Saatinde başlamayan, iptal edilen gösterimler, teknik arızalar, gösterim saatine yetişmeyen bilet koçanları, kilitli unutulan çıkış kapılarıyla birlikte 9 gün geçti
Saatinde başlamayan, iptal edilen gösterimler, teknik arızalar, gösterim saatine yetişmeyen bilet koçanları, kilitli unutulan çıkış kapılarıyla birlikte 9 gün geçti. Festivalin tek olumlu tarafı izleyiciyle buluşan bazı filmlerdi
Adana Film Festivali, geçen yıl festival ekibinin değiştirilmesini takiben giderek Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından propaganda malzemesi haline getirilmeye çalışılan bir festival. 25’incisi 22-30 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festival teknik ve organizasyon açısından değerlendirilecek olursa iddia edildiği gibi Türkiye’nin en büyük film festivali olmaktan çok uzaktı. Saatinde başlamayan, ertelenen, iptal edilen gösterimler, teknik arızalar, film bitiminde açılmayan salon ışıkları, seansların öncesi ve sonrasında rahatsız edici flaşlarıyla reklam malzemesi çıkarmaya çalışan festivalin kameraları ve fotoğraf makineleri, filme gömülmemiş ayrı bir projeksiyonla ekranın altına yansıtılan ya da perdenin ortasında duran, güçlükle okunabilecek kadar küçük, eksik, senkronizasyon sorunlu altyazılar, gösterim saatine yetişmeyen bilet koçanları, kilitli unutulan çıkış kapılarıyla birlikte 9 gün geçmiş oldu. Kısaca gösterilen bazı filmler haricinde festivalin olumlu bir tarafı yoktu. Festivale dair bu eleştirileri yaptıktan sonra Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması ve gösterimi yapılan diğer bazı filmlere bir göz atalım.
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması‘nda yarışan filmler; Anons, Arada, Aydede, Babamın Kemikleri, Dört Köşeli Üçgen, Güvercin, Güvercin Hırsızları, Halef, İçerdekiler, Kaos, Kardeşler, Kelebekler, Sibel ve Tuzdan Kaide ve Yuva idi.
Murat Düzgünoğlu tarafından yönetilen Halef, Çukurova ve civarında yaygın olan reenkarnasyon inancının üzerine kurulu bir öyküye sahip. Daha çocukken abisi ölen Mahir, karşısına ölen abisinin reenkarnasyonu olduğunu iddia eden Halef’in çıkmasıyla, bastırdığı, gömdüğü duygularını yavaş yavaş açığa çıkarır. Rasyonel düşünen bir insan olan Mahir en başlarda Halef’in iddiasını dikkate almazken Halef’in çocukluklarına dair anlattıklarıyla kafası karışmaya başlar. Beyninde tümör olan her an ölüme daha da yaklaşan Mahir’in Halef’in iddiaları vesilesiyle kendi geçmişiyle yüzleşmesini izleriz. İyi oyunculuk performanslarıyla da birleşince karakterlere derinlik kazandırabilen senaryosuyla izlemeye değer bir film Halef. Festivaldeki gösterime katılan yönetmenin filmin ses ve görüntülerinin salonda gösterilen daha farklı olduğunu ve bu gösterimin filmin niteliğini yansıtmaktan uzak olduğunu söyleyerek festivali eleştirdiğini de not düşelim.
Salah Birsel’in romanından uyarlanan ve Mehmet Güreli tarafından yönetilen Dört Köşeli Üçgen bakmak, gözlemlemek, gerçekleri söylemek ve inkâr etmekle ilgili bir film. Neredeyse tamamı siyah beyaz çekilen ve buna uygun olarak başarılı ışık kullanımları olan film zamansız ve görece mekânsız bir öykü sunuyor. Filmin ana karakteri kendini gözlemci olarak tanıtıyor ve film boyunca insanları ve olayları gözlemliyor, gözlemlerini anlatıyor. Hem diğer karakterlerle hem de kameraya dönerek seyirciyle sakin bir şekilde konuşuyor. Yalansız, doğrudan ve doğrucu üslubu diğer karakterleri sinirlendirip gözlemciyi hedef haline getirirken didaktikliği nedeniyle seyirciye bıkkınlık hissi veriyor. Bu da filmi ikna edicilikten uzak hale getiriyor. Diyaloglara dayalı anlatısı doğal gelişimi içinde değil de ite kaka ilerliyor. Toplumsal bir alegori olmayı ve sistem eleştirisi yapmayı hedefleyen, farklı bir üslup deneyen ancak yavan ve zorlama senaryosu vasat oyunculuklarla birleşince sığ bir anlatı olmakla yetinen bir film Dört Köşeli Üçgen.
Semir Aslanyürek’in yönettiği Kaos Fransa işgali altındaki 1930’lar Antakya’sında geçen ve üç farklı hikâyenin iç içe kurgulandığı, dram unsurlarıyla mizah unsurlarını kaynaştıran bir senaryoya sahip. Başarılı sanat yönetmenliği sayesinde keyifle izlenen bir mizansen de kuruyor Kaos. Ortaya da sinemamızda pek görmediğimiz dönem filmlerinin izlemeye değer bir örneği çıkıyor.
Ali Kemal Çınar’ın yönettiği Di Navberê De(Arada), anadili Kürtçeyi anlayabilen ama konuşamayan, Türkçeyi anlayamayan ama konuşabilen Osman’ın hikâyesini anlatıyor. Osman ilkokulda anadili konuşulması yasaklandığı için Kürtçeyi anlayabilen ama konuşamayan bir karakter. Buna bağlı olarak da yıllar içerisinde ilginç bir takıntı oluşturmuş; aynı anda iki işi yapamıyor. Örneğin aynı anda çay içerken ya da mesleği oto tamirciliğini icra ederken konuşamıyor. Araba kullanırken konuşmak için arabayı durduruyor. Bütün bunlar Osman’ın hayatını zorlaştırıyor, sosyal ilişkilerini zedeliyor. Di Navberê De devletin asimilasyon politikalarının uzantısı olan bir dilin yasaklanması gibi önemli bir toplumsal sorunu, didaktikliğe düşmeden ya da konuyu dramatize etmeden ince bir mizah anlayışıyla aktarıyor. Böylece anlatmak istediklerini daha anlaşılır hale getiriyor ve anlatılanın daha geniş bir kitleye daha hızlı ulaşmasını sağlıyor.
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, FİLMYÖN en iyi yönetmen ödülü, Yılmaz Güney Özel Ödülü’nü kazanan Mahmut Fazıl Coşkun’un Anons‘u 21 Mayıs 1963 tarihinde Talat Aydemir liderliğinde gerçekleşmiş başarısız darbe girişiminin yaşandığı gecede geçiyor. İstanbul Radyosu’ndan darbe bildirisini anons etmekle görevli dört askerin gece boyunca başlarından geçenler anlatılıyor. Film olayın gerçekte yarattığı bütün gürültüye zıt olarak sakin bir şekilde ilerleyerek bu kontrasttan mizah üretiyor. Karakterlerin tepkileri ve tepkisizlikleri, ardı ardına yaşanan absürt olaylar bu sakinliğe uygun olarak sabit ve uzun çekimlerle aktarılıyor. Anons başarılı sanat yönetmenliği ve mizanseniyle öne çıkan bir film. Askeri darbe girişimi gibi bir malzemesi olmasına rağmen politik bir yorum yapmaktan ise kaçınıyor. Politik bir mizah, politik bir mesaj ya da toplumcu bir yön içermiyor. Anons deyim yerindeyse etliye sütlüye karışmayan bir dönem filmi.
Tolga Karaçelik’in yönettiği En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ve İzleyici ödüllerini alan Kelebekler babalarından gelen bir telefonla yıllar sonra köylerine, babalarını görmeye giden 3 kardeşin bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor. Filmde dramatik unsurlarla absürt mizah ve kara mizah unsurları birlikte ve birbirlerinden ayrıştırılmadan iç içe geçmiş şekilde kullanılıyor. Film boyunca ağlanacak hale gülünüyor, gülünecek hale ağlanıyor. Kelebekler üslubunu arayan bir yönetmenin elinden çıkmış bir film gibi. Bu nedenle de Tolga Karaçelik’in bir önceki filmi Sarmaşık‘ın altında eziliyor aslında. Sarmaşık’ta bulunan politik alegoriler ve alt metin derinliği Kelebekler‘de mevcut değil. Tolga Karaçelik’in bu film ile birlikte popülist ana akım sinemaya doğru direksiyon kırdığını da söyleyebiliriz. Kelebekler ile Tolga Karaçelik derdini anlatma ile sektörü memnun etme arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Ortaya da pek bir şey anlatmayan ama çoğu kişinin keyifle izleyebileceği bir seyirlik çıkıyor.
En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini alan Çağla Zencirci ve Guillaume Giovan’ın birlikte yönettiği Sibel, Giresun’un bir köyünde yaşayan, konuşma engeli olan, ailesi ve köydeki insanlarla ıslık diliyle iletişim kuran Sibel’in öyküsünü anlatıyor. Sibel, uyumsuz, aykırı bir kişiliğe sahip genç bir kadındır. Toplumsal cinsiyetin kendisine biçtiği kalıba sığmayı reddetmektedir. Tüfeğini yanından ayırmaz. Sık sık ormana giderek bir kurdu avlayıp köylülerin takdirini bu şekilde kazanmak ister. Bir gün yine ormandayken bir adamla karşılaşır, kavga eder, onu yaralar ve sonrasında iyileştirir. Avlamaya çalıştığı kurtla bu adam arasında ise simgesel bağlar hemen göze çarpar. Ali adlı bu adam devlet tarafından terörist olarak tanımlanmakta ve aranmaktadır. Aralarında gerilimli, hırçın ve coşkulu bir ilişki başlar. Sibel’in ormanda gizlice bu adamla görüştüğünü öğrenen köylüler kadının toplumsal cinsiyet rollerine aykırı hareket eden Sibel’i hedef tahtasına koyarlar. Bir yandan köylüler, bir yandan babası ve kız kardeşinin baskısı, Sibel’in yıllardır artarak gelen iç çatışmalarını keskinleştirir. İsyan eder Sibel. Ve hesaplaşmaya başlar. Önce kendisiyle, sonra ailesi ve köylülerle… Esas olarak da sırf öyle olduğu söylendiği için öyle kabul edilen normlarla…
***
Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması‘nda yarışan filmler ise Anons, Jiang Hu Er Nv(Kül En Saf Beyazdır), Blaze, Beoning(Şüphe), Domestique(Domestik), Îmi Este İndiferent Daca în İstorie Vom İntra Ca Barbari(Tarihe Barbar Olarak Geçmek Umurumda Değil), Mein Bruder heißt Robert und ist ein Idiot(Budala Kardeşim Robert), Non–Fiction(Çifte Hayatlar) ve Pity(Zavallı) idi. Yukarıda kısaca değerlendirilen Anons bu bölümde Jüri Özel Ödülü’nü aldı.
Zhangke Jia’nın yönettiği Jiang Hu Er Nv (Kül En Saf Beyazdır) 2001’le 2017 arasında farklı zaman dilimlerinde geçen Çin yapımı bir aşk hikayesi. Çin’in kapitalizme entegrasyon sürecini arka plana alan film değişen Çin’le birlikte değişen insan ilişkilerini abartısız bir üslupla anlatıyor. Yoksullaşan maden işçileri, zenginleşen patronlar, zengin olma hayalleriyle insanlar, Çin’in turizm sektörüne yaptığı yatırımın etkileri arka planda incelikle işleniyor. Çin’in ekonomik, sosyal ve toplumsal değişimiyle birlikte bir aşkın direnişini, savruluşunu, sönmesini ve depreşmesini izliyoruz. Ağır temposuna göre süresi gereğinden fazla uzun olsa da Jiang Hu Er Nv izlemeye değer bir film.
ABD yapımı Blaze ABD’li country müzisyeni Blaze Foley’in hayat hikayesinden esinlenerek çekilen bir biyografi filmi. Filmin yönetmen koltuğunda Ethan Hawke var. ABD’nin güneyinde ortaya çıkmış bir müzik türünü odağına alan filmde yine ABD’nin güneyinde geçen mekanlara uygun olarak yoğun sarı tonlar kullanılmış. Film Foley’in hayatının farklı dönemlerini iç içe geçmiş şekilde kurguluyor. Çerçevenin içinde daha geçmişte kalan bir görüntü varken daha ileri bir zamandan Foley’in şarkı söyleyen sesini duyabiliyoruz mesela. Zaten Foley’in hayatının farklı dönemleri arasında kurulan bağlantılar da görüntüyle olmaktan çok şarkılarıyla, filmin ses kuşağıyla oluyor. Aşırı dramatize edilmiş, gereğinden fazla aforizmaya öykünen laflarla doldurulmuş bir film Blaze. Ancak ne hayata ve insana dair o büyük lafları, ne bu kadar dramatikleştirmeyi ne de bu kadar karmaşık bir kurguyu kaldırabilecek kadar güçlü bir hikayeye sahip değil. Ve buna görece uzun süresi de eklenince ortaya keyifle izlenen bir müzik filmi değil yorucu görüntü ve ses kuşaklarıyla sıkıcı bir film çıkıyor.
Adam Sedlák tarafından yönetilen Çek Cumhuriyeti ve Slovakya yapımı Domestique(Domestik) sporcu psikolojisini işleyen sert ve rahatsız edici bir film. Bisikletçi Roman, ideal kiloya gelebilmek ve üst düzey performansa çıkabilmek için kendine yasaklar koyan ve egzersiz programını eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir karakter. Bütün hayatını bisiklet üzerine kuran Roman bu nedenle karısıyla sık sık tartışmalar yaşıyor ve karşı karşıya geliyor. Bu tartışmalar Roman’ın yatağına uyurken oksijen seviyesini düşüren ve ayarlanan rakımlardaymış gibi atmosfer yaratan bir çadır monte etmesiyle hızla büyüyor. Öte yandan cinsel hayatlarında sorunları olan çift çocuk istemelerine rağmen bu istekleri bir türlü gerçekleşmiyor. Bu isteklerinin gerçekleşmesi için yedikleri yemeklerden içtikleri her şeye kadar dikkat eden çiftin katı düzenli hayatının bu yönü de Roman ve eşi Charlotte üzerinde ağır bir baskı ve aralarında cinsel gerilim oluşturuyor. Filmin gerilim dozu ilerleyen her dakika artıyor. Çadırın rakım seviyesini giderek yükselten Roman filmin gerilim düzeyini de yükseltiyor aslında. Bu gerilimin dozu Roman’ın maksimum performansa ulaşmak için sağlığına zarar verici yollara başvurmaya başlamasıyla birlikte doruk noktasına ulaşıyor ve film aşırı depresif ve rahatsız edici bir hal alıyor. Roman’ın egzersizlerini evdeki kondisyon bisikletiyle yapması ve yatağına monte ettiği çadır, filmi aşırı klostrofobik bir hale getiriyor. Oyuncu kadrosunun sadece dört kişiden oluşması filmin depresif ruh halini pekiştiriyor. Domestique bir çok sporcu filminden farklı olarak karanlık bir film ve seyircinin rahatlamasına asla izin vermiyor. Huzursuzluk, rahatsızlık ve belirsizlik duyguları filme ve izleyicisine hakim oluyor.
Yunan Yeni Dalga Sineması’nın temsilcilerinden Babis Makridis’in filmi Pity(Zavallı) acımak, acındırmak ve mutsuzlukla ilgili bir film(Yazının bu kısmı Pity filminin sürpriz gelişmeleri hakkında bilgi içermektedir). Eşi komada olan bir adam ve çocuğunun hayatını odağına alan film mutsuzluğu estetize eden bir üsluba sahip. Yunan Yeni Dalga Sineması’na özgü absürtlük, ince mizah anlayışı, mekaniklik ve müzik kullanımı bu filmde de mevcut. Eşi komada olduğu için etrafındaki herkes tarafından acınılan adam acınmaya yönelik bir bağımlılık oluşturuyor ve bir süre sonra sadece insanların kendisine acıması yoluyla tatmin hissi yaşayabiliyor. Ceza avukatı olan adam mesleğini acıma hissini müvekkillerine yansıtarak kullanıyor. Eşi komadan çıkıp sağlığına kavuştuğundaysa etrafındakilerin acıma hissi yerini ilgisizliğe bırakıyor. Bu noktadan sonra adam kendisini acındırmak için çabalamaya başlıyor. İnsanlara gerçek dışı şeyler söylüyor. Bir süre sonra yalanlarına kendisi de inanarak buna göre davranmaya başlıyor. Manevi tatmini için bu da yetmediğinde kendisine acınılacak durumları bizzat kendisi yaratmaya başlıyor. Pity insan duygularına atfedilen olumlu ve olumsuz anlamları ters düz eden bir film.
Olivier Assayas imzalı Fransız filmi Non-Fiction(Çifte Hayatlar) yayıncılık dünyasını odağına alan bir film. Dünyanın hızlıca değiştiği günümüz zamanlarında edebiyat ve sanat çevrelerinin bir portresini sunuyor ve bir çok soru soruyor. Bir kitap yazarken tanıdığımız gerçek kişileri onlardan izinsiz bir şekilde kitabın bir karakteri halline getirmek etik mi? Kitaplar eskisi kadar okunmuyor mu? E-kitaplar, sesli kitaplar matbaadan çıkan kitapların yerini mi alıyor, tamamen alabilecek mi? Gelecekte eserler sadece dijital ortamdan mı okunacak? Gönderilen e-mailler ve atılan tweetlerin sanatsal bir değeri olabilir mi? Bir yazarın kitapları mı blog yazıları mı daha çok okunuyor? İnsanların okuma alışkanlıklarını ne belirliyor? Bu ve bunun gibi sorular etrafında bir beyin fırtınasına davet ediyor bizi Non-Fiction. Geçmişten günümüze yaşanan değişikliklere bakarak geleceğe yönelik tahminler yürütüyor, merak ediyor ve merak ettiriyor. Yaşadığımız zamanda insanların iletişim biçimlerinin değiştiği ve hızlandığını gösteren bir filme uygun olarak sessizliğe yer vermeyen senaryosu, hızlı, es vermeyen ve soluksuz diyalogları ile Non-Fiction gelecekten dönülüp bakılacak ve her seferde yeni anlamlar kazanabilecek bir film.
Chang-dong Lee’nin yönettiği Güney Kore filmi Beoning(Şüphe) uluslararası yarışmada En İyi Film Ödülü’nü aldı. Lee Jong-Su’nun sevdiği kadın Shin Hae-mi yurtdışı gezisinde tanışıp arkadaş olduğu Ben’le Güney Kore’ye döner… İki adamın tanışmasının ardından Lee Jong-Su’nun Ben’le, yani bilinmeyen ötekiyle girdiği soğuk savaşın gerilimi film boyunca devam ediyor. Üstelik Ben zengin, ağzı laf yapabilen, yakışıklı; yani Lee Jong-Su’nun karşısında yetersiz hissetmesini sağlayacak bir çok şeye sahip. Film boyunca karakterlerin iç çatışmalarının dışavurumu ve geçmişle gelecek arasında bağ kuran fiil yakmak oluyor. Nesneleri yakarak duygular değiştirilebilir mi, iç huzur sağlanabilir mi? Dışarıda yok ettiklerimiz içimizdekileri kurtarabilir mi? Kıskançlık, eziklik ve şüphe duygularını seyirciye gayet başarılı bir şekilde aktarabilen bir film Beoning.
***
Yarışmalar dışında gösterimi yapılan filmlerden bazıları hakkında da kısa değerlendirmelerde bulunalım;
Belarus, Rusya, Almanya ve ABD ortak yapımı ve Darya Zhuk’un ilk uzun metrajı olan Khrustal (Kristal Kuğu) 1996 Belarus’unda hukuk mezunu genç DJ Velya’nın ABD’ye taşınmak için uğraşırken yaşadıklarını anlatıyor. Velya’nın gerçek olmayan bilgiler içeren vize başvurusunda iş yeri numarası olarak yanlışlıkla bir kasabada yaşayan bir ailenin telefon numarasını yazması ve vizesinin kabul edilmesi için o numaranın aranarak bilgilerin teyit edileceğini öğrenmesi üzerine olaylar gelişiyor. Velya telefon numarasını yazdığı eve giderek vize başvurusu için gelecek aramanın istediği gibi yanıtlanmasını garanti altına almaya çalışıyor. Khrustal, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının yaklaşık 5 yıl sonrasında eski Sovyet ülkesi Belarus’ta geçen bir Amerikan rüyası hikayesi. House müzik dinleyen, farklı giyim tarzıyla toplum tarafından tepki gören, annesi tarafından kişiliği ve yaşam biçimi hor görülen Velya sosyalist rejim sonrası başta gelir dağılımı ve sosyal ilişkiler olmak üzere her alanda toplumsal bir altüst oluş yaşayan Belarus’a bir aidiyet hissedemez ve burada kendini var edemez. Bu nedenle de çareyi House müziğin doğduğu Chicago’ya gitmekte yani bir nevi kaçmakta arar. Eski Sovyet ülkeleri halklarının Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından girdiği bunalım gibi ilgi çekici bir altyapının üzerine inşa edilen film bu altyapının karmaşık yapısını yansıtmayı ise tercih etmiyor. Film eski Sovyet ülkelerinin 90’lı yıllarda kapitalizme entegrasyon sürecine girmesiyle birlikte hızla artan işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği gibi olgulara olay örgüsünün bütünlüğü için şöyle bir değinir gibi yapıyor sadece. Kültür emperyalizminin etkisiyle gençliğin topluma yabancılaştırılmasını özgürlük olarak satan liberalizmin eleştirisini yapma gibi bir amacı olmayan film bunun yerine Sovyetler Birliği’nin hayaletini Amerikan rüyasının gerçekleşmesinin önünde bir engel olarak resmediyor. Khrustal, bu nedenlerden dolayı sosyalist rejim sonrası Belarus özelinde eski Sovyet ülkelerinin toplumsal ve kültürel çatışmalarına neden olan altyapı ilişkilerini görmezden gelerek gerçeklerden uzak bir toplum temsili ortaya koyuyor.
Cyril Schäublin’in ilk uzun metrajı Dene Wos Guet Geit (Tuzu Kuru) telekomünikasyon abonelikleri ve sigorta sözleşmeleri satan bir çağrı merkezinde çalışan Alice’in işi dolayısıyla kişisel bilgilerini edindiği yaşlı kadınları telefonda onların torunuymuş gibi tanıtarak dolandırmasını konu edinen İsviçre yapımı bir film. Klasik suç filmi anlatı yapısını kullanmayan film dolandırıcılığın yasa dışı ve yasal yöntemlerinin iç içe geçişini aceleye getirmeden ağır bir tempoda anlatıyor. Filmin ağır temposu uzun metraj bir film için kısa bir süre olan 71 dakika boyunca seyirciyi sıkmıyor. Kapitalizmin finans merkezlerinden biri olan İsviçre; banka hesapları, sigortalar, abonelikler ve sözleşmelerle dolu bir öyküsü olan film için uygun bir arka plan oluşturuyor. Banka ve sözleşme prosedürlerinin uzun diyaloglarla seyirciye aktarıldığı film 21’inci yüzyılın modern dünyasında kapitalizmin insanın kişiliğini dejenere edişini, davranışlarını ve iletişim biçimlerini nasıl yapmacıklaştırdığını didaktik olmayan bir üslupla anlatmayı başarıyor.
Bridey Elliott’ın senaryosunu yazdığı, yönettiği ve oynadığı ilk uzun metrajı Clara’s Ghost (Clara’nın Hayaleti), Clara haricindeki aile bireylerinin oyuncu olduğu 4 kişilik bir ailenin evlerinde bir gün boyunca yaşadıkları absürt olayları hızlı bir tempoda anlatan ABD yapımı bir film. Filmde 4 kişilik aileyi canlandıran dörtlünün gerçekten bir aile olduğunu ve tıpkı filmdeki gibi Clara’yı canlandıran Paula Niedert Elliott haricinde gerçekten oyuncu olduklarını da not edelim. Ailenin oyuncu olmayan tek bireyi anne Clara’nın eziklik, özgüvensizlik ve dışlanmışlık duygularının olaylar geliştikçe depreşmesi filmin de giderek artan temposuyla uyum sağlıyor. Bu duygu durum hali Clara’nın gerçekle gerçek dışı olanı gittikçe ayırt edemez hale gelerek sanrılar görmesine neden oluyor. Ailenin diğer bireylerinin oyunculuk hayatlarına dair uzun, hızlı ve bitmek bilmez diyalogları ile Clara’nın sözlerini ve davranışlarını görmezden gelmeleri Clara’nın bunalımını giderek arttırıyor. Gece boyunca içen, kahkaha atan, tartışan, morali bozulan, eğlenen aile bireylerinin odağında olmayan Clara filmin odağında. Yaşananlara ve konuşulanlara karşı Clara’nın tepkileri bazen dramatik bazen komik ve bazen gerilimli. Film özellikle gerilimi hissettirmek için ses ve kurgu klişelerine başvuruyor. Ritmi büyük oranda belirleyen ses kuşağı ise gereğinden fazla yoğun ve bu nedenle yorucu bir hal alarak filmin takibini güçleştirebiliyor. Özetle dram, komedi ve gerilim türlerinden özellikler barındırsa da bu türlerin doğal bir bileşimini elde edemeyen ve anlatısı dağınık olan bir film Clara’s Ghost.
Jeremiah Zagar’ın yönettiği ABD yapımı film We the Animals (Biz Hayvanlar) Terrence Malick’in The Tree of Life’ını (Hayat Ağacı) fazlasıyla anımsatan bir büyüme öyküsü. Ailesine karşı duyduğu sorumluluklarının altında ezilen ve bu ezilmişliği öfkeye ve şiddete dönüştüren bir baba; çocukları, eşi ve kendisi arasında sıkışıp kalmış bir anne ve onlu yaşlarının başlarında 3 erkek kardeş. Yetişkinlerin dünyasında yaşananlar çocukların zihinlerinde nasıl anlam kazanıyor? Ve çocuklar bu anlamları dışarıya hangi yolla ve ne şekilde yansıtıyor? Çocukların cinselliği keşfetmesi, doğal bir dürtü olan şiddetin davranışlarında açığa çıkmaya başlaması, yetişkinlerin olumsuz anlam yüklediği şeylerin çocuk zihninden geçerken olumlu bir anlam kazanması, rekabet, paylaşma, saf bir öfke, saf bir sevgi… 3 erkek kardeş büyüyor. Ve büyüdükçe, gördükçe, duydukça, yaşadıkça keşfediyorlar ve öğreniyorlar. Nedir bu yetişkinlerin öfkesinin, şiddetinin, gözyaşlarının nedeni? Çocukların zihnine yolculuk yapmamızı istercesine kullanılan yüz çekimleri çocuklara dışarıdan bir gözlemle bakmaya değil, çocukların zihninden dışarıyı gözlemleyerek bakmaya sevk ediyor izleyiciyi. We the Animals daha önce denenmemiş, yapılmamış, yeni olan bir şey vaat etmese de seyirciye rehberlik ettiği yolculuğu başarıyla tamamlıyor.
İtalya, İsviçre, Almanya, Fransa ortak yapımı olan ve İtalyanca çekilen Lazzaro Felice’nin (Mutlu Lazzaro) yönetmeni Alice Rohrwacher(Yazının bu kısmı Lazzaro Felice filminin sürpriz gelişmeleri hakkında bilgi içermektedir). Lazzaro Felice, gözlerden uzak bir köyde maraba olarak çalıştırılan köylülerden Lazzaro’yu odağına alan fantastik öğelerin toplumcu gerçekçi unsurlarla birlikte kullanıldığı bir film. Lazzaro kendisine verilen bütün emirleri itiraz etmeden yerine getiren bir gençtir. Suistimal edilmeye açık saf kişiliği filmde emek sömürüsünün en zalim hallerini daha da görünür kılar. Bir gün bir uçurumdan düşen Lazzaro kendine geldiğinde yıllar geçmiştir ama kendisi hiç değişmemiştir. Bu süreçte köylülerin yasa dışı şekilde maraba olarak çalıştırıldıkları ortaya çıkmış, ‘efendi’leri bu nedenle tutuklanmış, basın bu olayın üzerine gitmiş, ve köylüler dört bir yana dağılmıştır. Lazzaro uyanır, şehre gider ve bir şekilde köyünden tanıdığı bazı insanlarla yine yolu kesişir. Köylüler yıllar içerisinde sömürü çarkından kurtulmak bir yana dursun proleterleşememişlerdir bile. Hırsızlık yaparak ya da ufak tefek üçkağıtçılıklarla hayata tutunmaya çalışırlar. Ev denemeyecek bir yerde yaşarlar. İnsanlar büyümüştür, yaşlanmıştır, değişmiştir. Yaptıkları işler, yaşadıkları yerler değişmiştir. Ama ezilmişlikleri değişmemiştir, başka bir yerde başka bir şekilde yine yoksullardır, yine ezilirler. Lazzaro değişmemiştir bir de. Bütün bu yaşanan trajediyi hep aynı saf yüz ifadesiyle izleyen, hor görülen, kullanılan, itilip kakılan Lazzaro…
Alireza Khatami’nin yönettiği Şili, Almanya, Fransa ve Hollanda ortak yapımı olan ve İspanyolca çekilen Los Versos del Olvido (Unutulanlar) çekimleri Şili’de yapılan ama mekansız bir senaryoya ve kurguya sahip bir film. Bir mezarlığın yaşlı morg bekçisinin bir protesto sırasında öldürülen bir kadının defin işlemlerini devletin bütün engellemelerine rağmen gerçekleştirmeye çalışmasını konu alıyor. Morg bekçisinin sıra dışı bir özelliği de hemen hemen her şeyi hatırlayabiliyor olması; mezarlık morgunda kaç bin küsur gündür çalıştığı, bir kadının mezarlıkta kızını bulmak için mezarlığa kaç küsur pazardır geldiği, yıllar önce yazdığı bir mektubun hangi cümlelerden, hangi kelimelerden oluştuğu… Sadece isimleri hatırlayamıyor morg bekçisi. Filmde karakterlerin isimleri de yok. İsimsizlerin izini takip ediyor çünkü film. Yaşlı morg bekçisi unutmuyor; yargısız infazları, faili meçhulleri… Unutturulmaya çalışılanları unutturmaya çalışanlara inat unutmuyor. Faşistlerin kendi koydukları yasaları bile ihlal ederek öldürdüğü yurtseverleri, gençleri, devrimcileri, bütün dünyada en acımasız yöntemlerle sistematik bir şekilde gerçekleştirilmiş kirli savaşları unutmuyor ve seyirciye hatırlatıyor.
ABD ve Fransa ortak yapımı Gus Van Sant filmi Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot (Merak Etme, Fazla Uzaklaşamaz) alkol bağımlılığıyla geçen uzun yılların ardından sarhoş oldukları bir gece arkadaşının kullandığı arabanın kaza yapmasıyla iyileşemeyecek şekilde felç geçiren ve tekerlekli sandalye kullanmaya başlayan John Callahan’ın gerçek hayat hikayesinden esinlenerek çekilmiş. Callahan’ın kazadan sonra alkol bağımlılığından kurtulma ve akıl sağlığını koruma çabaları anlatılıyor. Film bu çabaların başarıya ulaşması için kendinden büyük bir güce, yani ilahi bir güce teslimiyet yolunu öneriyor. Kişinin kendi özgücüyle bu sorunları atlatamayacağını iddia ediyor. Bu nedenle de engelli olmayı aciz, güçsüz ve muhtaç olmakla denkliyor. Bu son derece hatalı engelli temsili filmin üzerine kurulu olduğu bütün temeli de çökertiyor. Zorlama dramatize sahneler, klişe dramatik müzik kullanımları, gereksiz mizah unsurları da eklenince ortaya vasatın da altında bir film çıkıyor.
Gaspar Noé’nin senaryosu gerçek olaylardan esinlenerek yazılan Fransa yapımı yeni filmi Climax ıssız bir yerdeki kapalı bir mekanda prova alan bir dans grubunun prova sonrası yaptıkları partide yaşananları konu alıyor. Gruptan birinin neredeyse partideki herkesin içtiği sangriaya halüsinojen bir madde olan LSD karıştırmasıyla işler çığırından çıkıyor. Filmin tamamına yakını iki ayrı tek plan çekimden oluşuyor. Bu çekimler izleyiciye oradaymış hissini sonuna kadar yaşatıyor. Müzik film boyunca neredeyse hiç durmuyor. Renkler yoğun ve boğucu. Dans, müzik, şiddet, seks, öfke, çığlıklar, ve renkler birbirine karışıyor.Kamera mekanın farklı yerlerinde dolaşırken ve çerçeveye aldığı karakterler sürekli değişirken çerçevenin dışında da tüm bu çılgınlığın devam ettiği yanılsaması başarılı bir şekilde oluşturuluyor ve bu gerçeklik yanılsaması meraka dönüşüyor. Bu merak da sürekli hareket eden; dans pisti, koridor ve odalarda dolaşan kamerayla birlikte seyircinin de hareket etmesine ve çerçeveye kilitlenip kalmasına neden oluyor. Climax, temposu hiç düşmeyen, soluksuz, psikedelik bir sinema deneyimi sunuyor. Ayrıca sinemanın beyazperdeden internete doğru yol aldığı tartışmalarının yapıldığı bir zamanda sinema salonunda yarattığı atmosferle Climax, sinemanın beyazperdeyle olan ilişkisinin doğrudan filmin atmosferini belirlediğini ve beyazperdeden internete doğru gerçekleşen dönüşümün bu ilişkiyi tamamen koparmasının zor olduğunu gösteren bir örnek aynı zamanda.
Jean-Luc Godard’ın Cannes’da ‘Özel Altın Palmiye’ ödülü alan İsviçre ve Fransa ortak yapımı son filmi Le Livre D’image (İmgeler ve Sözcükler) yönetmenin politik sözünü ve eleştirilerini filmin dört bir yanına yerleştirdiği, sessizlikleri ve ani ses patlamalarıyla, renksizliği ve parlak renk cümbüşleriyle, takip etmesi ve anlaşılması zor, yorucu, bir nevi hipnoz etkisi yaratan, savaş ve yaşam gibi konular üzerine özgün bir deneysel çalışma. Bambaşka zaman dilimlerinden arşiv görüntüleri ve filmlerden kesilmiş ve serpiştirilmiş parçalarla birlikte oluşturulan kolaj, sinemanın imgelerle olan ilişkisine tarihsel bir süreklilik kazandırıyor. Bir buçuk saat içerisinde kameranın imgeleri çerçeveleme tarihine kısa görüntüler ve ani geçişlerle birlikte sarsıcı ve sert bir bakış sunuyor.
ABD yapımı Spike Lee filmi BlacKkKlansman (Karanlıkla Karşı Karşıya) siyahi bir polisin beyaz üstünlüğünü savunan ırkçı örgüt Ku Klux Klan’e sızmasını ve örgüt içinde yürüttüğü operasyonu konu alıyor(Yazının bu kısmı BlacKkKlansman filminin sürpriz gelişmeleri hakkında bilgi içermektedir). Filmin senaryosu ise gerçek olaylardan esinlenerek yazıldı. BlacKkKlansman ırkçılık karşıtı bir anlatı kurma iddiası olan bir film. Filmde esas olarak üç grubun iç yapılarını ve birbirleriyle ilişkilerini görüyoruz. Irkçı KKK, solcu ‘Siyahi Öğrenci Birliği’ ve polis teşkilatı. Filmde bu üç grubun her birinin temsili gerçeği yansıtmaktan uzak. Film KKK’yi karikatürize edilmiş tiplemelerin olduğu bir avuç sapkın olarak gösteriyor. Ve KKK’nin devletle ilişkisini, ideolojik çizgisinin polis teşkilatı içerisindeki karşılığını bir kaç göstermelik replik ve karakteri araya sıkıştırarak geçiştiriyor. Kapitalist sistemin içerisinde KKK’nin durduğu yeri göstermektense KKK’yi bir avuç ırkçının sistemin de dışında kalan radikal ırkçı örgütüymüş gibi göstermeyi tercih ediyor. Black Panther Party(Kara Panter Partisi) çizgisindeki solcu siyahi öğrenciler ise kapitalizme ve ekonomik eşitsizliğe karşı verdikleri mücadele yok sayılarak salt ırkçılık karşıtı bir toplulukmuş gibi temsil ediliyor. Afroamerikanların ekonomik sömürüye karşı verdikleri mücadeleyi tamamen es geçiyor. BlacKkKlansman KKK ile siyahilerin çatışmasını sınıf mücadelesinden ayrıksı göstererek gerçekleri bilinçli bir şekilde çarpıtıyor. Filmde polis teşkilatının temsili de en az bir o kadar sorunlu. KKK’nin ideolojik çizgisinin ve örgütsel bağlarının polis teşkilatı içerisindeki karşılığına gözünü kapatan film bunun yerine yine karikatürize edilmiş ırkçı, tacizci bir polis karakteri yaratarak ve onu filmin sonunda diğer polisler tarafından tutuklatarak polis teşkilatını aklamaya çalışıyor. Polis teşkilatı içerisindeki siyahi düşmanlığının sistematik hali görmezden gelinerek istisnai durumlarmış gibi gösteriliyor. Filmin başında Siyahi Öğrenci Birliği’nin faaliyetlerini sabote etmeye çalışan ve bir etkinliklerine sızan polisler filmin sonunda o etkinliğin düzenleyicilerinden siyahi bir kadınla birlikte ırkçı polisi oyuna getirip tutukluyor ve birlikte aynı masada oturup arkadaş oluyorlar. Uzlaşmaz çelişkiler beyazperdede zorlama bir şekilde uzlaştırılıyor ve uzlaşmaz çelişkilerin tarafları zorla barıştırılıyor. Filmde siyahiler özgüçleri yetersiz, öldürülmemek ve ezilmemek için polise muhtaç bir topluluk olarak gösteriliyor. Oysa gerçekte 60’lı yıllardan itibaren afroamerikanların öz örgütlülüğü yaşadıkları gettolara yönelik polis saldırılarına karşı örgütlenme ihtiyacından doğmuştu. KKK’nin ekonomik eşitsizliğin bir sonucu ve körükleyicisi, ırkçılığın ise anti-komünist faaliyetin ideolojik harcı olmasının üstü filme net bir şekilde kapatılıyor. Devrimci afroamerikanların mücadele pratikleri ve halkla kurduğu bağlar görmezden geliniyor. Filmin gerçek olaylardan esinlenerek çekilmesi tarihsel gerçekleri çarpıttığı gerçeğini değiştirmiyor. En nihayetinde çerçevenin içinde gördüklerimiz filmi çekenlerin göstermek istedikleri. Spike Lee’nin BlacKkKlansman‘ı ırkçılık karşıtı temayı işleyen ana akım benzerlerinden daha farklı bir film olmaktan fazlasıyla uzak ve ırkçılık sorununun özünü yansıtmayı kesinlikle vaat etmiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.