Halkın Hukuk Bürosu ve Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi 17’si tutuklu 20 avukatın yargılandığı davanın üçüncü duruşması avukatlar savunmalarını yapmaya devam etti
Halkın Hukuk Bürosu ve Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi 17’si tutuklu 20 avukatın yargılandığı davanın üçüncü duruşması avukatlar savunmalarını yapmaya devam etti
Halkın Hukuk Bürosu (HHB) ve kanun hükmünde kararname ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi 17’si tutuklu 20 avukatın yargılandığı dava üçüncü gününde Bakırköy’de bulunan 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Bugün (12 Eylül) Naciye Demir’in savunmasıyla başlayan duruşma Engin Gökoğlu, Ayşegül Çağatay, Didem Baydar Ünsal, Özgür Yılmaz ve
Bugünkü (12 Eylül) duruşma Avukat Naciye Demir’in savunma ile başladı. Demir, “İnsanın baskıcı devletten daha büyük bir düşmanı varsa o da kendi içindeki ahlaksızlıktır” diyerek başladığı savunmasını şöyle sürdürdü:
Ben işçi cinayetlerini görüp haksızlıkları görüp ses çıkarmazsam ben, ben olamam. Bunlar yüzünden bir yıldır tutuklu olmaktan gocunmam. Elinizdeki belge iddianame dışında her şey. Bunun için harcanan kağıtlar için kesilen ağaçlara acıdım. Bu iddianame hukuk fakültesi mezunu birinin yapabileceği bir şey değil. Her üstüne “iddianame” yazılan kağıt iddianame midir?
Dosyada tanık diyor ki “Bu avukattır”, doğru ben avukatım doğru politik dava avukatıyım. Benim müvekkil seçme hakkım var. Sıla Abalay benim müvekkilimdi. Çok akıllı, güzel bir çocuktu; ama öldürdüler. Ne yapacaktım? Peşinden gitmeyecek miydim? Aynada kendime nasıl bakacaktım, geceleri nasıl uyuyacaktım gitmesem? Başkaları yapıyormuş, yapsın ben yapamam.
Serveto düşüncelerinden vazgeçmediği için çok yavaş yakılarak ölüme mahkum ediliyor. Celladı “Düşüncenden vazgeçersen seni hızlı yakarım” diyor. Serveto kabul etmiyor ve çok yavaş, diri diri yakılıyor. Şimdi kimin düşüncesi yaşıyor? İnsan düşüncesi için yaşar. Onun dışında bir şey söylemeyeceğim.
Demir’in ardından Avukat Engin Gökoğlu savunmasını yaptı. Gökoğlu meslek hayatına, yoksullukla mücadele ederek iktidara gelen AKP döneminde başladığını belirtti ve “Kalkınma AKP’ye, yoksulluk halka düştü” dedi. “Bu ülkede bir işkence gerçekliği var” diyen Gökoğlu “Ben canlı tanığıyım, mağduruyum” diyerek yaşanan işkenceleri savunmasında şöyle anlattı:
Kolumu kıran, kaburgalarımı ezen polisler beni hastaneye götürdüklerinde bana bizim avukatlığımıza saygı duyduklarını anlattılar. Emniyet’te bize işkence yapan polis hastanede avukatlığımıza, direngen yanımızı övüyordu. Siz bizim tutukluluğumuzla bize ne yapıyorsunuz, farkına varmanız gerekir. Hapishanede bizi robokop polisler yerlerde sürüklüyor, hücreye itfaiye hortumuyla köpüklü su sıktılar. Beni kırılan camların üzerinde sürüklediler. Hapishanede işkence ile kolumu kırdılar. Şikayetçi olmamıza rağmen hiçbir soruşturma başlatılmadı. HHB’de kolu kırılmayan avukat yoktur, saldırıya uğramayan avukat yoktur. Benim kolumu daha önce polis ve gardiyan kırdı, önceki gün izin verilseydi burada jandarma kıracaktı. Ekim’in 30’unda beton zemine çırılçıplak atarak ayaklarımıza ters kelepçe taktılar. Revire dahi götürmediler. Kolumun tedavisi yapılmadı. Tokat atarak tekme atarak bizlere saldırdılar. Her türlü bedeli göze alarak avukatlık yaptık. Susmayı değil, direnmeyi seçtik.
Müvekkillerimiz Nuriye Gülmen ve Semih Özakca’nın duruşmasına iki gün kala gözaltına alındık. 300 bin kamu emekçisi ekmeklerinden edildiler. Gazları, copları, polisleri ile saldırdılar. Bir çift yürek ile baş edemediler.
Savunmasında Cem Karaca’nın “Durdurmayacaklar halkın coşkun akan selini” şarkısının “Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları/ Hepsi halka karşıdır/ Kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları hepsi halka karşıdır/ Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları/ Hepsi halka karşıdır” dizelerini alıntılayan Gökoğlu sözlerine şöyle devam etti:
Nuriye ve Semih ile ilgili gazetelere televizyonlara röportaj verdik, basın açıklamaları yaptık, milletvekilleri ile görüştük yeri geldi Yüksel Caddesi’nde nöbet tuttuk. Komisyon dediler başvurduk, AYM’sine, AİHM’ine… Bütün yollara başvurduk.
Dünyadaki servetin yarısını bir avuç asalak paylaşıyor. Sadece Afrika’da yüz elli milyon çocuk eğitim hakkından mahrum. Haksızlık alışılır şey değildir. İşte bizi bu yüzden tutukladılar, sınırların dışına çıktığımız için tutuklandık. Egemenlerin hukuka boyun eğmediğimiz için tutuklandık. Güçlü zayıfın boğazına binmiş görmezden gel, vatan özgür değilmiş sana ne? Hayır efendiler biz sizin biçtiğiniz ömrü kabul etmiyoruz. Ölümse ölüm, ölümden öte özgürlük var. Bütün çabamız halkımız ışığa hasret kalmasın diyedir.
Tecriti arkadaşlarımız uzun uzun anlattılar. O kadar anlamsız işler oluyor ki. Kantinde sattıkları şeyi gün geliyor topluyorlar. Avukatlar gününde tutsak avukat arkadaşlarımızın gönderdikleri mektup anneler gününde geldi. Biz “Tecavüz suçtur” dedik, siz soruşturma izni vermediniz. Biz “Sağlık haktır” dedik, siz “Parası olmayan ölsün” dediniz. Biz “Halk çocuklarını öldürmeyin” dedik, siz “Bebek de olsa gereken yapılacaktır” dediniz. Çoluk çocuk katlettiniz, doğayı katlettiniz, halkı açlığa mahkum ettiniz. Asıl terörist bu tabloyu yaratanlardır. Bize, halkın avukatlarına terörist diyemezsiniz. Tarihsel ve siyasal olarak gerçek budur.
Direnerek üretenleri, üreterek direnenleri tecrit teslim alamaz. Kendimize olan güvenimiz ve ısrarımızla olmaz denilenleri oldurduk. Hapishanede bize boncuk tezgahı vermediler, biz kendi tezgahımızı yapıp onunla Nuriye-Semih yazdık. Ne gökyüzünden vazgeçtik ne de hayallerimizden. T, F fark etmez bütün hapishaneler tecrittir. Bir fotoğraf çektirebilmek için 11 ay bekledim. Neden? Yaptıkları işkence gözükmesin kolumu kırdıkları gözükmesin diye.
Ne saray rejimindeyiz ne tek adamla yönetiliyoruz. Eşyanın adını koyalım; faşizmle yönetiliyoruz. Yeni sömürge ülkelerde başka yolu yoktur. Faşizm varsa faşizme karşı mücadele zorunluluktur. Onu görmezden gelerek gitmesini bekleyemeyiz. Direneceksin adaletsizliklere, sahtekârlıklara karşı direneneceksin. Haksızlığın olduğu her yerde direneceksin.
Direnme hakkı yasalarla verilmez direnmek doğadan gelir. Ağaçlar rüzgara karşı direnir. Taş bile direnir, taş! Çocuklarını elinden alıyorlarsa direneceksin, evini yıkıyorlarsa direneceksin, değerlerini elinden almaya çalışıyorlarsa direneceksin. Direndik, direneceğiz!
Akasya ağacının doğal bir koruması var, karıncalar. Çünkü karıncaların vatanı akasya ağacı. Küçücükler ama canlari pahasına ağacı korurlar. Biz de canımız pahasına vatanımızı koruyoruz. Vatanı çok seviyoruz, vatanımız için mücadele ediyoruz. Nemrut ona karşı gelen İbrahim peygamberin yakılması emrini vermiştir. Göklere kadar varan bir ateş yakılmış. Karınca ağzında bir damla suyla ateşe giderken “Olsun, hiç olmazsa hangi taraftan olduğum belli olsun” demiş.
Gökoğlu savunmasını sürdürürken kitap sokulmayan hapishane uyuşturucu sokulduğunu belirterek suç ihbarında bulundu. Ardından şöyle devam etti:
Öğrenciler, doktorlar herkes vatan haini. Düzenin sınırları içinde muhalefet yapılmasına da izin vermiyorlar. Bu ülkede insanların başlarına ödül konuluyor. Beyaz adamın kelle avcılığı yaptırılıyor. Bir baba evladının kemikleri için 90 gün aç kalıyor, Ethem’i vuran polise bir milletvekili maaşı bile etmeyen para cezası verildi. Ankara’nın göbeğinde insanlar katledildi. Bu ülkede demokrasi olamaz. Nuriye ve Semih yaşasın demek yasaktı; ama Nuriye ve Semih’e hakaret etmek serbestti. Yaptığımız suç duyuruları hakkında hiçbir dava açılmadı. Ama Nuriye-Semih dedikleri için Beleştepe adlı taraftar grubu tutuklandı.
İhaleler, yolsuzluklar kitabına uyduruluyor. Adalet zenginler için satın alınıyor. Paranın değeri hukukun ilkelerinden daha kıymetli oluyor. Bugün meşruluğunu yitirmiş bir hükümetle karşı karşıyayız. “Savcılara, yargıçlara AKP’nin ilçe başkanı gibi davranmayın” diyorduk. Şimdi o noktayı çoktan geçtik. Bir gecede Danıştay başkanı Zerrin Güngör’ün kızı 24 saat içinde Elazığ’a atanıp sonrasında Danıştay’a tetkik hakimi olarak atandı.
Salazar’ın “Estada Novo”su, yani yeni düzeninde düşünce özgürlüğü Salazar’ın yeni hukukuyla inşa edilmişti. Salazar’ın istediği kişi 3 yıla kadar gözaltında tutuluyordu, avukatla görüşemiyordu ama oranın devrimcilerinin mücadelesi devam etti. Almanya’da hakimlere “Führer ne karar verirse o kararı verin” deniyordu. Biz Türkiye’de bu olmasın diye çalışıyoruz.. Danıştay Başkanı seçimler öncesi “OHAL ile temel hak ve özgürlüklere dokunulmadı” diyor. Bu ülkede yargı bağımsızlığı yoktur. Demokratik bir toplumda mahkemenin tarafsız olması yetmez. Mahkemenin tarafsızlığının görünür olması gerekir. Türkiye’de böyle midir? Enis Berberoğlu’nun davasına bakan hakimler tutukluluk kararından 2 gün önce görevden alındılar.
Soma Davası hakimleri tam karar aşamasında görevden alındılar. Yerineyse daha önce maden davalarında patronlar yerine karar vermiş kişiler geldi. Bu hakimler ne solcu, ne sosyalistlerdir. Ama düzen iyi hakimliğe dahi tahammül edemiyor. AİHM’in 2017 raporunda en çok ihlalin yaşandığı 2. ülkeyiz. Adil yargılanma hakkının ihlali, avukata ulaşamama, tanıklarının dinlenmemesi, mahkeme kararlarının uygulanmaması… Yani AİHM Türkiye’de adil yargılanma yoktur diyor.
Müvekkillerimiz hapishaneden tahliye oluyorlar, kapıda başka gerekçeyle polis talimatı ve savcılık kararıyla yeniden gözaltına alınıyorlar. Halbuki savcı her zaman hapishaneden kişiyi alıp sorgulayabilir. Ancak yapılan 12 Eylül uygulamasıdır. 27 Ocak – 10 Şubat arası bir avukat anketi yapılmış. Avukatların yüzde 80’i en çok hukuk devletinin, adil yargılanma hakkının olmadığını, yargının siyasallaştığını düşünüyorlar. Kendini muhafazakar olarak tanımlayanlar da böyle düşünüyorlar.
Asıl tutuklanma sebebimiz, ben müvekkilerim için, Nuriye ve Semih için açlık grevi yaptım. Grevimin 27. gününde gözaltına alındım. Biz asıl tutuklanma sebebimizin bu olduğunu düşünüyoruz.
Osmangazi Üniversitesi’nde insanları “FETÖ’cü” diye ihbar eden bir muhbir okula girdi ve katliam yaptı. Bu şahıs aklını kaçırmış biri, bir ruh hastası değildi. Devlet her yerde böyle şahıslar olsun, muhbirlik yapsın istiyor.
Nuriye Gülmen, yoksul halk çocuklarından biriydi. Akademik çalışmalarını sürdürürken, Gezi Direnişi’nde ara sokaklarda katledilen halk çocukları için eli koynunda durmadı. Ali İsmail için, Berkin için sokağa çıktı, oturdu, mücadele etti. Nuriye’nin yaptıkları yanına kalmadı. İşten uzaklaştırıldı. Hukuk mücadelesini, adalet mücadelesine kattı ve sonuna kadar götürdü. Kazandı ama kararı uygulamadılar. Ve nihayetinde tamamen işinden, ekmeğinden uzaklaştırıldı.
Bizlere bu eziyeti yapan egemen güçler mi güçlü? Yoksa bizim güçsüzlüğümüz mü onları güçlü yapıyor? Güçsüzlüğümüz neyse bileceğiz, öğreneceğiz, direneceğiz. Diyalektik öğretiyor, değişeceğiz. Korkusuz değiliz, korkunun esiri olmayacağız. Bize türkülerimizi söyletmiyorlar. Ama yasaklanan sokaklarda ne şarkılar ne direniş eksik oldu. Bugün Yüksel’de sokaklarımız direnişe devam ediyor. Halk direnişçiler sayesinde basın açıklaması yapabiliyor.
“Nuriye, sömürü varsa direniş de vardır” dedi. Halkın öfkesini kattı yanına. Halkın aydını bedel ödemeyi de göze alır. Nuriye de Yüksel’de bunu yaptı. Ona buna “FETÖ’cü” diyenler yıllarca FETÖ ile işbirliği yaptı. Nuriye kabullenmedi, sokağa çıktı.
Yüksel caddesinde bir anıt var. Tek başına bir kadın. Belki milyonlardan kalabalık. Elinde bir kitap. Kadın canlanıyor, okuyor: Herkes kanun önünde eşittir. Kimseye işkence yapılamaz. Kimse kanunsuzca tutulamaz. İşte o kadın Nuriye Gülmen. Zebaniler her gün her gün saldırdılar ona. Kadın büyüdükçe, büyüttükçe, karanlık bekçileri bu kez bizim yapamadığımızı adliye yapsın dediler. Saldırılar kâr etmeyince daha önce de denedikleri gibi yaptılar, bu kez tutukladılar Nuriye-Semih’i. Gerekçesinde “adli sistemin işleyişine zarar vermemesi için” yazıyordu. Nuriye-Semih tutuklandı, ülkeye adalet geldi! Türkiye’de hukuk sistemi bozulmuştur. Bu gözler polisle çaylı sohbetle tutuklama görüşüldüğünü gördü. Biz bunu kabul etmeyiz.
Semih’e sordular: Örgüt propagandası yapmışsınız. O günlerde Semih demek örgüt propagandası sayılıyordu. ‘Ben propagandanın kendisiyim’ dedi Semih. Biz onları almak için her şeyi yaptık, bin avukat savundu onları. Saldırılar bizi güçlendirdi.
Ben Selçuk beyin stajyeriyim. Ayşegül benim stajyerim. İkimizi de yargılıyorsunuz şimdi. Ayşegül’ün görevi çıkıp devrimci avukatlar yetiştirmek. Neden? Bizim içimizde mecbur kurdu var. Nedir bu kurt? Biz İnce Memed’iz, haksızlığa dayanamayız.
Gerçek, kılıç yarası gibidir aydınlatıcıdır. Biz kılıç yarası da olsa bunu taşıyacağız. Bugün 12 Eylül. Ben 12 Eylül’de gözaltına alındım eşimin yanında. 12 Eylül faşizmi AKP ile devam ediyor. Bugün başka bir takvime göre Muharrem ayı. Alevilerin matem ayı. Yezid’e boyun eğmeyen Hüseyin’lerin matem ayı. Biz de Hüseyin’iz, Yezid’e boyun eğmeyiz! Herkese teşekkür ediyorum.
Gökoğlu’nun savunmasının ardından Avukat Ayşegül Çağatay söz aldı. Çağatay, gözaltına alınmalarının ardından yanlarında olan meslektaşlarına teşekkür etti ve Şükriye Erden’in kızı Merve Önem’in tutuklandığını anımsatarak tahliyesini talep etti. Çağatay savunmasına şöyle devam etti:
Evlerimiz basıldı, gözaltına alındık. Nedendi bu aksiyon filmi? Size kendimden yola çıkarak anlatacağım. Annem babam 40 yıl memuriyet yaptılar. Birçok insandan daha iyi şartlarda büyüdüm. Üniversiteye gittiğimde hukuka dair fikirlerim çöktü. Bu bir tercih değil bir zorunluluktur, insanca yaşamak için bir zorunluluk. Halk çocukları katledildiğinde “Polisimiz destan yazdı” diyordu birileri. Oysa destan yazan destanlaşan halktı. “Halkın avukatları” deniyordu onlara. Avukatlığın bu türlüsünü hiç duymamıştım. Belki ben de onlardan biri olabilirdim. Onlar tutsaklıktan korkmuyordu ben de korkmamalıydım.
“Her şey o kadar umutsuz ki içimde umut yetişiyor” diyordu Marx. Bir kez mücadele etmeye başlamak umudun kendisidir. Halkın Hukuk Bürosu’nda staja başlamak bir hayalin gerçek olmasıydı. Hak arama mücadelesinde bir avukatın yapabileceklerinin sınırsızlığını büromuzda öğrendim.
Büromuzun Soylu’nun kitapçıklarına konu olmak dışında çok hızlı tecrübe kazandırması da ünlüdür. Nuriye büromuza geldiğinde OHAL’e karşı başvuru yapan onlarca müvekkilimizden biriydi. Henüz o da, biz de nasıl bir direnişin yaratıcısı olacağını bilmiyorduk. OHAL’e karşı mücadeleyi sınıf mücadelesine dönüştüremedikleri için diğer ihraçlar sessizdiler. Nuriye “Tek bir kişi ne yapabilir” diye düşünmedi. Direnmek için tek bir yürek ve tek bir akıl yeterliydi. En büyük güç inançtı. Nuriye böyle bir ortamda başladı direnmeye. OHAL’in karanlığında ışık oldu Nuriye. Onlara sorsanız “Biz yalnız kendi hikayemizi yazıyoruz. Başkalarına da kendi hikayelerini yazmalarını tasviye ediyoruz “diyorlar.
Afrika’da bir ihtiyar adam ölmeden önce çocuklarına bu odayı doldurana bütün mirasını bırakacağını söyler. Bir oğul kum dolduruyor ama oda boş kalıyor, diğeri daha fazla kum getirir ama oda yine boştur. Bir oğul bir mum yakar, oda aydınlıkla dolar. Nuriye’nin yaptığı budur. Nuriye hayatını emeğine kazanma hakkını korumak için, direnme hakkını korumak için, insan onurunu korumak için çıktı. Direnme hakkı yoksa adalet korumasız kalır ve sonunda yok olur.
Sebep ne olursa olsun bir heykelin tutsak edilmesi tarihte bir ilktir. 430 gün tutsak edildi İnsan Hakları Anıtı. Nuriye o anıtın önünde insan olma onuru için çıktı. Emeği, adalet ve zulmü karşı direnmenin hakkını yaşatmak için çıktı. Kendisi gibi halkın gözünü de açmasın diye Nuriye’ye, “İşimi istiyorum” diye başlattığı eyleme defalarca saldırdılar. Saldırganların beklentisi bir daha çıkmamasıydı.
Nuriye Pir Sultan’lar gibi “Dönen dönsün ben dönemezem yolumdan” diyerek her gün çıktı o meydana. Egemenler korkunun bulaşıcı olduğunu iyi bilirler. Ama bilmedikleri bir şey var sessizlik birleşerek sese dönüşür. Acılar birikir sevinç olur, korkular birikir cesaret olur. Bu hayatın diyalektiğidir. Peki Nuriyeler birikirse ne olur? Zalimin sonu olur.
Nuriye her gün birini daha direnişe katıyordu. Önce Semih Hoca başladı direnişe ardından Acın Hoca okulu önünde başladı direnişe. Nuriyeler artıyordu artık. Biz de avukatları olarak her gün gözaltı takibi yapıyorduk. Dersim’de açlık grevi yapan Kemal Gün ve ziyaretçilerinin evlerine para cezaları gönderdiler. Her şey gibi ifade özgürlüğünün de bir fiyatı vardı kapitalizmde. Paran varsa oturma eylemi, basın açıklaması yapabilirsin. Ailelerine sevenlerine durumları hakkında bilgi veriyorduk. Bir süre sonra baktılar beraat alacaklar, devlet zarar görecek tazminatlardan çare olarak kabahatler kanunundan para cezası kesip bırakıyorlardı. Bir süre sonra kendi avukatları oldu Yüksel direnişçileri. Kemal Amca Dersim’de direnirken hiç polis gelmeden para cezası kesiyordu. Yüksel de ise her gün gözaltına alıp, işkence edip para cezası keserek bırakıyorlardı. “Paran varsa basın açıklaması yapabilirsin” diyorlardı Yüksel direnişçilerine. Her gün meydana çıkmaya devam ettiler Yüksel direnişçileri. Hiçbir başvuru hükümet tarafından duyulmadı. Bir tıkanıklık vardı. Bu ancak bir üst aşamaya geçmekle aşılabilirdi. Çelişki varsa mutlaka çözülecekti.
Açlık grevi yapmaya karar verdiler. Basın açıklamasından sonra gözaltına alındılar ve gözaltında başladılar açlık grevine. Direnişçiler bedenlerini açlığa yatırarak direniş bir üst aşamaya taşıdılar. Esra Özakça tam da böyle bir günde çıkarılan bir KHK ile işinden atıldı. Direniş alanına geldi ve gözaltılar serbest bırakılana kadar başladı açlık grevine. Yüksel direnişçileri adli kontrol ile serbest bırakılıp tekrardan geldiler. Yükselden yolu geçenler direniş ateşinden bir yalım alıp taşıyordu yüreklerinde. O kadar güzeldi ki direniş alanı karanlık denizinin ortasında bir ada gibiydi, bir direniş ve dostluk adası.
Temel bir gerçek vardır kişi kendini bir amaca adadığında evren onunla işbirliği yapar. Başka türlü asla bir araya gelemeyecek güçler bir araya gelerek kişiye yardım eder. Yüksel direnişi öyle oldu. Onlarca destek açlık grevi oldu. Direnişi de direnişçileri de yaratan zulümdü. Direnişçilerle beraber alanlardaki her şeye saldırıyorlardı. En çok da çiçeklere saldırıyorlardı. Direnişçiler de en çok çiçekleri yaşatmak uğraşıyorlardı.
Açlığın incecik bir dal haline getirdiği iki insanın evini geceyarısı haydut gibi bastılar. Direniş dostları hemen evin önünde sloganlarla desteğe geldi. Nuriye bir mektubunda “Hayatın içindeki şiiri ve müziği bulma yeteneğini hiç kaybetmedik” yazıyordu. Gerçekten de hiç kaybetmediler. Şiir gibi yaşadılar şiir gibi dövüştüler. Nuriye ve Semih’e yöneltilen iddialar faşizmin korkularının itirafıdır: Tekel Direnişi’ne, Gezi Direnişi’ne dönecek diye tutukladılar.
İşkence etmek suç değil “İşkence var” demek suç. Yüksel Caddesi son yılların en büyük direnişine sahne oluyordu. OHAL ile insanlardan tam teslimiyet bekliyordu faşizm. “Nuriye ve Semih yalnız değildir” demek bile başlı başına bir direnişti. Anıta çiçek koymak bile suç haline gelmişti. Direnişler faşizme meydan okuyunca operasyonlar devam ediyordu. Ev hapsi ile direnişçileri engellemeye çalıştılar ama direnişçiler vazgeçmedi meydana çıkmaktan.
Çağatay, Nuriye-Semih davası için hiçbir anlarının boş geçmediğini belirterek “Komisyonun oluşturulması Nuriye ve Semih’in direnişi ile oldu. Açlık grevleri son buldu ama direnişleri hâlâ devam ediyor. Günde iki kere Yüksel direnişi hâlâ devam ediyor. Yüksel direnişi bir siyasi zaferdir” dedi ve savunmasını “Biz yine direnmeye, direnenlerin avukatlığını yapmaya devam edeceğiz. Biz kazanacağız!” diyerek sonlandırdı.
Çağatay’ın savunmasının ardından verilen bir saatlik ara sonrasında Avukat Didem Baydar Ünsal’ın beyanıyla devam edildi. Ünsal, Hukuk Fakültesi’nde “hukukun siyasallaşması” diye bir şeyin olmadığını hukukun zaten siyasetin bir parçası olduğunu belirtti. Ünsal’ın beyanından satır başları şöyle:
Ülkemizde adalet terazisinin bozuk olduğunu en iyi devrimci avukatlar biliyordu. Onlar adalet mücadelesini duruşma salonlarına hapsetmemişlerdi. Bundan 80 yıl önce “Biz bu dosyada delil arıtacak kadar saf değiliz” diyen savcılar tarafından tutuklatılmıştı Nazım Hikmet. Dünden bugüne savcılar hükümetler değişmiş ancak yaşadığı adaletsizlikler değişmemiştir. Nazım yaşadığı dönemde vatan haini ilan edilmiştir. Vatanına ve halkına olan bağlılığı son bulmamıştır. O günden bugüne değişen zulmün sistematik hale gelmesidir.
Bilen, gören herkesin değiştirme sorumluluğu da vardı. Aydın olma sorumluluğuydu bu. Ben de adaletin yangınlar içinde olduğunu gördüğüm için tercihimi de Halkın Hukuk Bürosu’ndan yana yaptım. Bundan da hiç pişman olmadım. Savunma hakkından vazgeçmeyen, el ayak öpmeyen avukatlardı. Hak mücadelesinin en onurlu mücadele olduğunu onlardan öğrendim ve tercihimi Halkın Hukuk Bürosu’ndan yana yaptım.
Biz ne parayı ne de mülkiyeti severiz. Bizim hayatımız emek ve üretimden taraftır. Elbette para kazanırız, ayağımızı yorganımıza göre uzatırız. Paramız olmasa bile kocaman bir ailemiz, halkımız arkamızdadır. Aç kalacak değiliz ya! Büromuzun kapıları daima halkımıza açıktır. Ancak halkımıza zulmeden polislere, hukuksuzca bürolarımıza gelmeye çalışan savcılara kapalıdır.
Adalet Okulu Derneği’miz çıkarılan KHK’lerle kapatıldı. Biz Adalet Okulu Derneği’ni neden kurduk? Devrimci avukatlık kök salsın istiyoruz.Yüzü halka dönük hukukçular yetiştirmek istiyoruz. Her şeyin sorgulanacağını konuştuk. Onlarla beraber atölye çalışmaları yaptık. Teoride öğrendiklerinin pratikte nasıl karşılarına çıktıklarını öğretmek istedik.
Nuriye ve Semih için Süleyman Soylu tarafından hazırlatılan kitapçık ailem tarafından hapishaneye gönderildi ancak riskli bulunarak içeriye alınmadı. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan kitapçık Adalet Bakanlığı tarafından verilmedi. Bize asıl sormak istenilen hesap “Nasıl olur da örgüt üyeleri ile görüşürsünüz, onların nasıl avukatı olursunuz”du. “Eğer yaparsanız bunun bedeli olur” diyorlar. Biz de diyoruz ki “Bunun bedelini ödemeye hazırız.”
Nuriye ve Semih yalnızca işlerine geri dönmek için açlık grevine başladılar. Başladıktan sonra tutukladılar. Kendinizi onların yerine koyun örgüt size “Aç kalacaksınız, yemeyeceksiniz “dese yapar mısınız? Yapamazsınız, onlar da kendi irade ve kararlarıyla açlık grevini yaptılar.
Bizi 12 Eylül’de gözaltına alanların çıkış noktası zavallı bir itirafçının beyanları oldu. Baskıyla, tehditle, cezadan kurtulma yoluyla alınmıştır bu ifadeler. Berk Ercan da paspas hale getirilip insanlığından çıkartılacaktır. Biz doğru bildiğimiz yolda devam edeceğiz. Tüm müvekkillerimizin avukatlığını yapmaya gururla devam ediyoruz, edeceğiz. Nuriye ve Semih’i çok seviyoruz. Adalete olan özlemimiz bitmeden bitmez bu sevdamız.
Ünsal’ın ardından Avukat Özgür Yılmaz savunma yaptı. Yılmaz sözlerine ailelerine, meslektaşlarına ve halka teşekkür ederek başladı ve “Her şeyi halkımızdan öğrendik” dedi. 1994’te, 1999’da, 2004’te ve 2013’te HHB’nin basıldığını belirten Yılmaz “Bu yıllar kriz ve dönüşüm yıllarıydı. Bugün yine bu ülkede kriz var ve biz tutukluyuz. Bu kriz herkesin hayatını etkiliyor. Her krizin faturası büromuza kesilir” dedi. Yılmaz sözlerine şöyle devam etti:
25 senedir yargılanıyorum, benim örgüt üyesi olup olmadığıma hala karar veremediler. Ben 25 senedir devrimcilik yapıyorum, devrimci avukatlık yapıyorum. DGM’ler, özel yetkili mahkemeler tespit edemedi. Şimdi sizin mahkemenizdeyiz. Bizden halkımızı, vatanımızı sevmememizi istiyorlar, “Siz sevmeyin, mücadele etmeyin” diyorlar. Bizi kimler kimler yargıladı, o hakimler karar veremedi. Şimdi size kolay gelsin diyorum.
Biz sizin anladığınız tarzda avukatlık yapmıyoruz. Herkesin sustuğu dönemde, 15 Temmuz sonrası biz savcılığın önünde müvekkilimi görmek için oturma eylemi yaptık. Meslektaşım alnımdan öptü ve biz hakkımızı aldık. Bizim avukatlığımız budur. “Avukatsız arama yapamazsınız” dedim, “Burası avukatlık bürosu” dedim. Dövüldüm, kemiklerimizi kırdılar. Hastane önünde bizim kafamızı bastırdılar. Sorunca “Savcının talimatı var, zorluk çıkarmayın” oluyor. “Ters kelepçe” dediler, kabul etmedik.
Avukatlığın gözaltında ne faydasını gördüm? Babam gözaltında vefat etti, çıplak arama dayattılar bize, hapishane müdürü bana “Başınız sağ olsun” dedi. Sonra yine işkence gördüm, avukatlıktan bu kadar fayda gördüm.
Bu davada 4-5 tane soruşturma birleştirilmiş. 2015’ten beri üç savcı bizi araştırmış, sonra bir savcı devralmış. Üç tane savcı bizi araştırmak istemiş, Emniyet “Biz zaten dinliyoruz, bir şey yok” demiş. Sonra Can Tuncay aynı taleple yine gelmiş. Her defasında bizi alıp getiriyorlar önünüze, size de bir olta atıyorlar. Maddi delil yok, tekrar tekrar aynı şeyler. Siz de talep edip geçiyorsunuz: “Üstü aransın” diyorsunuz, “SEGBİS” diyorsunuz. Neden? Size bu yetkiyi hangi kanun veriyor?
Verdiğiniz kararların ardını siz düşünmüyorsunuz. 2013 yılında operasyon yaptınız ben annemi kaybettim, çocuğumun velayetini kaybettim. 2017 yılında babamı kaybettim. 2018’de hasta oldum. Ama karşınızda devrimci moralle duruyorum.
Bu dosyada yöneticilik vasfını bana uygun görmüşler. Neden? Geçen dosyada başkalarıydı, bu dosyada piyango bana çıktı. Başka ne oldu? 15 Temmuz sonrası mahallelerde uyuşturucu eylemleri oldu, ben de oradaydım. Olan bu oldu.
Berk Ercan diye bir adam diyor ki, “Ben ifade vereceğim ama burada işkence var, aç kaldım, ailemle görüşemedim.” Sonra pazarlık yapıyorlar. Yine Cengiz Şahin diye bir tacizci, “Polisler bana yardım edecekti” diyor, ifade veriyor hakkımızda.
Hakkımdaki suçlamalardan biri halk meclisleri. Savcı bilgisiz, halk meclisleri Fatsa’ya, Terzi Fikri’ye dayanır diyor. Tarihe aykırı bu durum, savcının cehaletine biz ne diyeceğiz?
Halk kendi derdine çözüm bulmasın istiyorlar. Hayır, halk kendi sorunlarına çeşitli yöntemlerle çözüm buluyor, biz de halkın avukatları olarak onların yanında oluyoruz. Nedir bu sorunlar, kullanım yaşı 10’a düşen uyuşturucu sorunu. Bu ülkede bir uyuşturucu bir de silah bulmak çok kolay. Okmeydanı’na gidin, telefon kulubüleri vardır bulursunuz. Ayşe Ana var, geldi dedi ki bana çocuğum uyuşturucudan kurtuldu, her çocuk kurtulsun istiyorum.
Halk sorununa çözüm bulmasın mı? “Okmeydanı solcu bir mahalle” dersiniz, o mahallenin altı AKP’li bir mahalle. Orada insanlar oturdu konuştular bu sorunu, kendileri yürüyüş kararı aldılar. Halk bölünmez, çözümünü kendisi bulur.
Uyuşturucuyu tedavi için çözüm bulmak istedik. AMATEM’lerle konuştuk, “Yapamayız” dediler. Halk çözümünü buldu, bir yer tuttular Hasan Ferit Gedik Uyuşturucuyla Savaş Merkezi kurdu. Halk bu çözümü bulmasın mı? “Sözde mücadele” diyor buna savcı. 400 tane genç tedavi oldu, bana bazıları mektup yazdı bana “Abi iyiyiz” diye. Devletin bunu kösteklemesi değil desteklemesi lazım. Ama devlet burayı bastı, çocukları yerlerde sürüdü. Yeri de işgal etti, özel harekat merkezi kurdu. Halk çözümlerini bulurken onlar basıp karakol kuruyorlar. Bizim burada olmamıza uyuşturucu satıcıları çok seviniyor. Hasan Ferit katledildi, çeteciler mahkemelerde öyle rahattı ki. Çeteciler de burada olmamıza seviniyorlardır. Biz uyuşturucuyla mücadeleye devam edeceğiz. Meclisle oluyorsa meclisle yapacağız. Bir mahallede çocukları yerlere yatırmışlar, çocuğun biri diyor ki “Abi ben uyuşturucu satıyorum, ben devrimci değilim” Sonra bıraktılar çocuğu. Süleyman Soylu uyuşturucuya savaş açtık dedi. Ben yanımda olan bir çeteciye sordum. “Türkiye’de uyuşturucuya devletin gücü yetmez. Kendi adamlarını yerleştiriyordur” dedi. Halk bunla mücadele etmesin mi?
Halk bir çözüm daha bulmaya çalıştı yoksulluğa, halk fırını kurdu Gazi Mahallesi’nde. Polis bastı burayı. Halk yine bir çözüm üretmeye çalıştı, mühendisler halk bahçesi kurdu. Polis burayı da bastı. Bir profil çizdik, yoksulların profilini. Biz onların avukatı olmaya talip olduk. Yoksul halk vekalet ücreti ödeyemez tabi ki, biz buna talip olduk. Onlar evini yıkıyor biz engel oluyoruz, onlar uyuşturucu satanları koruyor biz tedavi merkezleri kuruyoruz. Onlar halkın çocuklarını öldürüyor biz ölmesin diye bedenimizi siper ediyoruz. Onlar “Yoksulluk kader” diyor biz yok edeceğiz diyoruz. Onlar halkın evine silahlarla giriyorlar, biz yoksulların evinde kalıyoruz. Biz terörist değiliz terörist olan onlar. Daha önce karar verenler şimdi yanımızda kalıyorlar. Çok pişman olduklarını söylüyorlar. 25 senedir hakkımızda karar veremediler şimdi sizden istiyorlar. Biz halkın avukatlığını yapmaya devam edeceğiz. Dinlediğiniz için teşekkürler.
Avukat Süleyman Gökten ise 1 yıl önce ailesinin yanında işkence ile gözaltına alındığını belirterek “3 yaşındaki kızım İdil daha sonra anneannesine ‘Hiç korkmadım’ demiş. 3 yaşındaki bu kız çocuğunu bile artık korkutamıyorlar. Anayasa’da birçok haktan bahsedilir ama bunlar hiçbir zaman kullanılmaz. Ama biz inatla sokaklara çıkıyoruz, basın açıklamalarına gidiyoruz. Yargılandığımız dosyaya da bunlar konulmuş” diyerek savunmasına başladı. Gökten, Nuriye ve Semih’e kulak verdikleri için burada tutulduklarını belirterek sözlerine şöyle devam etti:
Bu amaçla kızım ve annesiyle beraber bisikletle Ankara’ya gitmeye çalıştık. Bin bir sorunla karşılaştık ama yılmadık ulaştık oraya. Basın açıklaması yapmak istedik işkenceyle gözaltına alındık ve Nuriye ve Semih’in sesini duyurduğumuzu düşünüyorum.
Benim ruhsatımı ÇHD aldı. Staj bittikten bir süre sonra alamamıştım. Çalışmaya başladığımda işçi gibiydim bu sebeple de işçilerin avukatlığını yapmaya başladım. İşçiler neredeyse ben de oradaydım. İşçilere taşeronluğun modern kölelik olduğunu anlattım.
2 milyon taşeron işçi var. “Taşeron yasadışıdır, daha fazla çalışıp daha az ücret alınmasıdır” dedim. Mahkemelerden taşeronun yasadışı olduğu ile ilgili kararlar aldık ama hiçbiri uygulanmadı. Taşeron ile ilgili düzenlenme en son KHK ile yapıldı. Bu şekilde kimsenin tartışmasına izin vermeden, herkesten kaçırılarak taşeron yasalaştı.Vur-geç diye bir sistem var artık. Önce yapıyorlar sonra izin gelse de olur gelmese de olur diyorlar. KHK ile ne şartlar getirildi; güvenlik soruşturması. Kim yapıyor? Vali yapacak ve MİT’ten, polisten bilgi alınacak. Bu şekilde fişleme yapılıyor. İşçi haklarını aramayacak, solcu olmayacaksın devrimci, demokrat olmayacaksın. Yazılı veya sözlü sınav getiriliyor. Sınav bir eleme sistemidir. Diyarbakır’da yapılan bir sınav. Kaymakam soruyor John Kennedy Havalimani nerede? Soruları cevaplayamayınca işe alınamıyor. Cumhurbaşkanın kaç torunu, çocuğu var şeklinde sorular soruluyor.
Taşeron işçilere şu dayatıldı: Ya iktidara yakın sendikalara üye olacaksınız ya da burada çalışamazsınız şeklinde baskılara maruz kalıyorlar. Yaratılan kadrolu taşeronlar oldu. Bunları anlattım işçilere. Çocuk işçiliğine karsı çıktım. “Çocuklar oynarken düşmeli, oyun oynarken bacakları kanamalı” dedim. Çocuk işçiler geleceğin çocuk işçilerinin ebeveynleri olacak. Bunu anlattım. Egemenlere göre işçilerin kaderinde ölüm vardır. Sonuç Allah’a havale edilir, Türkiye de iş güvenliği budur. Genellikle küçük iş cinayetlerine ceza verilir. Zaten işçi sorumlu bulunur. İş güvenliği uzmanları şantiyeye gelip çay içip evrakları imzalayıp gidiyorlar. Hepsi böyledir demiyorum ama böyle yapmaya mecbur bırakılıyorlar. İş güvenliği yasasında da bakış açısı belli, “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diyorlar. Resmi rakamlar bellidir, her gün en az 5 işçi hayatını kaybediyor.
Yeterlilik ve yüksekte çalışma belgesi sınavla veriliyor ancak sınav sorularını verirken cevap anahtarlarını da veriyorlar. Cevap anahtarını da verirken “1-2 yanlış yapın, anlaşılmasın” deniliyor. Bu şekilde inşaatta yüksekte çalışma belgesi alınmış oluyor. Ben bunları anlattım işçilere, bu işçilerin avukatlığını yaptım. Torunlar İnşaat’ta 10 işçi asansörün yere çakılmasıyla hayatlarını yitirdiler. Çok gündem olduğu için dava açıldı. Ama hiçbir zaman asıl sorumlulara dava açılmadı. Torunlar davasında da verilen ceza 10 kişi için 60 bin 800 TL para cezası oldu. Zaten bu da taksitlere bölünerek Torunlar’da yaşanan katliamın üstü kapatılmış oldu.
Asgari ücret bin 603 lira bunun içinde AGİ ücreti de var. Yani asgari ücretin tamamını da alamıyor.Beykoz’da işçi pazarı kuruluyor, gelen kişi 2 kisiyi alıp götürüyor. Ülkemiz hâlâ işçi pazarlarının olduğu bir ülke. İşçiler yıllardır sömürülüyor, yoksul bırakılıyor. İşçilerin tarihsel ve siyasal bir hakları olan örgütlenme hakları elinden alınmak isteniyor; böl-parçala-yönet sistemiyle. Sendikaların işlevsizleştirilmesi için her şey yapıldı. Sarı sendikalar, patron sendikaları gelişti. Buna karşı işçiler de direniyor.
Gıda zehirlenmesine karşı geldikleri için işçiler işinden atıldı. İş cinayetleri OHAL ile yüzde 14 arttı. OHAL sürecinde hiçbir eyleme izin verilmedi. Eylemi bırakın kapalı yerlerdeki basın toplantılarına izin verilmedi. 20 grevi yasaklandı. Cam işcileri grevi yasaklandı. Ne üretiyorlar? Rakı şişesi, cam bardak, pencere camı yapıyorlar. Yasaklanma nedeni de “milli güvenlik” oldu. Rakı şişesi üretiminin milli güvenlikle ne alakası olabilir? Cam işçileri bunu tanımadılar ve haklarını kazandılar.
İşte biz bunları teşhir ederek gerçekleştirdik. Anlatmakla kalmadım davalarını açtım, yapılanlarının hukuksuz olduğunu anlattım. Oya Baydak bir sendika tarafından işten atıldı. Direnişine omuz verdim. Basın açıklamasına katıldım, darp edildim.
Kazova işçileri yanıma geldiler davalarını açtik ama onlara şunu dedim “Biz davayı kazanana kadar patron malları kaçırır” dedim. “Fabrika önüne çadır açın” dedim. Direnişe başladılar ve patron olmadan da üretmeyi öğrendiler. Hâlâ da patronsuz bir şekilde çalışıyorlar.
Ben ÇHD’nin bütün etkinliklerine katıldım. Dosyaya eksik konulmuş. Bir gece yarısı ÇHD de kapatıldı. Ama asla bir bina değildi zaten. Hâlâ da çalışmalarına devam ediyor. Tüm bu anlattıklarım gizli faaliyetlermis gibi konulmuş. Hepsini yaptık, basına açıktı. Polisin elinde bir kurgu var ama zaten bu hiç eksik olmuyor. Şuan bir soruşturma vardır illa ki. 5 yıl sonra tekrardan açarlar karşınıza geliriz. Gizli tanığa ihtiyaç duyuyorlar. Gizli tanığın imzası ile kurgu birleştiği zaman bizim dosya ortaya çıkıyor. Gerçek suçlular bir gün adaletin karşısına çıkacak ve hesap verecekler. Buna olan inancımız her daim sürüyor.
Gökten’in savunmasının ardından duruşma, yarın 10.00’da devam etmek üzere sona erdi.
Sendika.Org