2015 Haziran’ındaki o büyük başarı, iktidarın kan ve kire batmış oyunlarıyla alt edilmişti. Bugün, Halkların Demokratik Partisi, inanılmaz zor koşulları alt ederek saygıyı hak eden tarihi bir direnişle tekrar sahne alıyor 2015’in ne de güzel baharıydı. Son otuz yılın neredeyse en güzel baharıydı. Umut, dalga dalga geliyordu. Umut sulh ile geliyordu. Doğudan batıya, batıdan doğuya… […]
2015 Haziran’ındaki o büyük başarı, iktidarın kan ve kire batmış oyunlarıyla alt edilmişti. Bugün, Halkların Demokratik Partisi, inanılmaz zor koşulları alt ederek saygıyı hak eden tarihi bir direnişle tekrar sahne alıyor
2015’in ne de güzel baharıydı. Son otuz yılın neredeyse en güzel baharıydı. Umut, dalga dalga geliyordu. Umut sulh ile geliyordu. Doğudan batıya, batıdan doğuya… Halkların Demokratik Partisi, ilk kez “bölge” gömleğini yırtmaya soyunuyor ve iddiasına yüreklilikle sahip çıkıyordu. İşte o günlerde, şimdi OHAL kararnamesi ile kapatılmış bulunan Taraf gazetesinde bir yazım yayımlandı: “HDP neden bir mucizedir!” Başlığı buydu makalenin ve yine OHAL’de kapısına kilit vurulan İMC TV’de aynı gün bu yazı okundu. Makale, Kürt Özgürlük Hareketi’nin yaşadığı niteliksel sıçrama ile artık Türkiye’yi kapsayan bir siyasi perspektife sahip olduğunu anlatıyor ve şu tespitte bulunuyordu. “HDP’nin barajı geçmesi, AKP’nin başkanlık faşizmi hayalinin çöplüğü boylaması demek! Türkiye İşçi Partisi’nden sonra ilk kez sosyalizan bir partinin Meclis’e seçimle girebilmesi demek. Kanlı bir iç savaş ihtimalinin uzaklaşması, yüz elli yıllık Kürt Meselesi’nin demokratik çözüm imkânına kavuşması ve daha da önemlisi emek-mazlumiyet-özgürlük ekseninde kucaklayıcı sol bir siyasetin iktidar alternatifi olabilmesi demek. Sahi bu mucize değil de ne?”
7 Haziran akşamı, mucize gerçekleşti. En azından mucizenin ilk adımı. Baraj yıkıldı ve HDP yüzde 13,1 oyla meclise 80 vekil göndererek MHP’yi solladı. O coşkulu haziran günlerini yaşayanlar, meydanlardan taşan “Başardık ulan!” sevincini, şimdi nasıl da bir hayalmiş gibi hatırlıyor olmalılar. Çünkü Haziran sonrasında o kadar öldük, o kadar öldürüldük ki, o muhteşem başarının keyfini sürmek fırsatını bile tanımadı AKP faşizmi. Yazdan sonbahara oradan kışa akan katliam dalgaları ile –Suruç, Ankara, İstanbul Reina- yüzlerce insanımızı kaybettik, binlercemiz yaralandı. “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganı baraj yıkıntılarıyla birleşince Erdoğan çözüm masasını devirecek ve devletin Kürt Meselesi’nde en iyi bildiği politikayı yeniden hayata geçirecekti: Belindeki silaha davranmak! Şiddetle korkutup kaosla terbiye etmenin sandıkta hep karşılığı oldu bu ülkede. 1 Kasım’da yaşanan buydu. Sonrasında, AKP’nin iktidarı bir daha bırakmamak üzere rejimi değiştirme senaryosunu izleyecektik: Eski müttefik yeni düşman Fethullahçıların, beyhude son bir çırpınış olarak kalkıştığı 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi üzerinden OHAL’in ilanı ile ülkedeki son demokratik kırıntıların süpürülmesi; 4 Kasım 2016 günü, başkanlığa giden yoldaki en büyük engelin, yani ülkenin gerçek ana muhalefet parti lideri Selahattin Demirtaş’ın dokuz vekil arkadaşı ile tutuklanması; Başkanlık rejiminin henüz “de jure” inşa edilmeden “de facto” uygulamaya konulması; 16 Nisan 2017 şaibeli referandumu ile başkanlık atının bir şekilde Üsküdar’a geçirilmesi; “OHAL hükmünde kararnameler” ile ülke tarihinin en büyük akademisyen memur-emekçi kıyımına gidilerek sorgusuz sualsiz yüzbinlerce insanın işinden edilmesi; en küçük siyasi eleştirinin aylarca tutukluluk sebebi olması, ihale, imar ve ticari düzenlemeler ile siyaseten ultra zengin sınıfının yaratılması ya da mevcudun daha da zenginleştirilmesi; iç ve dış politikada Kürt Meselesinin “casus belli” ilan edilmesi, bu bağlamda Suriye savaş sahasına yani Ortadoğu karanlığına şevkle girilmesi, bölgedeki fundamental savaş örgütlerinden müttefik devşirilmesi hatta bu örgütlerin koordinatörü olma çabası; tüm bu süreçte ekonominin iflas bayrağını çekmesi ve nihayetinde MHP destekli AKP Türk- İslam tek parti diktatörlüğünün inşası için son dönemece girilmesi.
Bu inşanın son adımı ise; zaten nefes alamaz hale gelmiş muhalefeti kontrpiyede bırakacak şekilde baskın bir kararla, ülkeyi OHAL şartlarında seçime zorlamak oldu. Ama asıl niyet; yerli ve yabancı sermayenin hızla kaçtığı, özel mülkiyetin bile güvende olmadığı, göstergeleri alarm veren bu hak hukuk, kural kaide tanımaz anomik kapitalist ekonomi, dehşet bir krizle yere serilmeden hemen önce işi bitirmekti.
Ama olmadı. Bugün anlaşılıyor ki yangından mal kaçırırcasına alınan seçim kararı, avantaj ne kelime, AKP-MHP Bloku’na psikolojik üstünlüğü de kaybettirmiş görünüyor. Erdoğan 16 yıllık iktidarında ilk kez siyasi atmosferi belirleyen lider kimliğini yitirdi. Partisinde metal yorgunluğundan dem vururken şimdi meydanlarda kitlesinin yokluğundan şikâyetçi. Doldurulamayan meydanlar, “ayaklarıyla oy verenlerin” tercihi konusunda anket niteliğinde. Agresif gerilim siyasetinin bir numaralı aktörü Erdoğan, aradığı teveccühü, en başarılı olduğu yerde, yani meydanlarda ilk kez bulamıyor. O kadar bulamıyor ki basına kapalı bir toplantıda “off the record” verdiği ve ne hikmetse alkışlarla kesilen “Sandık hâkimiyetini sağlarsak bu işi başlamadan bitiririz! Bilin ki bu iş çantada keklik değil!” mesajı, kaybetme ihtimalinin ne denli yüksek olduğunu ve bu riski bertaraf etmek için oy istemek dışında yapılması gerekenleri kendi sesinden deklare ediyor.
Aynı konuşmada öyle bir şey söylüyor ki Cumhurbaşkanı, üç yıl önce bir mucize ile Türkiye partisi olduğunu kanıtlayan HDP’nin bugün ülke tarihini belirleyecek kilit bir role sahip olduğunu da itiraf ediyor: “HDP baraj altında kalmalı. Bunun için özel çalışma yapmalıyız. Onların baraj altında kalması bizim çok daha iyi bir duruma gelmemiz demek!” Erdoğan’ın bildiğini aslında bilmeyen yok. HDP, rejimin ne olacağını belirliyor ve herkes bu durumun farkında.
24 Haziran’da seçilen sadece başkan ve vekiller değil gerçekte. Seçim, rejim değişikliğini de getirecek! Ama bu kadar değil. Bu seçimler on altı yıllık AKP iktidarının tüm icraatlarının ibrasını da hükme bağlayacak. Elbette biliyoruz: Fiillerin kanuniliği ile seçim arasında hiçbir ilişki yok. Ancak Türkiye tipi demokrasilerde sandık, her türlü suçun aklandığı bir sihirli kutu aynı zamanda. Haksızlık etmeyelim: İmparatorluk bakiyesi devlet niteliğiyle yine de kendini hukuk üzerine inşa eden eski rejimi paramparça eden AKP için bu çok daha böyle. “AKP Başkanlık Rejimi”ne geçildiği anda, yasaya dayanma gereği duymayan bir suç ve ceza devleti haline geleceğimizi öngörmek, hiç de felaket tellallığı değil!
Türkiye siyasi tarihinin belki de en tuhaf günlerini yaşıyoruz. Devletin dışında ve dolayısıyla hedefinde yer alan ülkenin tek kitlesel muhalif partisi, seçim sürecinde öyle kritik bir mevzide duruyor ki o dört bir yanda kol gezen Kürt nefretiyle, zoraki bir HDP sempatisi at başı gidiyor. Ülkenin belki de yüzde ellisi, HDP’nin barajı geçmesini arzuluyor. Arzunun sebebi ise sahiden enteresan: İnşa edilmek istenen yeni rejime karşı eski rejimin bekası
Eski rejim derken en genel anlamıyla parlamenter demokrasi ve asgari hukuk devleti standartlarını kastediyoruz. Yeni Rejim ise kısaca Reistokrasi olarak tanımlanabilir. Ama bu kadar değil. Rejimin, Erdoğan’ın demir yumruğu içine alınması; ülkenin tek parti- tek adam cenderesi altında, slogan ve propagandadan ibaret ideolojik deli gömleği içine sokulması; ite kaka da olsa iki yüzyıldır süren batı tarzı, ilkeli, kurallı, sistematik, siyasi kurumsallaşmanın, Ortadoğu tarzı “paşa gönlüm bilir” süfliliğine teslim edilme ihtimali; küresel kapitalist sistemde rekabet edebilir bir yapının deli saçması bir zihniyet ile imha ediliyor olması ve tüm bunların ötesinde en basit hürriyetlerin dahi hadis ve menkıbelerin hükmü altına alınması, HDP’nin baraj sorununu Türkiye Cumhuriyeti’nin medeniyet bekası sorununa dönüştürüyor.
Tam da burada üç kritik soru öne çıkıyor: 1. Türkiye, tarihi boyunca hep iki rejimli oldu. Amed ve İzmir rejimi! Amed karakollarındaki hukuk ile İzmir karakolları farklıydı mesela. Amed coğrafyasında “de facto” bir rejim; İzmir coğrafyasında “de jure” bir başka rejim. Mesut Yılmaz’ın şu ünlü “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü çift rejimliliği ortadan kaldırma perspektifi sunuyordu mesela. 2000’lerin ortasında, AB üyeliği çerçevesinde yapılan düzenlemeler ile bu perspektif hayat bulmaya başlayacak çözüm süreciyle bölgeye, Araf barışı gelecekti. Sonrası malum. Yakılıp yıkılan şehirler, sokaklarda kalan ölü yaşlı bedenler. HDP, bir Türkiye partisi olma hedefini koruyor olsa da böylesi bir eski sisteme dönüşün anahtar partisi olma işlevi ne kadar anlamlı? 2. İkinci soru şu: Sol sosyal demokrat ve muhalif kitlesel parti sıfatıyla ülkenin küresel sisteme sağlıklı şekilde entegre olmasını hedeflemek tuhaflık değil mi? 3. Ve son olarak: HDP gibi siyasi projeleri bağlamında devrimci demokrat bir partiden sistemin restorasyonunda anahtar rolü beklemek saçma değil mi?
Değil. Çünkü amaç eski rejimin bütün sakilliğiyle restorasyonu değil. Amaç, tıpkı AKP gibi devlet partisi olan CHP ve İyi Parti’nin siyasi programına angaje olmak da değil. Amaç ilk aşamada basit ve acil: Ülkeye yıkılarak gelen Fundamental-nasyonal Faşizm ve Tek Adam İstibdatı’nın halihazırda önüne geçmek. 24 Haziran bir viraj! HDP’nin baraj altında kalması, faşizmin virajı alması demek! Bu viraj; içerde yıkıcı bir kaosun kapılarını açacak. OHAL şartlarından katbekat fazlasının dayatılacağı bir rejim, meşruiyetini sandıktan aldığı iddiasıyla ülkeyi cehenneme çevirecek. Hiçbir muhalif fikrin açıklanamadığı, iktidara yönelik hiçbir eleştiriye tahammül edilmediği, hapishanelerin siyasi mahkûmlarla dolup taştığı bir ülke! Kendini hukuk üstü gören, eylemine yasa icat eden, hikmetinden sual olunmaz mutlak bir iktidar ve salt çoğunluğun, geri kalan üzerindeki ezici tahakkümüne dayanan buna da “milli irade” diyen bir sistem! Sermayenin çıkarlarını devlet ile özdeşleştiren, emek taleplerini sınıflar arası meşru mücadelenin parçası olarak değil ekonomiye suikast olarak düşünen, sadaka ideolojisini sınıf çatışmasına ikame eden tarih öncesi sömürü iktisadı. İçeride sıkıştıkça her sağcı otoriterizm gibi dışarıda macera arayan, söylemde inşa edilen hayali güce zamanla kendisini de inandıran ve bu inançla sağa sola kabadayılık yaparak bölge barışı için de tehlike arz eden bir rejim.
24 Haziran’ın bu denli kritik bir önem taşıması, AKP’nin halihazırda hâlâ bu seçim zaferine ihtiyacı olmasından kaynaklanıyor. Hâlâ her şey bitmiş değil. Hâlâ, kaybetmiş bir AKP’nin, seçim sonuçlarına rağmen “Ben gitmiyorum!” külhanbeyliğini dayatacağı rejim henüz inşa edilmiş değil. Tuhaf gelebilir ama devlet mevcut haliyle bu tür bir gayrimeşru dayatmayı varlığı için tehlikeli görecek ve o dillere pelesenk edilen iç savaşa izin vermeyecektir. Aynı mantıkla, AKP dışındaki devlet partileri, yeni rejimin ülkede beka sorunu yaratabileceğini öngörerek asgari demokratik kurallara sahip parlamenter bir rejim restorasyonu talep etmekte.
İşte, Halkların Demokratik Partisi, rejimin bu demokratik restorasyonu sürecinde halâs çaresi olarak duruyor. O büyük ve inatçı kitlesiyle zorunlu halâs çaresi. 2015 seçimlerinde ülkenin bütünlüğünü demokrasiyle korumak anlamında mucizeyi temsil eden HDP, tuhaf ama 2018’de, bu kez rejimin halaskârı olarak öne çıkıyor.
AKP, bir rejim meselesine dönüştükçe, Kürt Meselesinin mahiyeti değişiyor. Devletin bir numaralı düşmanı, devletin bekası için, meclise girmesi gereken sistem içi parti haline geliyor. Yine de not düşelim: Bu devlet, bu haliyle Kürde düşman. Varoluşu için tehlike görüyor. Varoluş gerekçesini revize etmedikçe düşmanlık da baki! Öyle görünüyor. Ancak siyaset, revizyonu zorlamak demek. HDP, rejimin taktik ihtiyacını demokratik kazanıma dönüştürecek bir kapının önünde açıldığını görüyor. Hiç kolay değil ama mümkün!
2015 Haziran’ındaki o büyük başarı, iktidarın kan ve kire batmış oyunlarıyla alt edilmişti. Bugün, Halkların Demokratik Partisi, inanılmaz zor koşulları alt ederek saygıyı hak eden tarihi bir direnişle tekrar sahne alıyor. Önceki bileşenleri yanında Türkiye İşçi Partisi ile birlikte, Ahmet Şık, Veli Saçılık gibi topluma mal olmuş direnişçiler ile iç içe.
Üç yıl sonra önümüze çıkan viraj; öncekinden çok daha keskin, şartlar bir o kadar zorlu ama umut çok daha kesif, Çok daha yakın.
Ve son olarak: Bir oy Selahattin Demirtaş’a Bir oy HDP’ye!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.