Bu sistemin bir ucu illüzyonsa diğer ucu faşist-despotik yönetim biçimleri. Pratiğimiz bu tip krizlerin köklü bir değişime veya despotik sistemlere evrileceğini gösteriyor
Bu sistemin bir ucu illüzyonsa diğer ucu faşist-despotik yönetim biçimleri. Pratiğimiz bu tip krizlerin köklü bir değişime veya despotik sistemlere evrileceğini gösteriyor
“Her zaman bizim dağlarımız
Bizim nehirlerimiz Bizim insanlarımız var olacak.
Amerikan istilacıları yenilecek
Yeni baştan kuracağız ülkemizi.
Bin defa daha güzel.”
Ho Chi Minh
Önce hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var. Weber’in şu üç kısa maddeyle sınıflandırılabilecek incelemesini ki bizlerin gayet iyi bildiği, fakat nedense karşımızda kim olduğunu sürekli unuttuğumuz için hatırlatmakta da, sürekli dile getirmekte de yarar gördüğüm incelemesini vermekte fayda görüyorum. Kısaca Batı dediğimiz, ilk sanayi devrimi ve kapitalist gelişmenin yaşandığı ve daha sonra tüm dünyada hissedilir bir şekilde hâkimiyetini kuran ve kendi konumlandığı yerden, dünyanın geri kalanını sınıflandırıp ona çeki düzen veren sistemin temeli, şu üç maddede yatıyor aslında: Çok üretim, az tüketim ve tekrar yatırım.
Kendi toplumunun büyük çoğunluğunda hâkim kıldığı bu prütanizm ile öbür dünyayı ancak ve ancak sıkı çalışarak kazanabileceğine inanan Batı dünyasını, bugünkü işçi-kapitalist topluma taşıyan asıl ideal bu işte. İşçiyi burada katıyorum, çünkü sanayi devrimi sonrası iki yüzyılda kat edilen sınıfsal mücadele, işçi sınıfının sınıf olarak kazanımlarının artarak yükselmesine ve sömürgelerden taşınan artı değerlerin de yukarıdan aşağıya inmesine tanıklık etmiştir. Bu da beraberinde geniş orta sınıf kitlelerini konformizle tanıştırmıştır. Bu tespit çok önemli bir tespit bizim için, çünkü sınıfsal duruşunu kaybetmiş bir işçi sınıfı var “gelişmiş” ülkelerde ve bu sınıf kafasını çok uzun süredir başka yöne çeviriyor.
Gözlerin kaçırıldığı yerlerde sömürü düzenini kuran, kollayan ve sürdürülebilirliğini(!) sağlayan jandarma olarak ise pek tabii ki yerli işbirlikçilerle beraber Amerika Birleşik Devletleri (ABD) çıkıyor karşımıza. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve serbest piyasa ekonomisinin geçerli olduğu tek kutuplu dünyanın kurulmasına rağmen, sistem çıkmazını aşamamıştı.
Bize malum olan gerçeklik, sistemin krizlere içkinliği gerçeği, 2008 krizi ile tekrar yüzeye çıkmıştı. Çok uzun süredir oyunu kuralına göre oynamanın planlarını yapan Çin Halk Cumhuriyeti, tam da o kriz sırasında zaten çok uzun süredir borç verdiği ABD’yi ekonomik anlamda kendisine daha da fazla bağlayacak fırsatı bulmuş oluyordu. Bugün ABD devleti dünyanın en borçlu ülkesi konumunda ve toplam $6,3 trilyon borcunun yaklaşık yüzde 45’ini Çin’e ve Japonya’ya borçlu durumda.[1]
Yaklaşık bir yüzyılı Avrupa konformizmini de korumak üzere insan ve para gücü bağlamında harcayan ABD, bu sene Trump öncülüğünde ilk defa sert bir çıkışla AB’nin kendisini dış tehditlere koruması gerektiğini dile getirdi ve buna yönelik adımlar atmaya başladı. En son gerçekleşen NATO toplantısındaki Merkel ve Trump arasında yaşanan gerginlik ve Trump’ın Almanya’nın savunma harcamalarına ilişkin “Almanya zengin bir ülke, isterse hemen yarın hiçbir sorunla karşılaşmadan bu bütçeyi artırabilir” demesi egemen ülkeler arasındaki çatlakları gösteren sinyaller olarak okunabilirdi.[2]
Bu arada Henry Kissinger gibi bir isim Financial Times (FT) gazetesinde “Çok, çok vahim bir dönemde yaşıyoruz” diyordu.[3] Cumhuriyet’ten Ergin Yıldızoğlu’nun haberine göre borç anlamında, piyasaların borç stokunun 2017 yılında toplam 237 trilyon dolara yükseldiği tahmin ediliyormuş.[4] Bu borç stokunun büyük bir bölümü ise merkez ülkelere ait ve son dönemde bu borç stokundaki artış, beklenildiği üzere çevre ülkelere yüklenmiş. Nitekim bu ülkelerin en büyükleri olan Arjantin, Türkiye, Brezilya gibi ülkeler şu an için ödeyemeyecek durumdalar. Merkez ülkeler ise, olan borçları ödeyebilmek adına ve/veya çevreden alamayacakları paraları kompanse etmek adına ulusal, kapalı ekonomilere doğru hızla yöneliyorlar.
Bu bağlamda, faşist, otoriter, baskıcı rejimlerin bir bir türemesine şaşırmamak gerekiyor. Bu içe kapanmayı tetikleyen en büyük faktör ise, aslında burada yazdığım gibi çevre ülkelerin borcu değil. Asıl tehdit, büyük oranda nüfuzunu tek bakir bölge olan Afrika’da arttırmış ve her türlü gelişmeyi gerçekleştiren, oyunu kuralına göre oynayan ve dünyanın birçok şirketini satın alan Çin. Hayri Kozanoğlu’nun BirGün’de kaleme aldığı yazısında belirttiği gibi “Obama döneminde dış politika stratejisi ‘eksen Çin’ çerçevesine oturtulmuştu. Askeri önceliğin Ortadoğu’dan, hızla yükselen Çin’i kuşatmaya verilmesi kararlaştırılmıştı.”[5]
İşte tam burada karşımıza, Ortadoğu’da, Çin’in kuşatılmasını engelleyen, lojistik ve petrol-doğalgaz yollarını tıkayan, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) iflas etmesi sonrası etkinliğini iyice arttıran ve İsrail ile Suudi Arabistan’a tehdit oluşturan İran çıkıyordu. O kadar kesin bir biçimde algılanan bir tehditti ki bu, 28 Haziran tarihinde Foreign Policy’de Mark Perry imzalı nerenin ne şekilde bombalanacağı, hangi uçak tiplerinin kullanılabileceği, bomba tipleri, ihtiyaç duyulan güç konusunda çalışmalar aktarılıyordu.[6] Tam bunun üzerine hızla aksiyon alınmış görünüyor ki, Suudi Arabistan’ın öncülüğünde altı Körfez ülkesinin yanı sıra Mısır ve Ürdün’ün katılımıyla bir Sünni-Arap askerî gücünün oluşturulması kararlaştırılıyor ve 12-13 Ekim’de Washington’da bir zirve yapılacağı belirtiliyordu.[7] Bugünlerde ise İran’a ağır bir yaptırım uygulanması kararı ABD senatosunca onaylandı. Hemen peşinden de, “İran’la ilişkilerini sonlandırmayanlar ciddi sonuçlarla karşı karşıya kalacak” açıklaması yapıldı. Bunun bizim açımızdan ne demek olduğuna girmeden önce, 24 Haziran seçimleri ile neyin kazandığına bir göz atmakta fayda var.
Unutmamak gerekir ki, Siyasal İslam dediğimiz çok yönlü ve derinliği olan bir kavramdır. Ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel ve hatta sınıfsal özellikleri bünyesinde barındırıyor. Fakat bizdeki Siyasal İslam, yazının başında belirttiğimiz minvalde küresel sermaye ile bütünleşmiş durumdadır. Sadece bununla kalmadığı gibi, yanına ülke bekasının tehlikede olduğu gerekçesi ile milliyetçi-ülkücü-Türkçü kesimleri de almıştır. Bu birliktelik, geçmişin bir tekerrürü şeklinde merkez ülkelere kafa tutan, savaş çığırtkanlığı yapan, silah sanayine korkunç yatırımlar gerçekleştiren otoriter bir sistemi de beraberinde hükümete taşıyor. Dünya kapitalizminin çelişkilerinin iyice arttığı ve her an bir ‘Sırp prens öldürülme’ vakasının yaşanabileceği bu koşullarda, yine Ergin Yıldızoğlu’nun belirttiği gibi “pasta küçülüyor” iç çelişkileri derinleşiyor, simgesel ve fiziki şiddete daha çok başvurmak zorunda kalan totaliter bir devlet şekilleniyor.[8]
İşte bu sıkışmışlık ve otoriterlik inşası sırasında, Doğu Perinçek-Devlet Bahçeli ikilisinin AKP hükümetine tam desteğini, Avrasyacı generallerin ve eski Ergenekon sanıklarının görevlerine dönüşlerini, Çiller-Ağar ikilisinin tekrar ortaya çıkışını, Furkan Vakfı başkanının derin devletin tekrar geldiğini ifade etmesi üzerine gözaltına alınışını ve peşinden cemaatlere sırası ile operasyon yapılmaya başlanılmasını bütün bu konjonktürle beraber okumakta fayda görüyorum. Bu resimde, içeride temizlik yaparak dış tehditlerden ülkeyi ve sermayeyi korumak adına kökleri belki de oldukça eski, kısmen bağımlı, kısmen bağımsız bir mit olan geleneksel derin devletin ipleri eline aldığı okunabilir. Çok komplocu yaklaşıyor olsam da, içine girmekte olduğumuz girdap oldukça tehlikeli ve İran’a yapılacak bir müdahale, adı konmamış bir şekilde Kasr-ı Şirin’den bu yana savaşmayan iki devletin tek bir cephede buluşmasına veya Türkiye’nin Sünni eksenini seçerek başka bir cepheden yine savaşa dâhil olmasına yol açabilir; dünya ekseninin kaydığı, Batı’nın konformizminin artık sürdürülebilir olmadığı bir gerçek.
İşte bu koşullarda, emekçi sınıflara reva görülecek olan açlık, savaş, yoksulluk gibi olumsuzlukların karşısında ortaya çıkabilecek her türlü toplumsal patlamanın önünün de alınmak istendiği çok açık biçimde karşımızda duruyor. Bununla birlikte, ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalan Türkiye’nin, Siyasal İslamcı politikanın klasik bir taktiği olan takiye nedeniyle yabancı sermayeye peşkeş çektiği ve “yerli” ve “milli” olan gıda ürünlerini, tohumları yok ettiği gerçeğini bir an bile akıldan çıkarmamak lazım. Herhangi bir savaş durumda, karşılaşılabilecek kıtlığın boyutları muazzam olabilir.
Gustave Le Bon kitlelerin duyguları ile hareket ettiğini çok güzel açıklar. Bizimki gibi arafta ve doğu toplumlarında buna ek olarak devletin kutsiyeti üzerinden güçlünün yanında -istemese bile- yer alan toplumlarda gerçek iktidarın deşifre edilmesi, yine o gerçek iktidarın kurduğu seçim tiyatrosu ile mümkün değildir bunu biliyoruz. Bu sistemin bir ucu illüzyonsa diğer ucu faşist-despotik yönetim biçimleri. Dünya kapitalist sistemi sadece Türkiye’de değil, her yerde kriz halinde. Eric Hobsbawn, Wallerstein, Zizek, Ahmet Tonak, Varoufakis, Samir Amin gibi birçok düşünür-ekonomist bu krizin analizini ve neredeyse son kriz olduğunu yazıp çizip haykırdırlar. Pratiğimiz bu tip krizlerin köklü bir değişime veya bahsettiğimiz despotik sistemlere evrileceğini gösteriyor.
Özetle, bu geçişin sistem içinde engellenmesi ve kitlelerin kendi yaşam alanları içinde öğrenip kazanması için burjuva ve ilerici güçlerle ittifak yapılması şu aşamada elbette çok önemli. Yalnızca Onbeşler’i ve burjuvaya güvenilmeyeceğini hiç unutmamak gerekiyor.
Bu toplum öğreniyor. Bir arada yaşamayı ve daha iyiye gitmeyi de birçok toplumdan daha iyi bir şekilde öğrenecek. Bedeli çok ağır olacaksa da…
Bir de alıntı: “Devrimci mücadeleyi öncelikle Türkiye’nin emperyalizme bağımlılıktan kurtarılması, işbirlikçi büyük sermaye ve feodal güçlerin halk üzerindeki hegemonyasının kırılması olarak gören Mahir Çayan’ın ülkemiz devriminin somut sorunlarına çözüm üreten, zaman ve mekân kavramlarını esas alarak ortaya attığı devrimci düşüncesine ve mücadelesine bugünden bakınca, bu son gerici saldırıyı durdurmak için çaba harcanmalı…”
Çözüm de yol da masada duruyor aslında.
Dipnotlar:
[1] ABD Hazine Bakanlığı, “Major Foreign Holders of Treasury Securities (in billions of dollars)” (TXT). Treasury.gov. Retrieved, 14.03.2018.
[2] OdaTV, “NATO zirvesinde Trump-Merkel atışması”, 11.07.2018, https://odatv.com/nato-zirvesinde-trump-merkel-atismasi-11071805.html
[3] Edward Luce, “Henry Kissinger: We are in a very, very grave period”, 20.07.2018, https://www.ft.com/content/926a66b0-8b49-11e8-bf9e-8771d5404543
[4] Ergin Yıldızoğlu, “Uçurumun Kıyısından Notlar”, Cumhuriyet Gazetesi, 30.07.2018.
[5] Hayri Kozanoğlu, “ABD ile yaşanan gerilim neden tırmandırılıyor?”, BirGün gazetesi, 07.08.2018.
[6] Mark Perry, “Mattis’s Last Stand Is Iran”, Foreign Policy, 28.06.2018.
[7] Sputniknews, “Trump Ortadoğu için ‘Arap NATO’su’ planlıyor”, 29.07.2018, https://sptnkne.ws/jh7Z
[8] Ergin Yıldızoğlu, “AKP ve Türkiye kapitalizmi”, Cumhuriyet Gazetesi, 06.08.2018.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.