Walter Pater büyük bir yazardır çünkü ondan, hayat kupasından “her damlanın tadına vararak” içmenin güç ve kurnazca sanatını öğrenebiliriz
Pater’i sahiden de bu kadar büyük, bu kadar bilge, bu kadar faydalı bir yazar yapan şey, gençliğimizin geri gelmez günlerinin, aptalca konuşmalar ve yavan vaazlar içinde, kayıp gitmesine izin vermenin kriminal, delice salaklığı hakkındaki daimi ısrarıdır! “Taşıyın, Ey Genç Erkekler ve Genç Kızlar” diyor gibidir. “Yeryüzündeki Hayatınız olan o çok kokulu vazoyu sonsuz bir adanmışlıkla taşıyın. Değersiz şarabının taşımı ne kadar az olursa olsun; içine hiçbir yağmur damlasının ya da bulanık çiğin ya da yüzüp gezen örümcek ağı-tohumunun düşmesine ve tadını bozmasına izin vermeyin. Çünkü bu sahip olduğunuz her şeydir ve fazla uzun süremez!”
Bu utangaç ve gizli Münzevi’yi, gölgeler içindeki bu Meraklıyı, eleştirmenlerin en büyüğü haline getiren özellikler hangileridir? Öncelikle, Hayal Gücü ve daha sonra İnsan Duyularına dair ender, alışılmadık, ilahi Reverans yeteneği. Hayal Gücünün çifte bir gücü vardır. Görselleştirir ve yaratır. Kâhince bir her yerde hazır olma durumuyla öteki insanların ruhlarının en kapalı girintilerinin, en tereddüt yaratıcı mabetlerinin içine doğru yüzer ve akar. Kesinlikli, mimari iradesiyle bütün yüzyılların oyulmuş yıkıntılarından, kendi Bizans’ını inşa eder.
İnsan, Pater’in “Şair Cowper” hakkında daha fazla bir şeyler duymaktan ve Canterbury inzivalarının güvenliği içinde acayip oğlan-hayallerine dadılık etmekten “nefret” ettiği Olney diyarını terk ettiğini düşünmeyi sever. O, Christopher Marlowe’un büyük ruhunun orada bilince doğru alev almasından bu yana –somurtmak, ve hayal etmek ve gizlenmek ve sevmek ve “diğerlerinin oynayışını seyretmek” için– var olmuş olan en tutkulu ve adanmış ruhtur!
Ve sonra Oxford! Böyle bir noktada, mütevazı, gizli, utangaç sunularımızı “Güzelliğin yükselişi için Haziran’a ihtiyaç duymayan” bu âlicenap Alma Mater’in ayaklarının dibine sermek yerinde ve doğru olacaktır! İnsan zaman zaman ona isyan eder. Cazibesi geri çekilemeyeceğimiz kadar özeldir. Ve ironik, mağrur ayılıştan –ne diyeyim?– bir şeyler onun alnını yorar ve göz kapaklarını ağırlaştırır. Ama sonuç olarak, ender bulunur, egzotik çiçekler gibi ne de zarif çocuklara hayat verme gücüne sahiptir! “Oxford” hecelerini bir Sihir gibi duyan sen, Oxford’un kendisinin, Walter Pater’in yine de daha kurnaz, yine de daha çekinik ve yine de daha incelikli ruhuna, biraz vulgar ve aptalca geldiğini biliyor muydun?
Aslında, ondan kaçmış ve bazen kız kardeşlerine –çünkü Charles Lamb gibi, Pater da beğenisinde “Teamülcü”dür– bazen de Epikürcü Marius’un “orijinaline” sığınmıştır. Ama nereye kaçarsa kaçsın –o daima yolun “gölgeli kısmını” izleyen birisidir. Yalnızca, kendisi, bütün o “Alabastar Kutuları” ile birlikte, Oxford’un bile ulaşamayacağı Fildişi Kule’nin mabedine kaçmayı başaramamış, bizi oraya kendisiyle birlikte taşımıştır.
Ve orada, o yükseklerdeki yerin opal-bulutlu pencerelerinde, bize hala sanatın ve felsefenin gizli krallıklarını ve onların en uzaktaki zaferlerini gösterir. Bütün bunları –bu pencerelerden– bir ihtimal, gerçekte olduklarından biraz daha tatlı, biraz daha ender, biraz daha “seçmece” görürüz. Ama ne fark eder? İnsan opal-bulutlu pencerelerden bakarken ne bekler? Ve sonuçta, bunlar, en iyisi ölümsüz tanrıların göz alıcı bacaklarına bakmanın gerektiği pencere türleridir!
Peki, ama zaman zaman, ne bizim bu “sihirli panjurları” sonuna kadar açmamıza izin verir. Ve sonra, böylesine berrak bir havada, böylesine temiz ve taze bir gerçeklik sabahında, bu saf biçimler ve tanrısal şekiller, çıplak ayakları soğuk, duru şebnemde, dikilip dururlar!
Walter Pater hakkında iki şey belirtilmelidir. O kendi incelikli “duyular safsatasının” ışıltılı örtüsünü daha uçucu, elle tutulamaz nesnelerin üzerine atma yeteneğine sahiptir. Ve bizleri, uzaklara doğru geçip gitmemiş olan Güzelliğin o çok elle tutulabilir bedenini ve varlığını dize dize, çizgi çizgi, kenar kenar izlemeye zorlama yeteneğine sahiptir.
Daha basit sözcüklerle, o büyük ve kesinlikli bir düşünürdür –zahmetkar, sabırlı, yorulmak bilmez, kayıtlı ve aynı zamanda, öylesine tılsımlı Lamia’nın Tyrian-yapmacıklı kıvranışlarının yasak hayatına üfleyen Proteyen bir Büyücü! O bizi binlerce noktada kendisiyle birlikte eski Leonardiyen, Goetheci ifadeye sürükleyen tek modern yazınsal isimdir. Çünkü Goethe ve Da Vinci gibi, o da, asla, hayatı tek başlarına ilginç kılan o ezeli “Yol Ayrımlarının” uzağında değildir.
O, örneğin, Azizlerin kendisinden yoksun olan “Hıristiyan Mitolojisi”yle herhangi bir ölümlü yazardan çok daha fazla iliklerine kadar ıslanmış, boyanmış ve içinde yer almıştır. Saf Helenik havaya Walter Savage Landor’dan bu yana gelmiş geçmiş herkesten daha alışkındır. Ve “Keltik Romansı” karşısında, “Alman Felsefesi” kavrayışında, Hegel’den –ya da Heine’den bu yana gelmiş geçmiş –en iç çevrelerin dışındaki– herkesten çok daha kavrayışlıdır! Öğrencisi Oscar’ın açgözlü, kaprisli “Uranyalı Bebeksiliği” bile, bütün yumuşak ve kışkırtıcı ve ışıltılı şeylere karşı duyduğu hırçın tutkuyla birlikte, bu gizli Münzevi’nin bütün Mabetlerinin Vestallerinin kızıl kanını içerkenki derin, koyu Vampirliğiyle kıyaslandığında, basit çocuk oyuncağı gibi kalır.
Geleneksel eleştirmenler zanaatlarının bu ustasını ne kadar da az anlamışlardır! Bu süper-kurnaz Yorumcuyu yorumlamak için ne umutsuz insanlar “koşuşturmuştur”! Ancak, Bay Gosse, bizim için tek bir şey yapmıştır. Bir yerlerde, bir biçimde, bir keresinde, Walter Pater’in, ayışığında, kendi gizli Oxford bahçesinin kadife çayırlığında, saten esintili bir Wombat gibi “hoplayıp zıplarkenki” bir resmini çizmiştir! Daima o resmi düşünürüm. Mark Pattison’un, Goosebury çalılıklarının çevresinde, çığlıklar atan iri kızların peşinden koşarkenki resminden daha güzeldir. Ama her ikisi de taslaklara dokunmaktadır ve kuşkusuz, Bodleian’ın gölgesinin altındaki Hayat hakkında çok şey söylemektedir.
Neden profesyonel filozoflar –vaktini onu taşıyan Gemideki sıkıcı deliklerde geçirmeye alışık olan Baliol Ustası’ndan bu yana– Pater’in Felsefesi’nin “utangaçlığıyla savaş”mışlardır? Yeterli bir neden için! Çünkü Sofist Protagoras gibi ve Kirenli Aristippus gibi, o da “Metafiziğin yardımıyla” Metafiziğin altını oymuştur.
Çünkü Walter Pater –bu yeterince anlaşılmış mıdır?– Nietzsche’nin kampanyası başlamadan çok önce, “Saf Aklın” maskesi tarafından gizlenen insan arzusunu, insan ihtirasını, insan gaddarlığını, insan garezini göstermekte mahirdi.
O bütün büyük Metafizik Sistemlerine büyük bir Sanat eseri olarak –arkasında, çok insanca, çoğunlukla çok insanca bir zanaatkârın olduğu– dünyayı mülk edinme, ondan yararlanma, ona bakma ve sonra geçip gitmekte tam hak sahibi olan bir Sanat eseri gibi muamele eder!
Pater’e göre, her Felsefenin kendi “sırrı”, kendi “formülü”, kendi kayıp Atlantis’i vardır. Pekâlâ! Onu araştırmak; onun alacakaranlık alt-dünyasından renkler almak; onun titreyen Deniz-Nilüfer’ini beslemek – ve sonra, başka dalış alanları aramak için, yüzeye geri dönerek, yüzüp gitmek bize kalmıştır!
Pater’den başka hiçbir filozof, Esoterik Eklektizmi bu kadar ileriye götürmeye cüret etmemiştir. Ve anlaşılması gerekir ki, o hiç de önemsiz bir Sanat Meraklısı değildir. Bu büyük mumyalanmış Düşünce Sarkofajisinin gizli şarabının akışı onun Hayat-Tuzağı, gizli deliliği, büyük saplantısıdır. Water Pater, Metafizik Düşünce Sistemine biraz gizli bir amoristin uyuyan bir Nymph’e yaklaştığı gibi yaklaşır. Hafif ve ustalıklı adımlarla yaklaşır –ve uyuyanın kolunu seğirttiği eli pervanenin kanadı kadar titrektir. Bir seferinde “Hedonist diye adlandırılmayı sevmiyorum. Yunanca bilmeyen insanlara öyle tuhaf bir izlenim veriyor ki” demişti.
Kimi zaman, sabırlı akademik görevlerimin yolculuğu içinde, Pater hakkında konuşurken, hevesli genç insanlar bana gelir ve benden onun “bakış açısının” –ki böyle demekten hoşlanırlar– “gerçekten ve sahiden” ne olduğunu özetlememi isterler. Tatlı okur, bu “gerçekten ve sahiden” sorularının verdiği acıyı bilir misin? Şunun gibi bulanık biçimlerde yanıt vermeye çalışırım. Onun için, nasıl bu dünyadaki hiçbir şeyin sabit ya da belirli olmadığını; nasıl her şeyin “akıp gittiğini”; nasıl dokunduğumuz ya da tattığımız ya da gördüğümüz her şeyin, yok olduğunu, doğasını değiştirdiğini, başka bir şey haline geldiğini, yıllar geçtikçe, bizim bile yok olduğumuzu ve doğamızı değiştirip başka bir şey haline geldiğimizi açıklamaya çalışırım. Onun için, nasıl, kendimizin de büyük ölçüde ve şans eseri, değişmekte olan bir dünya içinde yolculuk eden tuhaf güçlerin buluşma yerlerinden ibaret olduğumuzu; nasıl, bu güçlerin buluşma yerlerinin ta kendisi olan bizlerin de, hayallerin içindeki hayaller gibi, sallanıp titreştiğimizi ve değişip dönüştüğümüzü anlatmaya çalışırım!
Bu böyle olduğu için ve “gökyüzünde yazılı” hiçbir şey olmadığı için, hayatın sunabileceği her bir tekil deneyimi nasıl sınama hakkımız olduğunu, bunlardan yoksun kalmanın işleri, “öteki kişi” için, daha acı, daha zor, daha dar, daha az kolay hale getireceğini açıklamaya çalışırım.
Ve Saflarım, bazen yaptıkları gibi –Saflar böyledir!–“Neden öteki kişiyi dikkate almalıyız ki?” diye sorduklarında ise, onları, “nedensiz” ve hiçbir tehdit ya da tehlike ya da kategorik emir olmadan ama sadece “onun yapacağı” şeyleri yapamayacak” olan bir hayvan türü, tuhaf bir balık türü olarak büyüdüğümüz için diye yanıtlarım! Bunun bir vicdan sorunu olmadığını; bunun bir beğeni sorunu olduğunu ve iş o noktaya geldiğinde, bir hayvan böylesine beğenilere sahip olduğunda, bunları yapmayı arzu etse bile bunu “yapamayacağını” belirtmeye çalışırım. Ve bu şeylerden biri de bizimle aynı “tuzağa” yakalanmış olan diğer tuzağa düşmüş yaratıkları incitmektir.
Sanat ve Edebiyat karşısında, Pater, Felsefe karşısındakiyle aynı yönteme sahiptir. Bu kadar akışkan bir dünyadaki her şey elbette görelidir. Herhangi bir mutlak standardın var olduğunu hayal etmek saçmadır; güzelliğinkinin bile. İyi ve Doğru’nun o yüksek ve değişmez İlkeleri diğer herhangi bir insan hayali gibi bir yanılsamadır.
Böyle ilkeler yoktur. Güzellik Hayatın Kızıdır ve Hayat değiştikçe ve yaşamak zorunda olan bizler değiştikçe sonsuza dek değişmektedir. Kimi büyük ruhların Evrenin o yüksek, soğuk “Matematiği”ne, emredilen Uyumunun ritminin Sifirlerin Müziği olduğuna duydukları yalnız, trajik inançları, bize ilham da verebilecek ve bizi resmileştirecek bir inançtır; bizi razı ya da ikna edemez.
Güzellik Matematiksel değildir; o, –eğer böyle söylenebilirse– fizyolojik ve psikolojiktir ve saf çizgi ve saf rengin o katı ciddiyetine karşın, sanatın kişisel olmayan tekniğinin, görünüşe göre takdir edilmiş bir çağrı gücü vardır, gerçekte göründüğünden çok daha az değişkendir ve içinde hayatın ve gelişmenin ve değişimin keyfiliğini kimi zaman izin verebildiğimizden çok daha fazla barındırır.
Walter Pater’in manyetik ifadesi asla sanatçıların kullandığı “malzemeleri” ele aldığı zamankinden daha harikalar yaratıcı değildir. Ve çoğunlukla da öylesine yapmacık ve çürümüş ve hakarete uğramış olan ve yine de hepsinin içindeki en zengini o maddeyle –“sözcüklerle”!– İnsan duyuları ve –bazen öylesine ürpertici, öylesine tehlikeli biçimlerde– kavradıkları şey arasındaki sinsi karşılıklılık ve muhataplık karşısında ne kadar sınırsız bir saygısı vardır. Ahşap ve kil ve mermer ve bronz ve altın ve gümüş; bunları-ve ustaca tezgâhların ve maharetlerin dokusunu, doymak bilmez parmakları- kutsanmış elementlere dokunan bir rahibin saygısıyla ele alır.
Sevdiği sadece sanat geleneğinin büyük ana ırmakları değil, küçük nehirleri ve derecikleridir de. Belki de bunlardan kimilerini hepsinden çok sever, çünkü bunların zarif kenarlarına ulaşan patikalar diğerlerinden daha az eprimiştir ve insan orada yalnızca kendini bulmaya daha yatkındır.
Belki de bütün denemeleri içindeki üç tanesi, belirli nükseden yöntemlerin en karakteristikleri olarak seçilebilir. Sürgün tanrının –kavruk beyaz Etin o kalleş Oğlu, hiç gerçekten uzağımızda olmuş mudur?– tatlı, tekinsiz efsanesinin bizleri öylesine uzaklara, öylesine tuhaf uzaklıklara götürdüğü Denys L’Auxerrois hakkında olanı. Solgun ve geri çekilmiş şeylere yönelik tutkusunun zirve noktasına ulaştığı, Saray Ressamlarının Prensi, Watteau hakkında olanı. Çünkü Pater, Antoine gibi, daima kendi fazlaca canlı günlerinin basıncına biraz yıpranmış bir biçimde sırt dönmeye ve biraz fantastik bir hayaller vadisinde istekli bir kaçış aramaya hazır tiplerden biridir. Watteau’nun “mutlu vadisi”, aslında, en kalabalık saatlerimizden daha hüzünlüdür –ortada, Versailles’ın melankolik selvi-vadilerinden başka hiçbir “vadi” yokken, nasıl böyle olmasın ki?– ama daha hüzünlü olmasına karşın, öyle güzeldir ki; öyle güzel, ender ve neşelidir ki!
Ve insan onun sınırları boyunca ve kesilmiş ağaçları altında, çeşmeleri ve hayaletimsi çayırlıkları boyunca, hala, hala, insan şafak vakti Phantom – Pierrot’nun dans eden ayaklarının titrek ışıklarını ve gülümsemesindeki umutsuzluğu yakalayabilir! Onun için de bu –Tören yapan Gilles– Antoine Watteau için olduğu gibi bu tür yerlerin özlemli ciddiyetsizliğiyle tutarsız değildir. Müzik yakında susmalıdır. Yakında yalnızca tek bir bahçe kalmalıdır, “yalnızca Lenotre’nun düzgün, gülünç ve cazip bahçesi”. Çünkü Umarsız Pierrot’nun dudakları daima Columbine Alayının dudaklarına değmez; sonunda, Nihai Yararsızlık her ikisini de taşa döndürmelidir!
Ve nihayet, “üzerinde oturduğu kayalardan daha yaşlı olan” Onun hakkında “arkadaşımıza söylediklerimiz” dizeleriyle, Leonardo hakkındaki o denemesi.
Pater’i sahiden de bu kadar büyük, bu kadar bilge, bu kadar faydalı bir yazar yapan şey, gençliğimizin geri gelmez günlerinin, aptalca konuşmalar ve yavan vaazlar içinde, kayıp gitmesine izin vermenin kriminal, delice salaklığı hakkındaki daimi ısrarıdır! “Taşıyın, Ey Genç Erkekler ve Genç Kızlar” diyor gibidir. “Yeryüzündeki Hayatınız olan o çok kokulu vazoyu sonsuz bir adanmışlıkla taşıyın. Değersiz şarabının taşımı ne kadar az olursa olsun; içine hiçbir yağmur damlasının ya da bulanık çiğin ya da yüzüp gezen örümcek ağı-tohumunun düşmesine ve tadını bozmasına izin vermeyin. Çünkü bu sahip olduğunuz her şeydir ve fazla uzun süremez!”
O büyük bir yazardır, çünkü ondan hayat kupasından “her damlanın tadına vararak” içmenin güç ve kurnazca sanatını öğrenebiliriz.
İnsan onun Hıristiyanlık konusundaki yaklaşımı –“takdir edilmiş Rahip” olma nihai arzusuna– değişip duran sofulukları ve inançsızlıkları hakkında uzun uzadıya atıp tutabilir. “Hakikatin” nihai denemesi olarak, “deneyimin” ona getirdikleri konusundaki hassas bağımlılığı, onun için kollarını Kutsal Kuyunun derinliklerine daldırmayı bayağı kolaylaştırmıştır. Kutsal Kâseyi bulamayacak olabilir; orada kendi gölgesinden başka hiçbir şey bulamayacak olabilir! Ne fark eder? Kuyunun kendisi öylesine serin, iffetli ve karanlıktır ve öylesine ine benzer ki uzun yaz günlerinde onu hayal etmeye değerdi–saklı bahçede, ne Apollo ne de İsa tanıyan zalim Dünyanın tozu ve aptallığı ve ağırlığının içinde onu hayal etmeye!
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının on dördüncü bölümüdür.
[Süreyya Özgör tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.