açık faşizmleri, tıpkı 12 Eylül faşizmi gibi, siyasi tabloya şiddetle hakim oldular, kendilerini izleyen gizli faşizm periyotlarını uzun yıllar belirlediler.
Kısacası, kitle desteğiyle iktidara gelen klasik faşizmler de, askeri darbelerle iktidara gelen açık faşizmler de “içeriden”, halkın faşizme karşı mücadelesiyle yıkılmadılar. Çünkü bütün bu faşist iktidarlar halkın demokratik gücünü yenerek, ezerek işbaşına geldiler. Yıkılmaları “dış dinamiklerle” oldu. Ya emperyalist, saldırgan, sömürgeci savaşlarda yenildikleri için yıkıldılar ya da kurdukları faşist devlet merkezinin etrafını demokrasi taklidi yapan parlamenter kurumlarla perdeleyip, iktidarı kontrgerilla aracılığıyla perde arkasından yönetmek üzere “arkaya” çekildiler.
24 Haziran itibariyle yürürlüğe sokulan yeni rejim, hem Almanya ve İtalya’nın klasik faşizmlerini andırıyor hem de sömürge tipi faşizmin açık faşizm dönemlerini.
Yeni rejimin ister klasik faşizm olduğunu düşünelim ister kritik eşiğini aşmış bir açık faşizme geçiş hamlesi olarak değerlendirelim; karşımızdaki tablonun atıfta bulunduğu geçmiş deneyimler hiç parlak görünmüyor. Yoksa benzediği tarihsel örneklerde olduğu gibi bu rejim de ancak dış dinamiklerle yıkılabilecek ya da misyonunu tamamladıktan sonra perde arkasına çekilip süreklilik kazanacak bir nitelikte mi? Bu rejimden kurtuluş umudunu emperyalistlere veya büyük sermayeye, bunların seküler zevklerine, mülkiyet hakkı aşkına vb. bağlayan alaturka liberallerimiz haklı mı?
Yoksa rejim, emperyalist merkezin ve oligarşinin müsaadesine her geçen gün biraz daha mazhar olurken tamamen umutsuz bir tabloyla mı karşı karşıyayız?
Hiçbir zaman halka güvenmeyen, devrimci hareketin Türkiye toplumu içindeki kaynaklarının ne denli güçlü olduğunun farkında olmayan bu liberal bilmişler (bunlara “aydın” denilemez, denilse denilse “bilmiş” denir) elbette yanılıyor.
Birincisi tarih onların gördüğü gibi yaşanmadı; ikincisi karşı karşıya olduğumuz yeni rejim, tarihteki benzerlerini sadece andırıyor.
Klasik faşizmleri de, açık faşizmleri de yıkan süreçlerde “dış dinamikler”, egemen sınıflar içerisindeki çatışmalar elbette etkili oldu. Faşizm akıldışı bir rejimdir ve eninde sonunda üzerinde yükseldiği temeli tahrip eder, kendisini de yıkıma sürükler. Ancak bu yıkım “boşlukta” yaşanmaz. Saldırdığı ülkelerin halklarının direnişleri, kanlı kaoslara attığı halkların devrimci öncülerinin onurlu mücadeleleri eşliğinde yıkıldı faşizmler.
Öte yandan, faşizmden demokrasiye geçişi sağlayan belirleyici güç işçilerle, köylülerle ve küçük burjuvaziyle diyalog kurmayı başaran anti-faşist demokratik direniş hareketleridir. Sovyetler Birliği’nin aynı zaferi Resistans ve Paris ayaklanmaları olmadan, İtalyan partizanları olmadan, EAM-ELAS gerillaları olmadan, Yugoslavya Halk Ordusu, Bulgaristan Vatan Cephesi olmadan kazandığını düşünün bir; Hitler, Mussolini yine yıkılırdı ama 2. Dünya Savaşı sonrasının Avrupa siyasi iklimi “katılımcı demokrasi” ve “sosyal devlet” yönünde gelişir miydi? İtalya’nın monarşiye dönmesi, Fransa’da Gaullizmin muhafazakar bir askeri diktatörlük biçimini kazanması şaşırtıcı mı olurdu?
Faşizmin çöküşü ile demokrasinin yükselişi arasında kendiliğinden bir ters orantı yoktur. Bu orantıyı kuran tek güç, emekçi halkın devrimci anti-faşist direnişi olmuştur.
Bu tablo, sadece klasik faşizmlerin çöküşünde değil, açık faşizmden gizli faşizme geçiş süreçlerinde de benzer bir biçimde tekrarlanmıştır. Açık faşizme karşı ne kadar güçlü bir devrimci direniş yaratılabilmişse, açık faşizmin gizli faşizm arkasına yerleşme girişimi o denli başarısız olmuştur. Gizli faşizme geçiş süreçlerinde (Güney Amerika aperturaları) işçi sınıfının ve sol hareketlerin dinamizmi ne kadar yüksek olmuşsa, oligarşiler ve askeri diktatörlüklerin gizli faşizmi “kumandalama” başarıları o kadar az olmuştur.
Diğer yandan, “Reis” merkezli yeni rejimin, üstlendiği diktatörlük yetkilerine biçimsel olarak “demokratik seçimler” aracılığıyla ulaşmış olması, iktidarını bir parti-devlet modeline dayandırması bakımından klasik faşizmi andırıyor. Bu rejimin Almanya ve İtalya’nın klasik faşizmlerinden farkı, asla onların dayandığı çoğunluklara dayanamayacak olmasında. Kendisini Kürt, Alevi ve kadın düşmanlığıyla tanımlayan bir diktatörlük, zaten tanımı itibariyle halkın yarısını karşısına almış oluyor. Rejim, gücünü bu büyük nüfus gruplarından alan muhalefet hareketlerini asla tamamen susturamayacak.
Yeni rejim, (bütünlüğü, meşruiyetini Kürt düşmanlığına dayandırdığı bir iç ve dış savaş ortamında, diktatörlük yetkileriyle sağlansa da) çıplak bir kontrgerilla iktidarı olması hasebiyle açık faşizme benziyor. Ama bu kontrgerillanın arkasındaki emperyalist destek hayli koşullu, kontrgerillanın kendisi irade merkezi zayıf kırk yamalı bir bohça, üstelik bütün bu mekanizmanın “güvenliğini sağladığı” sermaye birikimi rejimi tarihsel olarak iflas etti ve ufukta büyük sermayenin tamamını ya da herhangi bir fraksiyonunu mutlu edecek yeni bir sermaye birikimi modeli yok. Karşı karşıya olduğumuz stagflasyon, bugüne kadar sürdürülebilen yoksulları, emekçileri bağımlılaştırma araçlarını sürdürülebilir olmaktan çıkarıyor.
Bugünkü açık faşizmin “mutlak başarı” ihtimali daha başlangıcından itibaren yoktur. Bugünkü açık faşizme karşı ezilemeyecek ve halkın derinliklerine ulaşacak bir direniş hareketini yaratmak aynı ölçüde mümkündür.
Faşizm halk direnişi olmadan yıkılmaz, faşizm sonrası demokrasinin düzeyini halk direnişinin niteliği ve niceliği belirler.
* Bu yazı Yeni Yaşam gazetesi ile eş zamanlı yayımlanmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.