Erdoğan, iktidarı sistemin yasal sınırları içerisinde hareket ederek ele geçirmemiştir. Bu anlaşılmadan hiçbir doğru analiz ve bu temelde doğru bir politik hat belirlemek mümkün değildir 24 Haziran’da gerçekleşen Genel ve Başkanlık seçimleriyle, hiç kuşkusuz Türkiye’de politik olarak bir dönem kapanmıştır. Erdoğan büyük bir savaşın ilk muharebesini kazanmıştır ama kesinlikle savaşın kendisini değil. Daha önce yazmış […]
Erdoğan, iktidarı sistemin yasal sınırları içerisinde hareket ederek ele geçirmemiştir. Bu anlaşılmadan hiçbir doğru analiz ve bu temelde doğru bir politik hat belirlemek mümkün değildir
24 Haziran’da gerçekleşen Genel ve Başkanlık seçimleriyle, hiç kuşkusuz Türkiye’de politik olarak bir dönem kapanmıştır. Erdoğan büyük bir savaşın ilk muharebesini kazanmıştır ama kesinlikle savaşın kendisini değil. Daha önce yazmış olduğumuz bir makalede de belirttiğimiz gibi “başın sonu bitmiş”tir. 1 Kasım 2015 genel seçimlerinden sonra yazmış olduğumuz bir makaledeki tespitler, 24 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan sonuçları iyi karakterize ettiği kanısındayız:
“Türkiye’de birçok politik çevre, Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Tek Parti Diktatörlüğü’ne cesaret edemeyeceklerini ve sonlarının yakın olduğunu, bıkıp ve usanmadan tekrarlamaktadırlar. Türkiye’de özellikle Ergenekon Komplosu ile birlikte, politik sistemin ağırlık merkezi ve buna uygun olan ölçü değişmişken, hala daha bunu anlamayan ve eski ölçülerle hareket eden bu çevrelerin 1 Kasım’da yaşamış oldukları hayal kırıklığı bu anlayışları devam ettiği müddetçe ne ilk olacaktır ne de son. 1 Kasım 2015 seçimlerinin sonuçları, Erdoğan ve AKP noktasında daha “başın sonunda” olduğumuzu ortaya koymuştur. Erdoğan 7 Haziran seçimleriyle gerçekleştiremediği “Bonapartist Darbe”yi, 1 Kasım seçimleriyle gerçekleştirmiştir.” (AKP’nin Tek Parti Diktatörlüğü’ne Doğru, Kemal Erdem, Devrimci Bülten, Sayı 62, Aralık 2015)
Erdoğan 24 Haziran’da çok kolay bir seçim kazandı. Nedeni muhalefetin uzun dönemden beri “düzlenmiş” olmasıdır. Özellikle PKK’nin 1 Kasım 2015’ten sonra askeri olarak zayıflatılması ve bundan dolayı muhalefetin hiçbir caydırıcılığının kalmamış olması, bu tablonun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sert araçlardan mahrum kalan hareket, sadece yumuşak araçlar ile mücadele etmek zorunda kalmakta ve bu yumuşak araçlar da giderek kurumsallaşan yeni faşist rejimin zırhına çarparak etkinliğini kaybetmektedir.
Erken seçim kararı alınmadan az önce yazmış olduğumuz ve 13 Nisan 2018 tarihinde “Sendika.Org” sitesinde yayınlanan “Gelecek Seçimler ve Erdoğan’ın Gücünün Kaynağı” adlı makalede de, mevcut anlayışın devam etmesi halinde muhalefetin büyük hayal kırıklığına uğrayacağını anlatmaya çalıştık:
“Albert Einstein çok haklı olarak ‘Yüz defa aynı şeyi yapıp, farklı bir sonuç bekleyenler ahmaktır’ demiştir. Bu tespit, içerisinden geçtiğimiz süreçte, Türkiye devrimci ve demokratik hareketi için daha çok geçerlidir. Devrimci hareketi bir kenara bırakırsak, son dönemde yaklaşan seçimler ile ilgili olarak, başta CHP olmak üzere yasal siyaset içerisinde yine aynı yanılsamalar baş göstermeye başladı. Gerçi durumu doğru analiz edip ve eskinin tekrarının işe yaramayacağını daha şimdiden gören aydınlar (Cumhuriyet gazetesinden Ergin Yıldızoğlu gibi) bulunmaktadır.
Gelecek seçimler bağlamında (2019 ya da erken seçim) yeniden Erdoğan’ı ve AKP’yi devirme ‘umudu’ yasal siyasette belirdi ve seçimler aracılığıyla bunun nasıl yapılması gerektiği noktasında ‘bin teori ve görüş’ yine ortalığı kapladı. Ancak ilginç olan durum, Erdoğan’ı ve AKP’yi devirmek isteyen bu teori ve görüşlerin sorunun ‘küçük’ bir yanını göz ardı etmiş olmalarıdır: Erdoğan ve AKP’nin gücünün kaynağı sorunu. Bu sorunu doğru koyamayanlar, tarihin duvarına çarpacaklardır ve çarpmak zorundadırlar. Yasal muhalefet tek seçimler ile ilgilenirken, Erdoğan ve AKP ‘iç savaş hazırlığı’ yapmaktadır.” (Gelecek Seçimler ve Erdoğan’ın Gücünün Kaynağı, Sendika.Org, 13 Nisan 2018)
Daha önceki makalelerde yaptığımız tespitin özü şudur: Erdoğan, iktidarı sistemin yasal sınırları içerisinde hareket ederek ele geçirmemiştir. Bu anlaşılmadan hiçbir doğru analiz ve bu temelde doğru bir politik hat belirlemek mümkün değildir.
AKP-Gülen Cemaati ittifakı, özellikle yasadışı zemine basarak ve bu faaliyetlerini yasal zemindeki politik çalışmalar ile ustaca birleştirerek iktidarı “pasif darbe” temelinde ele geçirmiştir. Yasal alan çalışması, onların stratejik yapılarında amaç değil araç idi ve bu araç sürekli olarak asıl amaç için bir “zayıflatma” ve “düzleme” işlevi görüyordu. Böyle bir yaklaşımın stratejideki adı, Dolaylı Stratejik Tutum’dur.
Bu stratejik yapıya göre, “direk stratejik tutum” belirlemek yanlıştır ve bu durum bütün güçlerin aynı anda karşıya alınmasına neden olmaktadır. Böyle bir duruma düşmemek için ve düşman cephesini zayıflatmak için “dolaylı bir stratejik tutum” gereklidir ve bunun için ise bu dolaylı tutumu elde etmeye yarayan bir araç gereklidir. İşte bu araç, faşist çizginin üstüne yerleştirilen liberalizm olmuştur. AKP ile Gülen Cemaati, liberalizmi Dolaylı Stratejik Tutum pozisyonunu elde etmek için taktik bir araç olarak kullanmışlardır.
Dolaylı Stratejik Tutum’da, düşmanı yenmeden önce, onu zayıflatma ve kuşatma anlayışı söz konusudur. Liberal taktikler ile kafası karıştırılan ve asıl müttefiklerinden uzaklaştırılan ve de zayıflatılan düşman güçler, daha sonra sert güçler ile (eğer bu devlet ise yargı, emniyet, ordu, bürokrasi vs.) imha edilir. Önce zayıflatma ve sonra imha ile kesin sonuç elde etme, Dolaylı Stratejik Tutum’un iki önemli aşamasıdır. Bu tür bir hareket tarzına karşı yapılacak tek şey aynısını ama başka bir içerik ve biçim ile yapmaktır. Bir Dolaylı Stratejik Tutum’a başka bir Dolaylı Stratejik Tutum ile karşılık vermek zorunludur.
24 Haziran seçimlerinde yapılan hata, 1 Kasım seçimlerinde yapılan hatanın aynısıdır. 1 Kasım seçimlerinden sonra şu değerlendirmeyi yapmıştık:
PKK’nin AKP karşısında yanlış konumlanması, her şeyin yanlış analiz edilmesine neden olmuştur. Bu yanlış analizin başında da ‘HDP’nin oy potansiyeli’ dinamiğinin yanlış ele alınması vardır. “HDP’nin 7 Haziran’dan sonra kendisine gelebilecek oylar nerede bulunmaktaydı ve bu oyları elde edebilmesi için ne yapması gerekirdi?” Bu soruya doğru cevap verebilirsek, birçok şeyi çözmüş olacağız.
Hiç kuşkusuz 7 Haziran’dan daha fazla oy alabilmesi için, HDP’nin Kürdistan’da büyük oranda AKP’den ve biraz da CHP’den ve Türkiye’de de büyük oranda CHP’den oy koparması gerekiyordu. Hiç kuşkusuz bu tespiti büyük oranda hem PKK hem de HDP yapmıştır. Ancak burada ilk bakışta görünmeyen bir durum söz konusudur. Mevcut koşullar içerisinde HDP asla 1 Kasım’da oylarını yükseltemezdi ve 7 Haziran’dan daha iyi bir sonuç elde edemezdi. Peki niçin?
AKP’nin siyasal sistemin sınırlarını faşist yöntemler ile sürekli daralttığı bir durumda yani HDP üzerinde hem legal hem de illegal bir şekilde devlet terörünü azgınca uyguladığı bir durumda, HDP’nin 7 Haziran’dan daha iyi bir sonuç elde etmesi mümkün değildi. HDP 7 Haziran’da mevcut faşist devlet terörü çerçevesinde alacağı bütün oyları almıştı ve alacağı hiçbir oy kalmamıştı. Oylarının üzerine oy koymasının da tarihsel koşulları artık mevcut değildi. Çünkü AKP yeni bir faşist rejim inşasına yönelmiş durumdadır ve bu rejim inşası Ergenekon Darbesi mekaniği üzerinde yükselmektedir ve bu rejimin bütün yapıtaşları illegal araçlarla örülmekte ve de seçim sistemi ile meşruiyet görüntüsüne sokulmaktadır.
HDP’nin işi 7 Haziran’da bitmişti ve alacağı daha fazla oylar ise, faşist rejimin şiddet kalkanının arkasında bulunuyordu. Kısacası ancak AKP yıkıldığı zaman, ki bu yıkılma da KCK tarafından gerçekleştirildiği zaman HDP oy potansiyelini artırabilirdi. O zaman bundan çıkan sonuç, HDP’nin oylarını çoğaltması AKP’nin şiddet yoluyla devrilmesine bağlıydı. AKP’nin yıkılmasında Kürdistan’daki AKP tabanı büyük oranda “sahipsiz” kalarak HDP’ye ve CHP’nin sosyal demokrat tabanı da HDP’ye akacaktı.
(“1 Kasım Dersleri”, Kemal Erdem, Devrimci Bülten sayı 62, Aralık 2015)
Bir soru sorarak analizimizi derinleştirmeye çalışalım: 1 Kasım seçimleri ile 24 Haziran seçimleri arasındaki ortak yan nedir?
Her iki seçim arasındaki ortak yan şudur: Hem CHP hem de HDP mevcut politik koşullarda alacakları oyların hepsini almışlardı ve bunun dışında alacakları hiçbir oy yoktu! Çünkü normal bir politik sistem ortada yoktur. Sürekli olarak yeni bir faşist rejimin kurumsallaşması temelinde ilerleyen ya da dönüşen bir politik sistem söz konusudur ve bu yeni rejim inşası, demokratik alanın daraltılması temelinde gelişmektedir. Yeni rejimin ilerlemesi, demokratik alanın darlaştırılması temelinde ilerlediği için, CHP ve HDP gibi partiler, sıkıştırılmış oldukları dar alan içerisine politik olarak hapsolmuşlardır. Bu alandan politik olarak çıkmaları ise zaten giderek yok olmakta olan demokratik alan ve araçlarla mümkün değildir. Bu politik fenomenin seçmen sosyolojisi üzerinde büyük bir etkisi söz konusudur.
AKP ile MHP’nin devleti “AKP ve MHP devleti” ama özellikle de “AKP devleti” haline getirmesi, toplumsal ilişkilerde büyük bir kırılma yaratmış ve seçmenlerde yeni yönelimler oluşturmuştur.
Yeni rejim, devletin şiddet zırhının şemsiyesi altında bir “politik havuz” oluşturmuş ve birçok toplumsal kesimi bu politik havuzda birleştirmiştir. Devletin koruyuculuğu altında gelişen bu politik havuz aynı zamanda yeni toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkileriyle el ele gitmektedir. İktidarı elinde bulunduran siyasal klik, devlet gücüne dayanarak toplumun farklı kesimleriyle bağımlılık ilişkileri geliştirmiş/geliştirmekte ve farklı toplumsal kesimlerin toplumsal zenginlikten pay almasını bu politik havuzun içerisine girmeye bağlamakta ya da dayatmaktadır. Bu noktada “normatif davranış modeli” denilen bir model oluşturulmuştur.
Bu modele göre bireyler, egemen sınıfların ortaya koymuş olduğu ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel normları kabul ettiklerini söz ve eylemleri ile ortaya koymalı ve bu temelde politik havuzun bir parçası haline gelmelidirler. Bu bireylerin kendilerine dayatılan normlar temelinde kendilerini ispatlamaları ölçüsünde de, ihtiyaçları ve güçlerine göre toplumsal zenginlikten pay almaları söz konusudur. Yeni rejimin şiddet zırhının, bütün toplum üzerine yayılması ve demokratik alanı daha da daraltması ölçüsünde, yeni rejimin politik havuzu da büyümektedir.
Buradan çıkan sonuç şudur: hem CHP’nin hem de HDP’nin oy potansiyeli, yeni rejimin şiddet kalkanının arkasında oluşturulan politik havuz içerisinde bulunmaktadır ve bu oylara ulaşmak için ise devletin şiddet zırhının delinmesi ya da zayıflatılması gerekmektedir. Yeni rejimin politik havuzunu bir arada tutan ve büyüten devletin şiddet zırhıdır ve bu politik havuzun dağılması bu zırhın zayıflatılmasına ve delinmesine bağlıdır. İşte bu noktada “zorun rolü” ortaya çıkmaktadır.
Muhalefet içerisinde devletin bu zırhını “zor yolu” ile zayıflatacak bir yapı yoktur. Belki bir noktaya kadar KCK tarafından desteklenen HDP’nin bunu yapacağı düşünülebilir ama PKK’nin Kandil Önderliği’nin PKK’yi Ortadoğu’da stratejik olarak yanlış konumlandırması, KCK’nin Türkiye’de etkisiz kalmasına yol açmış ve Erdoğan’ın oluşturmuş olduğu devlet zırhının zayıflatılmasına engel olmuştur.
Peki devrimci ve demokratik hareket için bu tarihsel manzaradan ortaya çıkan sonuç nedir?
Yeni rejim özünde komploların (Ergenekon ve 15 Temmuz gibi) ördüğü ve örgütlediği “zor” ile kurulmuş ve kurulmaktadır. İllegal ve gizli bir şekilde örgütlenen bu zor, seçimlerin manipüle edilmesine bağlanmış ve görünürde bir toplumsal meşruluk oluşturularak, bir ideolojik hegemonyaya dönüştürülmüştür. Yeni rejim pasif darbe ile iktidarı ele geçirdiği andan itibaren kendi tabanını, devletin şiddet zırhının arkasına alarak onu korumaya başlamış ve onda bir ayrıcalık hissi oluşturmuştur. Giderek toplumun dönüştürülmesi ile konsolide edilen bu taban aynı zamanda topluma kapsamlı devlet müdahalesi ile de büyütülmek istenmektedir.
Bu noktada devrimci ve demokratik hareketin yapacağı şey ise, karşısındakilerinin yaptığının tersini “devrimci ve demokratik biçimde” yapmaktır. Devrimci ve demokratik hareketin birleşerek tek bir hareket yaratması ve bu hareketin (futbol tabirlerini kullanarak söylersek) defans ve orta alanını devrimci hareketin ve hücum ile kanatlarını da demokratik hareketin oluşturması zorunludur. Burada en büyük sorun, devrimci hareketin “zor”u tarihsel olarak nasıl örgütleyeceği sorunudur. Bu noktada yeni bir teorik bakış açısının geliştirilmesi zorunludur.
Politik İslam ve faşist Türk milliyetçiliğinin, devletin şiddet zırhı aracılığı ile bir politik havuz oluşturmaları gibi, devrimci-demokratik hareketin de, devrimci hareketin “tarihsel zoru” aracılığıyla bir “demokratik politik havuz” oluşturması gerekmektedir. Demokratik hareketin toplumsal sınırları ancak devrimci hareketin “zor”u ile desteklendiği ve onun tarafından korunduğu müddetçe uzar ve gelişir. Buna yeni seçmenlerin kazanılması da dahildir. Halkın politik olarak acı bir reçete ile karşı karşıya olduğu artık açıktır.
Hiçbir toplum, kendi içinde küçük bir azınlığı feda etmeksizin, genelin mutluluğunu ve refahını kuramaz!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.