Siyasi partiler hem toplumsal yapıdan hem de devlet kurumlarından görece özerktirler ve bu ikisine de dair etkin bir rol oynarlar
“Oyların sayılması” diyordu Antonio Gramsci, “uzun bir sürecin nihai törenidir”. Bu süreç, topluma dair imajlar oluşturma, kolektif kimlikler yaratma ve belirli gelecek vizyonlarına ilişkin bağlılıkları seferber etme sürecidir. Sınıf, etnisite, din, ırk ya da ulus kendiliğinden ve kendi başına, bireylerin zihinlerinin nesnel koşullarının bir yansıması olarak ortaya çıkmaz. Kolektif kimlik, grup dayanışması ve siyasal bağlılıklar, siyasi partilerin, okulların, sendikaların, dini kurumların, gazetelerin, orduların ve şirketlerin kitlelere belirli bir toplum vizyonunu dayatmaya uğraşmaları sırasındaki çatışmaların bir sonucu olarak daima uydurulmuş şeylerdir – şekillendirilir, imha edilir ve yeniden yoğrulurlar
Bireysel oy verme davranışının şekillenmesinde neden bazı toplumlarda sınıf önemliyken diğerlerinde değildir ve neden bu durum bazı zamanlarda ortaya çıkar ve diğer zamanlarda çıkmaz? Neden Norveçliler sınıf temelinde oy vermeye Fransızlardan daha fazla eğilimlidirler? Neden İsveçli işçiler Sosyal Demokratlara oy vermek konusunda altmış yıl önceye nazaran bugün daha teşnedirler?
Bunlar bireylerle ilgili sorulardır. Velev ki bireysel fiiller bireysel özelliklerle denk düşme eğiliminde olsun, peki neden bireyler bu oy verdikleri hatta dair bazı özelliklerle donanmışlardır? Böylesi bir indirgeme bir açıklama için yeterli değildir çünkü bireysel özelliklerden bireysel fiillere uzanan nedensel hat toplumsal ilişkiler bütünlüğünün içinden geçmektedir. “Oyların sayılması” diyordu Antonio Gramsci, “uzun bir sürecin nihai törenidir” (1971: 193). Bu süreç, topluma dair imajlar oluşturma, kolektif kimlikler yaratma ve belirli gelecek vizyonlarına ilişkin bağlılıkları seferber etme sürecidir. Sınıf, etnisite, din, ırk ya da ulus kendiliğinden ve kendi başına, bireylerin zihinlerinin nesnel koşullarının bir yansıması olarak ortaya çıkmaz. Kolektif kimlik, grup dayanışması ve siyasal bağlılıklar, siyasi partilerin, okulların, sendikaların, dini kurumların, gazetelerin, orduların ve şirketlerin kitlelere belirli bir toplum vizyonunu dayatmaya uğraşmaları sırasındaki çatışmaların bir sonucu olarak daima uydurulmuş şeylerdir – şekillendirilir, imha edilir ve yeniden yoğrulurlar. Bireylerin toplum içinde işgal ettikleri alanlar ile fiilleri arasındaki ilişki, zafer ya da yenilgi getiren tercih ve stratejileri içeren çıkarlar ve imgelerin karşı karşıya geldiği çatışmaların arızi tarihsel ürünüdür. Bireylerin siyasal davranışları yalnızca bu çatışmaların somut tarihsel eklemlenmesiyle anlaşılabilir: belirli özellikler, tarihin verili bir uğrağındaki siyasal ilişkilere dayatılan belirli bir yapının içine gömüldüklerinde, ancak, bireysel fiillerin nedenleri haline gelebilirler.
Siyasetin sınıfa dayanarak örgütlenmesi kaçınılmaz değildir. Kapitalizme içkin olan ve tarihin mantığı dahilinde sınıfların kolektif özneler olarak ortaya çıkışını değiştirilemez kılan hiçbir şey yoktur. Sınıfsal konumlar bireylerin gündelik deneyimlerini yapılandırır, belirli bir bilinç türü yaratır, insanları çıkar sahibi kılar ve bazı koşullar altında bir ortak yazgı anlayışını, bir benzerlik hissiyatını teşvik edebilir. Ancak bu deneyim sınıflardan birini kendiliğinden örgütlü hale getirmez. Marx’ın da dediği ve Gramsci’nin tekrar etmeyi sevdiği üzere, insanlar toplumsal ilişkilerin bilincine ideoloji aleminden vakıf olurlar, bireyler çıkar çatışmalarının farkına ideoloji düzeyinde varırlar. Roberto Michels bu durumu açıkça yazmaktadır: “Bu, baskıcı koşulların basitçe var olması değil, tarihin akışı içinde sınıf mücadelesinin esas etkenini tayin eden bu koşulların ezilen tarafından farkına varılmasıdır” (1962: 228). Sınıf ilişkileri “halihazırdaki” (Gramsci, 1971), “yaşanmış” (Althusser, 1971) deneyim –gündelik yaşamın üzerinde yalnızca bir yansıma olan deneyim– düzeyinde kendiliğinden apaçık değildir. Kendiliğinden deneyim yoksulluk, zorlama, eşitsizlik ve baskı olabilir. Benzerlik de olabilir. Ancak bu bir sınıf deneyimi değildir.
Benzerliğin bile dayanışmaya sebep olması gerekmez. Benzer bir durumda ve özdeş çıkarlara sahip olan insanlar, kendilerini sıklıkla bir başkasıyla rekabet içinde bulurlar. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da da işaret ettikleri gibi “proletaryanın bir sınıf içinde ve dolayısıyla bir siyasi parti içinde örgütlenmesi işçilerin kendi aralarındaki rekabet tarafından sürekli tahrip edilmektedir (1967: 144). Jean-Paul Sartre’ın da vurguladığı üzere “üreticinin basit nesnel koşulu, somut insanı –onun ihtiyaçlarını, hayati sorunlarını, düşüncesinin yönelimini, diğer insanlarla olan ilişkilerinin doğasını– tanımlar: Bir sınıfa olan aidiyetini belirlemez” (1968: 96). Böylece bir toplumun sınıflara bölünmesi, mutlaka siyasetin sınıfsal kavramlarla örgütlenmesiyle sonuçlanmaz. Ne de sınıf deneyimi nesnel olan tek deneyimdir. Eğer “nesnel” burada bireyler tarafından miras alınmış ve bireysel iradeden bağımsız deneyim anlamına geliyorsa, o halde İtalya’da bugün Katolik olmak, aynen Amerika Birleşik Devletleri’nde bir Siyahi olmak ya da Fransa’da bir kadın olmak gibi nesnel bir deneyimdir. Varlıklarını çalışma kapasitelerini belirli bir ücret karşılığında satarak sürdüren insanlar aynı zamanda erkek ve kadındırlar. Katolik ve Protestandırlar, Kuzeyli ya da Güneylidirler. Bu insanlar aynı zamanda tüketici, vergi mükellefi, anne-baba ve şehirlidirler. İşçi kimliğiyle siyaset için seferber edilebilirler ancak bunlar aynı zamanda Katolik işçiler, Katolikler ya da Bavyeralı Katoliklerdir. Bu nedenle bilgi bolluğuna karşın, bugün bizler bireysel oy vermenin biçimleri hakkında şu soru halen cevapsız kalmaktadır: İnsanlar neden bu şekilde oy vermektedirler?
Bu çalışmanın öne sürdüğü tez, bireysel oy verme davranışının siyasi partilerin faaliyetlerinin bir etkisi olduğudur. Daha açık biçimde, sınıfın oy verme davranışının bir belirleyicisi olarak görece belirginliği, Sol görüşlü siyasi partilerin izledikleri stratejilerin birikimsel bir sonucudur. Böylece bu çalışma, oy verenlere değil oy vermeye ilişkin bir çalışmadır ve siyasi partilerin altında kendi stratejilerini formüle ettikleri ve bireylerin oylarını kullandıkları ekonomik ve siyasi örgütlenme sistemine ilişkin bir kuramı temel almaktadır. Siyasi partiler –yanı sıra sendikalar, dini kurumlar, fabrikalar ve okullar– kolektif kimlikleri işlerler, bağlılık aşılarlar, çıkarlara dönük hangi kolektif eylemlerinin mümkün olabileceğini tanımlarlar, bireylere tercihler önerirler ve bunları reddederler; siyasi partiler yalnızca sınıf yapısının yansımaları ya da sınıf çıkarlarının ifadeleri değildirler. Bunlar hem toplumsal yapıdan hem de devlet kurumlarından görece özerktirler ve bu ikisine de dair etkin bir rol oynarlar. Siyasetin sınıf üzerinden örgütlenmesi her zaman mevcut toplumsal ilişkileri çeşitli yollarla sürdürmek ya da değiştirmek üzere mücadele veren çeşitli güçlerin dâhil olduğu çatışmaların bir sonucudur. Toplum sınıflardan mı yoksa uyumlu çıkarlara sahip bireylerden mi oluşur? Sınıflar toplumsal bölünmelerin temel hattı mıdır yoksa başka bölünmelere mi bağımlıdır? Sınıflar nelerdir? Sınıfların çıkarları uzlaşmaz mıdır ya da uzlaşmayı mı teşvik etmektedir? Hangi sınıflar kendi çıkarlarından daha genel çıkarları temsil ederler? Hangileri bütün topluma öncü olmaya muktedirdir?
Ancak farklı partiler farklı roller oynarlar. Sınıfın siyasal görünürlüğü üzerine çatışmalar herhangi bir kapitalist toplumda temel bir yapısal asimetri tarafından karakterize edilmektedir. Siyasetin sınıf üzerinden örgütlenmesine, nihayet, belirli bir sınıf, işçiler tarafından kalkışılabilir. Herhangi bir kapitalist sistem dahilinde toplumun temel rakip vizyonlarından biri yek-sınıf diğeri evrenselciliktir ve bu ideolojilerin her ikisi de çıkarları akılcılaştırırlar (rasyonalize ederler). İşçilerin bir sınıf olarak talebi tikelcidir ve işçiler bir sınıf olarak örgütlendiklerinde bütün topluma, her biri tikelci çıkarlarla donanmış sınıflara bölünmüş bir toplum imgesini dayatmayı amaçlar. Özellikle kendi taleplerini meşrulaştırmak adına işçiler, kapitalistlerin de çıkarları yine tikelci ve diğer sınıfların çıkarlarına karşı olan bir sınıf olduğunu teşhir etmek zorundadırlar. Kapitalistler, o halde, kendilerini demokratik koşullar altında bir sınıf olarak temsil edemezler ve yalnızca bir çılgınlık anında böyle yapabilirler. İşçi sınıfının tikelci taleplerine yanıt, burjuvazinin tikelciliği değil, sınıf çıkarlarının görünürlüğünü büsbütün reddeden ideolojilerdir. Burjuvazinin ideolojileri kendi özel çıkarlarına vurgu yapmaz, bunun yerine toplumun evrenselci, sınıfsız, çıkarları temelde uyum içinde birey-yurttaşlardan müteşekkil bir imgesini tasarlar. Böylece ideolojik çatışmalar, çeşitli sınıflar tarafından ortaya konan tikelci taleplerin meşruluğunu ya da adaletini pek seyrek dert edinir. Bunun yerine işçi örgütlerinin ileri sürdüğü toplumun tikelci bir imgesiyle, burjuvazinin sözcülerinin ortaya attığı evrenselci vizyonları bir araya getirir. Ve bir sonuç olarak partiler ve sınıflar arasındaki ilişki farklı sınıflar için aynı değildir. Burjuvazi kendi özel sınıf çıkarlarını güçlendirmek üzere pek seyrek biçimde tek bir parti biçiminde ortaya çıkar. Kapitalistler siyasi olarak evrensel ulusal çıkarı temsil ettiğini iddia eden her tür parti dâhilinde faaliyet gösterirler.
Bu argüman işçi örgütlerinin asla evrenselci iddialarda bulunmadığı, işçilerin çıkarlarını, sadece yarın için değil bugün için de toplumun çıkarı olarak betimlemediği imasında bulunmamaktadır. Bu türden bir evrenselci görüş, oy rekabetiyle ciddi biçimde meşgul olan herhangi bir parti için tahmin edilebilir bir şeydir. Bizim argümanımız ise, sınıfın toplum dahilinde büyüklüğü nedeniyle değil, ancak ve ancak işçileri bir sınıf olarak örgütleyen bazı siyasi partilerin varlığında önemli olduğudur: hiçbir parti işçileri bir sınıf olarak örgütlemek derdinde olmadığında, toplumun sınıf imgesi siyasal söylemden topyekun kaybolur. Bu nedenle siyasal davranışın bir belirleyeni olarak sınıfın görünürlüğü dahilindeki tarihsel çeşitlemeler, siyasi partilerce sürdürülen stratejilere bağlanabilir. Gramsci’ye dönersek, “modern dünyada siyasi partilerin dünyaya dönük kavrayışların ayrıntılandırılması ve yayılmasında sahip olduğu önem ve ağırlık vurgulanabilir çünkü bunların temel olarak yaptıkları şey bu kavrayışlara dönük etik ve siyaset üretmek ve de adeta kendi tarihsel “laboratuvarlarına” göre hareket etmektir (1971: 213).
Sınıf Temelli Partilerin Çıkmazı
Sınıf temelli seçim partilerinin tarihsel deneyimi, kendi toplumsal ve siyasi doğalarının iki yapısal niteliğinin kombinasyonu tarafından şekillendirilmiştir: işçiler bu partilerin bulunduğu toplumlarda sayısal bir çoğunluk haline hiç gelmemişlerdir ve asla gelmeyeceklerdir; demokratik ülkelerin siyasi kurumları ise çoğunluk yönetimi üzerine kuruludur. Azınlık durumunun çoğunluk yönetimiyle olan bu kombinasyonu, parti liderlerinin, hedefleri üzerine düşündükleri, ihtimallerini sezinledikleri ve değerlendirdikleri, stratejilerini seçtikleri ve uğruna harekete geçtikleri tercihlerin yapısını tayin etmelerine yol açıyordu. Sınıf temelli partilerin liderleri, kendi sınıf davasında homojen olan ancak sürekli seçim hezimetlerine yazgılı bir parti ya da kendi sınıfsal yönelimini sulandırmak pahasına seçim zaferi için mücadele eden bir parti arasında bir seçim yapmak zorundaydılar. Bu, demokratik kapitalist toplumlardaki sınıf yapısı ve siyasal kurumların kendine has bir kombinasyonunun, sosyalist, sosyal demokrat, emek eksenli, komünist ya da diğer partilere sunduğu alternatifti.
1890 yılı civarında çoğu Batı Avrupa ülkesindeki seçimlere katılan sosyalistler, muazzam bir çoğunluğun desteğini nihayet kazanabildiklerine ve toplumlarını sosyalizme taşımakta olduklarına derinden ikna oldular. Buradaki kıyaslama basit ve inandırıcıydı. Kapitalist ilerleme küçük mülk sahibi çiftçileri, tüccarı, esnafı ve zanaatçıyı imha ederken işçiler nüfusun ezici bir çoğunluğu geldikçe ve seçimler de sayıların dili oldukça, sosyalistler, Marx’ın deyimiyle “muazzam bir çoğunluğun” seçim vekâletini kazanabileceklerdi. İsveçli genç bir kuramcının 1919’da söylediği gibi, demokrasi “kapitalizmin gelişmesine nispeten kapitalizme muhalefeti güçlendiren kendiliğinden faal bir aygıtı da içermektedir” (Tingsten, 1973: 402).
Dahası sosyalistler, seçim yarışına, işçilerin sadece ekonomik olarak değil toplumsal ve siyasal olarak da toplumun geri kalanından, sınıf temelli oy verme hakkından mahrum kalmaları nedeniyle ayrıştığı ve kendilerini ayrı bir grup olarak gördükleri bir zamanda dahil olmuşlardır (Rosenberg, 1965: 161 and 165; Bergounioux and Manin, 1979: 25). İşçiler dışarıdan kaynaklanan herhangi bir etkiye karşı güvensizdiler: Sosyalist partiler işçiler tarafından desteklendikçe işçi partileri haline geldiler (Landauer, 1959,1:457-8; Fusilier, 1954: 29). Zorunluluk ve umut bir aradaydı: sosyalistler işçi partisi haline geldiler ve seçimleri de işçilerin partisi olarak kazandılar.
Nihayet velev ki sosyalist kuramcılar geniş kitlelerin eninde sonunda proleterleşmesinin kapitalist gelişmenin acımasız bir eğilimi olduğuna ikna olsunlar, tarihin kendi rotasına girmesini beklemek için herhangi bir neden görmemektedirler. Oy için rekabet etmeye karar verir vermez, 1884 ila 1892 yılları arası bir tarihte (Haupt, 1980: 88) sosyalist partiler seçimlerde, işçilerden çok halkın desteğini almayı hedeflediler. Çoğunlukla tarımsal bir sınıf yapısıyla karşı karşıya olan iki parti, Fransız Sosyalist Partisi (Guesdistler) ile Dan Sosyal Demokratları henüz 1888 yılında destek için gözlerini küçük çiftçilere çevirmişlerdi (Landauer, 1959, I: 447; Landauer, 1961). Diğer sınıflara yüzünü dönme politikası Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi tarafından Erfurt Kongresi’nde 1891’de (Kautsky, 1971), Belçika İşçi Partisi tarafından 1894’te (Landauer, 1959, I: 468), Britanya İşçi Partisi tarafından 1918’de (McKibbin, 1974: 95-7, Beer ile bir polemik, 1969) formüle edildi. İsveç’te çok-sınıflı strateji 1889 gibi erken bir tarihte tartışıldı ve 1911’de uygulamaya kondu (Tingsten, 1973). Sadece her zaman kuram merkezli düşünen Almanlar, düşündükleriyle yaptıklarını, nihayet sermayenin yoğunlaşması yasasını tarıma uygulamamaya karar verdikleri 1927’ye kadar bağdaştıramadılar (Hunt, 1970).
Almanlar “müttefikler”in –işçiler dışındaki bazı grupların– oyları için bir kez yarışmaya karar verdiklerinde, sosyalistler artık nüfusun muazzam bir çoğunluğuna yüzlerini çevirdiler. Ve nihayet hiçbir parti bu muazzam çoğunluğun oylarını kazanamadı. Sosyalist partiler, en başarılı oldukları yerlerde oyların yüzde 50’si almaya çok yaklaştılar. Dahası bütün işçilerin –klasik söyleyişle proletaryanın– oylarını elde etmekte de başarılı olamadılar. (Proletarya kavramının tarihi için Bkz. Sombart, 1909; Furet, 1963;). Çeşitli ülkelerde işçilerin yaklaşık üçte biri oylarını sosyalist partilere kullanmadı; bazılarında işçilerin yarısı burjuva partilerine oy verdi. Sosyalist partiler işçilerin sınıf partisi olduklarında azınlıkta kalmaya yazgılı gibi görünüyorlardı ve kitlelerin partisi olmayı umarken azınlığa düştüler. Bir çıkmaz içindeydiler.
Bu partilerin deneyimleri çeşitlilik içerir. Göreli standartlara göre, örneğin İsveç Sosyal Demokratları kendi tarihlerinin büyük kısmında seçimlerde oldukça başarılı oldular, ancak örneğin Hollanda İşçi Partisi daha az başarılıydı. Ancak görece standartlara başvurulduğunda, aynı zamanda sıklıkla mutlak standartlar da unutulabilir; ortak kader bir açıklamaya muhtaç değilmişçesine ileri de gidilebilir. Ve nihayet mesele, hangi farklı tarihlerin tarihimizden miras kalan ihtimallerin sınırlarını açıklığa kavuşturacak biçimde bir ortaklığa sahip olduğu meselesidir. Bu partinin neden diğerlerinden daha başarılı olduğunu sormadan önce, kendi hayalleri ve tasarılarının kantarına vurulduğunda hiçbirinin başarılı olmadığı ve hiçbirinin kendi kuruluşlarının hakiki amaçlarını hayata geçiremedikleri gerçeğinin farkına varabilecek miyiz?
[Adam Przeworski’nin Capitalism and Social Democracy (Kapitalizm ve Sosyal Demokrasi) kitabının Giriş bölümünden Süreyya Özgör tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.