Cumhuriyet’te yönetim değişikliğinin ardından ayrılıklar sürüyor. Tayfun Atay ve Kemal Can da ayrıldıklarını birer veda yazısıyla duyurdu
Cumhuriyet’te yönetim değişikliğinin ardından ayrılıklar sürüyor. Tayfun Atay ve Kemal Can da ayrıldıklarını birer veda yazısıyla duyurdu
Cumhuriyet yazarlarından Tayfun Atay ve Kemal Can da bugünkü köşelerinde birer veda yazısı yazarak artık ayrıldıklarını açıkladı.
Can, Çiğdem Toker’in veda yazısındaki sözlerine değinerek “Yapılan şey, yapılma biçimi, yapanlar ve ilk adımlarla gösterilen yol, nereden temin edildiği, kullanım garantisinin hangi merci tarafından verildiği belirsiz etiketlerden, Çiğdem Toker’in söylediği gibi gazeteciliğin yargılandığı mahkeme iddianamelerinden alınmış pasajlarla kurulmuş bildirilerden daha fazla şey anlatıyor” dedi.
Yeni yönetimin kalması yönündeki açık çağrıları karşısında “Ahde vefa diye bir şey var” diyen Tayfun Atay ise tercihini tasfiye edildiği söylenen ekiple birlikte ayrılmaktan yana kullandığını söyledi:
“Ben Cumhuriyet’te acısıyla tatlısıyla, bazen kol kırılıp yen içinde kalacak şekilde Can’la, sonrasında da Murat’la ve tabii Akın Atalay’la Orhan Erinç’le çalıştım. Şimdiki yönetim değişikliği de malûm, bu ekibin tasfiyesi olarak değerlendirilmekte. Ben onlarla birlikte ayrılmaktan yana kullanıyorum tercihimi ve adeta etin tırnaktan ayrılmasının karşılığı olabilecek bir duygusal acıyla okurlarımdan haklarını helâl etmelerini diliyorum!..”
Can’ın veda yazısı:
Eyvallah
“Beş soru on cevap” sürecek mi?
Söz konusu yer Cumhuriyet olunca, “meslekteki 36. yılımda” diye başlayan cümle tuhaf duruyor. Ama ne yapayım ki, yine söz konusu yer Cumhuriyet gazetesi olunca meslekte pek de taze olmadığını söyleme ihtiyacı duyuluyor. Neyse uzatmadan söyleyeyim; defalarca olduğu gibi, yine hiç düşünmeden, tereddüt etmeden gitmenin zamanı.
Mesleğin gereği; yapılan her işin, her iddianın, her gelişmenin farklı taraflarını görmeye çalışmak, aynı soruya verilecek farklı cevapları bulmaya çalışmak. “Beş soru on cevap” da böyle bir arayışın ismiydi. Bazen soruların fazla tartışmaya yer bırakmayacak apaçık cevapları vardır, cevabıyla gelen soruda yapılacak tek şey olur.
İç tartışmada taraf tutmak mı?
Yapılan şey, yapılma biçimi, yapanlar ve ilk adımlarla gösterilen yol, nereden temin edildiği, kullanım garantisinin hangi merci tarafından verildiği belirsiz etiketlerden, Çiğdem Toker’in söylediği gibi gazeteciliğin yargılandığı mahkeme iddianamelerinden alınmış pasajlarla kurulmuş bildirilerden daha fazla şey anlatıyor.
“Cumhuriyet gazetesi kimin” tartışmasının tarafı, heveslisi olmayı hadsizlik kabul ederim. Fakat, bugün gazetecilik yaptıkları için ağır bedeller ödemiş, muhtemelen ödemeye devam edecek, gazetecilik yapmak için harcadıkları emeğin tanığı olduğum insanlara söylenenler ve yapılanlar, “hoş değil” sınırının çok ötesinde.
Ahlaki sınırlar politik midir?
Ahlak ve vicdan fena halde siyasidir. Ne yapıldığını, neden ve nasıl yapıldığına bakarak anlamaya çalışmak daha öğreticidir. Gelmekte olanla ilgili de daha fazla şey anlatır. Siyasette kayıp ve kazançların kalıcılığı da, ahlaki tutarlılık ve vicdani meşruiyetle çok daha ilgili. Aynıları aynı, ayrıları ayrı yerde tutan da bu.
Durduğumuz yerler kadar, durmamamız gereken yerler; binmemiz gereken trenler kadar, olmamamız gereken gemiler; söylemek zorunda olduklarımız kadar, konuşmamamız gerekenler; yapmaktan vazgeçilmeyeceklerle, asla yapılmayacaklar var. Ve bunlar büyük sloganlar ve iddialı misyonların gürültüsünden çok daha politik.
Alkışlar ve tepkilerin mesnedi?
Türkiye çok uzun bir süredir kaynağı, kanıtları ve tutarlılığı çok tartışmalı sıfatların, etiketlerin gelişigüzel kullanıldığı bir zeminde konuşuyor. Adaletin ölümü, gündelik dile de ispat yükümlülüğü yürürlükten kalkmış gibi yansıyor. Herkes, suç atıp suçsuzluğun kanıtlanmasını bekleyen yeni dönem savcılarını taklit ediyor.
Nereye gidildiğini, arkada kalanlar değil, yola birlikte devam edenler gösterir. Kanaatler ve husumetlere, hele de iddialara göre değil, pek de gizli saklı olmayan eylemlere bakarak karar vermek yanılgılardan koruyabilir. Büyük komplolar aramak yerine açık seçik niyetleri okumak hem daha kolay, hem daha hızlı olur.
“Eyvallah” neyin vedası?
Daha önce de yazmışlığım var ama dokuz aydır düzenli yazdığım Cumhuriyet gazetesine veda zamanı geldi. Benim için ve birçok insan için mesleğin önemli okullarından biri olan Cumhuriyet gazetesinde birlikte çalıştığım, çoğu aynı zamanda dostum olan insanlara ve elbette okurlarına bir teşekkür borcum var. Sağ olun.
Gazetecilik de, siyaseten doğruları savunmaya devam etmek de, kendini övecek tek insan ve yaptıklarından utanan biri haline gelmeden yaşamak da bir yolculuk. Her yolculuk karşılaşmaları mümkün kılar. Sorular sorma, cevapları arama çabası, buna alan açan mecralarla devam edecek. Eyvallah…
Tayfun Atay’ın veda yazısı:
Kalacak bir türkü söyler gideriz
Aslında bugünkü yazım, “Durmanın ve susmanıngücü” başlığı altında, sevgili dostum BarbarosŞansal’ın Kıbrıs’ta maruz kaldığı “sıradan faşizm” üzerine olacaktı. Ya da faşizmin nasıl gündelik hayatımızın “yeni normal”i haline geldiği üzerine bir yazı diyelim!.. Barbaros’un avaz avaz zehir saçan bir ağız karşısında o muhteşem “duruş vesusuş” ile nasıl “panzehir” ürettiğine dair bir yazı… Nasıl bazı sorular karşısında susmak en doğru cevapsa, kaba-saba, kara- zorba cehaletin çirkef şovenliği karşısında da korkmadan, kaçmadan ve “saldırganlık” oyununa gelmeden “dimdiksusmak” güçlülüktür diyecek bir yazı…
Bunu yazamadım (ya da işte bu kadarcık yazabildim!) ve bir “Veda” yazısıyla karşınızdayım!..***
Cumhuriyet gazetesinde yönetim değişti; benim bu gazeteyle bir yazar olarak bağımın kurulmasından çok öncelere giden uzun, tatsız, çirkin ve ne yazık ki aralarında dost, kardeş, ağbi bir dizi insana son iki yılda büyük bedel ödetmiş bir çekişmenin son durağı mahiyetinde…
Ve ben, Cumhuriyet’le yazarlık bağı kurduktan sonraki süreçte yaşadıklarım, tanık olduklarım, gözlemlediklerim doğrultusunda kararımı ayrılmaktan yana veriyorum.
Yaklaşık 3 buçuk yıl Cumhuriyet’in ekmeğini yedim. Cumhuriyet beni Türkiye’de çok geniş bir kamuoyu ilgisine açtı, müthiş bir okur sevgisine kavuşturdu. Bir sosyal bilimci olarak hep dediğim gibi, hayatın içinde olup bitenleri yıllarca üniversiteye nasıl taşıdıysam, üniversitede öğrendiklerimi de (kavram, kuram, yöntem) hayata, topluma, halka taşıma imkânını en yoğun, en etkin, en saygın şekilde veren “ocak” oldu bana Cumhuriyet…
Evladıma bırakacağım en kıymetli miras bu!..***
Dolayısıyla ben de aynen Murat’ın (Sabuncu) yaptığı gibi, ne oldu, neden oldu, nasıl oldu, kim haklı, kim haksız, yanlış, kusurlu ve benzeri konulara bu aşamada hiç girmeyeceğim. Ancak iki gündür gerek yeni yönetimle irtibatlı gerekse de çok daha zorlayıcı şekilde okurlarımdan gelen “Gitme kal” çağrıları karşısında; yaşanmış olanlar üzerinden Cumhuriyet’e zarar verecek hiçbir gerekçe öne sürmeksizin sadece bir tek söz söylemek istiyorum:
Ahde vefa diye bir şey var.
Bana Cumhuriyet’in yolunu Can Dündar açtı. Can, benim 45 yıllık arkadaşım; sokaktan, mahalleden, okuldan… Benim mazim o ve mazisi olmayanın istikbali olmaz. Murat Sabuncu da gazeteciliğe 2003’te adımımı attığım ilk yıl Milliyet binasında hep siyahlı ya da “lacili” takım elbisesiyle bir eli cepte “sevimlibir ciddiyet” içinde aşağı yukarı dolaşırken karşıma çıkmış bir güzellik, ve dostluğumuzu o günden bugüne taşıdık. O da gazetecilik pratiğinde bir başlangıç siması benim için…
Ben Cumhuriyet’te acısıyla tatlısıyla, bazen kol kırılıp yen içinde kalacak şekilde Can’la, sonrasında da Murat’la ve tabii Akın Atalay’la Orhan Erinç’le çalıştım. Şimdiki yönetim değişikliği de malûm, bu ekibin tasfiyesi olarak değerlendirilmekte.
Ben onlarla birlikte ayrılmaktan yana kullanıyorum tercihimi ve adeta etin tırnaktan ayrılmasının karşılığı olabilecek bir duygusal acıyla okurlarımdan haklarını helâl etmelerini diliyorum!..***
Hayata yazarak müdahale etme arzu, telaş ve aşkında iki dinamik kalemimin akışında belirleyici oldu diyebiliyorum: Antropolojik bilgi ve sosyalist ahlâk…
“Ötekinin bilimi” demek olan antropolojiden “öteki” olanı sadece tanımayı bilmeyi değil, sevmeyi öğrendim; ayrıca hiçbir şeyi ve hiç kimseyi yargılamamayı, ama anlamayı da… “İnsan toplumsalvarlıktır” ilkesinden beslenen, “insan, insanın kurdu” değil, “dostu”dur inancına yaslanan sosyalist ahlâkın sacayağını da paylaşma, duygudaşlık (empati) ve diğerkâmlık olarak oturtuyorum.
Elbette insanız ve insani zaaflar, kusurlar, yanlışlar bizim de kapımızı çalmıştır; ancak eğer bugün yeni işbaşına gelmiş yönetimin yanında olanlar da dâhil, Cumhuriyet okur yelpazesinin farklı hatta birbirine aykırı dilimlerinin hepsinden yazarlık pratiğim doğrultusunda takdir ve sevgi görmekteysem bunun övüncünü bu iki dinamiğin hayatımdaki yerine borçlu olduğum kanısındayım! Bundan böyle de insanlık serüvenimde bu iki dinamik doğrultusunda aynı minval üzere yol almak, ahdimdir!..***
Okurlarımdan koptuğum için üzgün olduğum kadar, bir “evlat”tan kopma hüznü de var içimde. “Cumhuriyet PA7AR” o…
Cumhuriyet PA7AR, bana muazzam bir deneyim, daha doğrusu “imkânsız”ı yaşattı: “Annelik” deneyimi, duygusunu…
Cumhuriyet PA7AR, arkadaşlarımızın hâlâ zindanlarda çile doldurduğu bir dönemde gazetenin içinde bulunduğu maddi- manevi sıkıntılara bir nefes sıhhat olsun diye yokluktan var edildi. O dönemin gazete yönetiminin ifadesiyle “olmayan birpara” ile çıktı.
Bu yüzden tamamen gönüllüce benim çağrıma kulak veren hocalarımdan dostlarıma, öğrencilerime ve kendi içinde pıtrak gibi çoğalan yeni yeni isimlere açılan yelpazede bir “güzellikler ordusu” ile “doğurdum”, “besledim”, “büyüttüm” PA7AR’ı…
Onunla “Annelik” nedir, deneyimledim, böylece “daha taminsan” oldum ya, ölsem de gam yemem çok şükür!..
O, Cumhuriyet’te benden geriye kalan bir türkü olsun!..
Böyle diyelim ve okurlarımın yazarken şiirin cazibesine sık sık nasıl tutulduğumu bildikleri üzere, Özdemir Asaf’ı sonsuzluktan çağırıp Cumhuriyet öykümüzü “şiir”e dönüştürerek noktalayalım; tekrar görüşmek üzere diyerek, dileyerek!..
“Neler gördük neler bu günekadar
Daha gidilecek yerlerimiz var
Bizi buralarda unutamazlar
Kalacak bir türkü söyler gideriz.”
İlgili haberler:
Sendika.Org