Charles Lamb birçok imtina ile birlikte dünyayı dolaştı, ancak bir tek şeyden imtina etmedi; dinmeyen akılsızlığın masumiyetinden
Charles Lamb birçok imtina ile birlikte dünyayı dolaştı, ancak bir tek şeyden imtina etmedi; dinmeyen akılsızlığın masumiyetinden! Bu ona, yaşamın Simple Simon’larına, içimizdeki en kıt akıllara bile parlaklık katan yüce gönüllü anlayışlılığın Rabelaisci dokunuşunu verdi. Dünyayı tuhaf çekingenliklerle ve büyük cesur adımlar atmaksızın dolaştı. Dar yolları boyunca aylak aylak dolaştı. Pazar yerlerinde amaçsızca sürüklendi. Sirklerinde kalabalıkla birlikte oturdu. Kiliselerinin dışında oyalandı. Mezar yerlerinde “çömleğindeki balı” yedi. Asabi ve garip, dik başlı ve keyfe keder bir şekilde yolunda giderken, şans eseri bu borda fenerleri ve imalara, bu söylenti ve fısıltılara, ifade edilmemiş o sözcüğe tüm yasa ve peygamberlerden daha fazla yaklaşan kumun, tozun ve suyun üstüne çizilmiş figürlere rastladı
Charles Lamb İngiliz edebiyatında ilginç ve kıskanılacak bir yer tutmaktadır. Belki de sahip olduğumuz, en fazla tanınan ve hakkında konuşulan, ancak bir o kadar da az anlaşılmış olan yazardır. Onun mizacı, yaşarken anlaşılmazlığı yaratmaktı ve hâlâ da bunu yapıyor. Her bakımdan emsalsiz neslin bir klasiği olarak tanınmaktadır. Charles Lamb’in hayranları arasında, Thackeray’ı dışarıda tutarak söylersek, diğer büyük sanatçılarınkinden daha az ilginç insanlar bulunmaktadır. Aldığı eğitimde, Shakespeare dışında, herkesten çok akademik çevreden insanların katkısı vardır. Daha acısı, yaşını başını almış ve detaylara önem veren insanlar diğer ölmüş yazarlardan çok onu sevdiklerini dile getirirler.
Bu insanların hepsi de Lamb’i okurlar, Lamb hakkında konuşurlar, ondan alıntı yaparlar, ancak onu tavsiye etmezler: Atalarımızın dediği gibi, gerçek Elia tarzının “lezzeti” yoktur.
Fakat bu durumun büyük esprisi burada son bulmaz. Baştan savma City Clerk “iyi insanları” kandırmayı başarmakla kalmamış, “günahkâr olanlar”ı da aldatmıştır. Tanıdığım çevrede Aubrey Beardsley’den hoşlanan, Oscar Wilde’a bayılan ve bazen Remy de Gourmont’a da göz atan alımlı insanların yarım düzineden fazlası Charles Lamb’i “okuyamazlar”. Onları kandırmayı, onlara sahip olduğundan çok farklı özellikler taşıdığını düşündürmeyi başarmıştır. Arkadaşlarına her gün kendisini daha “resmî” ve daha “faziletli” hissettiğini söylerdi. Hatta bir kilise görevlisi ya da memuru olduğuna dair yemin etti. “Kapalı bahçelerdeki” arkadaşlarımız hâlâ onun bir kilise görevlisi olduğuna inanmaktadır. Ancak o, düşündüklerinden daha önemli bir kilise görevlisidir. Aslına bakarsak, Elia’nın “arkadaş çevresinde” bazı aşırı derecede cüretkâr ve modern ruhlar vardı; ahlak kuralları dışında davranmada –ben ibadetimi samimi olarak yapıyorum– benim arkadaşlarımdan daha ileri gitmiş ruhlar. Ve bu rezil insanlar ona tapıyorlardı. Lamb, kendi payına, onları sevmesi gerektiğinden daha çok sevmiş görünüyordu.
Charles Lamb’in edebi yazgısı aslında oldukça çarpıcı ve ilginçtir. Şakacı piskoposlar, kurnazca eğlenen taşra papazları, anekdota “eğilimli” kilise papazları ve Rum punçuna zafiyeti olan bilgili rahipler, hepsi de garip bir biçimde onun kendi soylarından geldiğini söylerler. Esasında onlarla –yanlış izlenimler vermek dışında!– hiçbir ortak yönü yoktur. Belli asil ve eski moda hanımların –örneğin, birilerinin büyük-teyzeleri– kendisine olan düşkünlüğüne bağlı olarak hakkında daha fazla şey söylenebileceğini düşünmekteyim. İleri derecede incelmiş, hassas bir nitelik; içeriğinde gerçekten ironik olan bir tutam tuz barındıran ve aramızdaki kalın derili duyumcuların kolaylıkla kaçırabilecekleri bir nitelik mevcuttur.
Esasında, duygusuz bir mağara adamı gibi dünyadaki en güzel estetik etkilere doğru ilerlerken “yoğun bir mücevher ışıltısıyla yanmak” üzerine konuşmak hepimiz için uygundur. Tüm insan tiplerinin en nadir ve en zevkli güldürüsünü, sivri dilli büyük-teyzeyi takdir etmemek bayağı bir aptallıktan daha azını yapmamak demektir.
Ancak Charles Lamb, bizim Goldsmith’lerden, Cowper’lardan, Austen’lardan ve onların modern temsilcilerinden çok daha farklı birisidir. Bir büyük teyzede takdir edilecek eski bir ironiden farklı bir şeye ihtiyacı vardır. “Shakespeareciliğe” çok yakın bir hayal gücüne, Flaubert’in ya da Anatole France’ın muhtemelen gurur duyacağı güzel bir tarza yönelik tutkuya ihtiyacı vardır.
Dolayısıyla bu noktada elimizde, yaşamı boyunca yaptığı gibi şimdi de insanları aldatan, yaşlı ve kurnaz Elia ile birlikte, hem tanrısal hem de tanrısal olmayan bir muamma bulunmaktadır. Walpurgis Gecesi “He-Apes”i ile Elia’ya dilini çıkartmış olan büyük Goethe’nin, bu iflah olmazın bazı fantastik dokundurmalarını en ufak bir keyif almadan okuduğunu öğreniyoruz. Hin bir flütçünün garip maskesinin altında ne sakladığının –büyük tanrısal– farkına vardı mı? Aklında canlandırmaktan hoşlandığı “Bir Yahudi, Soylu ve Melek arasındaki bir şey”e benziyordu; ve itiraf etmeli ki kelimenin en incelikli anlamlarıyla o bir centilmendi.
Lamb “yazılarını”, ofisinden ayrıldığı ve çalışmadığı zaman dilimlerinde yazıyordu. Bir defa ofisteki işlerin gerekliliğinden tamamıyla kurtulduğunda yazıları büyüsünü yitirdi. Dehası, kaçınılmaz ölçüde tesirli, alışılmışın dışında nefis bir karakterdeydi. Lamb’in kendisinden sonra, belki de, kendisiyle kıyaslanamayacak konumdaki İngiliz nesrinin en büyük ustası Pater’ın, ona duyduğu takdiri ifade etme gereği duymasını kimse yeterince tatminkâr bulamamıştır. Pater, Lamb’in erken dönemlerini karanlıkta bırakan, onu bütünüyle asla bırakmayan ve Sofokles tragedyasını aşan bu eser hakkında konuşurken, genelde olduğu gibi, şaşmaz bir yetenekle hedefi tutturur. Elia’nın “küçük şeylere” yönelik tutkusuna böylesi keskinlik ve cazibe katan, elbette, bu daima bir uçurumun kıyısında yaşıyor olma duygusudur. –Güneş’i ve Ay’ı gibi– büyük şeyler onun için Kan’a dönüşürken, o belki de “küçük şeylere” eğilebilir! Fakat Pater’ın ortaya koyduğu gibi, burada tamamıyla “Felsefe” vardır; çoğu kimsenin düşündüğünden daha fazla Felsefe. Maalesef manevi yönü ağır basan Coleridge ve maddi yönü ağır basan Thackeray kopyalamak için Lamb’in “azizliğini” seçmiş olmalıydılar. Hiçbir şey onu kendisine yönelik böylesi bir tavırdan daha fazla öfkelendirmemiştir. Öfkelenmekte haklıydı da. Bu iyi adamların çok fazla gösterdiği “cömertliği”, “nezaketi”, tüm yaşamının Felsefesinin yegâne yansımasıydı. Lamb, yaşamı süresince, kuvvetle muhtemel diğer birçok “aziz” gibi, büyük bir Epiküryen felsefecisiydi. Onda Carlyle’i kızdıran taraflar; zehirlenme nöbetleri, yanardöner hınzır taşkınlıkları, cinsel sapkınlığı ve ironisi, bekârlığı ve kız kardeşiyle olan ilişkisiyle birlikte düşünüldüğünde bütün bir şemanın büyük kısmını oluşturuyordu.
Lamb’den öğrenilebilecek olan bilge ve anlaşılması oldukça zor bir “yaşama yolu”ndan daha azı değildir; birçok ölçüyü aşan tecrübenin arasında garip bir biçimde şanslı bulunacak olan bir yol.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Lamb planlı bir şekilde “basmakalıp olanı dönüştürme” sanatını işler. Değiştirilemeyeceğini iddia etmek –hepimizin mustarip olduğu– bu unsurun varlığını inkâr etmek olduğundan mantık dışıdır. Değiştirilebilir. Bu nadir türdeki dehanın yaptığı açıkça budur. Bu, elbette bir mucizedir, ancak sanatta her şey bir mucizedir.
Doğa ayrım gözetmeksizin çeşit çeşit ürünlerini başından savar ve eğer böylesi bir “evrenselcilik” için doğduysanız belki de olanları tümüyle sineye çekeceksiniz. İşe dört elle sarılırken böyle açık sözlü bir tutuma sahip olmanın tehlikesi, kişinin eleştirelliğini köreltmesidir. Her şeyi olduğu gibi sineye çekerseniz çok az keyif alırsınız. Ancak Charles Lamb “eleştirmen” değilse, bir Epikür değilse hiçbir şeydir ve onun “basmakalıbın” üstesinden gelmek yönündeki tutumu birinin beğenisinin sınırını körleştirmekten ziyade keskinleştirir.
Öyleyse nedir bu tutum? Hıristiyanlık ve Paganizmin belirsiz bir karışımından daha azı değildir. Carlyle’in “hainlerinden” bir diğeri olan Heine aynı senteze ulaşır. Elia’yı, tüm zayıflığıyla birlikte, gerçekten büyük bir adam yapan da bu ruhsal –bu kez dinî ve estetik– başarıdır. Onu himaye eden Wordsworth’lar ve Coleridge’ler her iki geleneğe de dâhil olamayacak kadar fazla kendine düşkün ve bireycilerdi.
Wordsworth Hıristiyan ya da Pagan değildi; o bir ahlak felsefecisiydi. Elia ritüelin –ritüeldeki doğallığın– yaşamdaki önemini anlayan bir sanatçıydı.
Bir düşünür ya da alelade bir insan için birinin aşklarında ve nefretlerinde doğal olması ne kadar zor! Kaç sıkı otoriter Filistinli kalben Bohem olduklarını dünyanın bilmesine asla gerçekten izin vermiyor! Ve modern “sanatçı hislerimizin” ne kadarı tamamıyla yapmacıktır! Elia, her ne olursa olsun, sebepsizce, günahkârca, tuhaf bir şekilde doğaldı.
O hiçbir zaman dinî duygularını ve batıl inançlarını gizlemedi. Aşırılıklarını, garipliklerini, düşkünlüklerini, kötü alışkanlıklarını ve tutku dolu inancının heyecanını duyduğu zaman coşkusunu asla saklamadı. Kendisini imanın dışına iten şüphesinin heyecanını hissettiği zaman, bunu da asla saklamadı.
Hayatın sunduğu küçük zevkleri göründükleri gibi kabul etti. Ortaya çıkan “ekolleri” en cazip biçimde göstermekten çekinmedi. Eğer bir Filistinlinin duygularına sahip olduysa, utanma duymaksızın onlara boyun eğdi. Eğer anlaşılması güç ve “sanatçı” duyguları olduysa, bunlara da aynı şekilde boyun eğdi. Alelade olmaktan korkmayan az sayıdaki önemli insanlardan biri olduğu için, diğerleri içinde en orijinali odur. “Oturup düşünemem” der, “Kitaplar benim için düşünür”. Pekâlâ, ölmüş yazarlardan hiçbirinin daha önce yapmaya cesaret edemediği üzere büyük şairlerin kitaplarını kendisine hizmet etmeye zorladığı için kitaplar “onun için düşündü”. Bunu yaparken orijinalliğinden hiçbir şey kaybetmemeyi başardı, zira o kullandığı şairler kadar orijinaldi. Özellikle belirtmemiz gerekir ki, Pater’ın işaret ettiği gibi, “şairler”in Lamb’in rakiplerini bütünüyle hayali dehasında bulmaları için, nesir kaleme alanlardan oluşan grubu bir kenara bırakmalıyız. Nüktedan papazlar ve Elia’yı anladığını ileri süren bilgili eğitmenler “Cadılar” (Witches) adlı yazıya ya da “Bir Çocuk-melek” (A Child-angel) adlı yazıya hiç şöyle bir bakarlar mı? Burada çok farklı bir çerçevede yazılmış şeyler mevcuttur. “Rüya-çocuklar”daki (Dream-children) kesin cümlelerin de doğal bir insanın soluğunu kesen bir güzelliği vardır. “Anonim baladlar” gibi korkunç ve arzulu olan uzak romansın dokunuşları, cömert ruhların sevdiği gibi, Rabelais tarzı mizahın işaretlerini izler. Elia’nın tarzı İngiliz nesrinde kesinlikle mükemmel olan tek şeydir. Lamb’in zengin, değişken, inatçı ve kalıcı tarzının izlediği yol üzerinden kıyaslamaya gidildiğinde, Pater’ın tarzı kusursuz, ölçülü ve aşırı derecede vakur, Wilde fantastik ve aşırı derecede kışkırtıcı, Ruskin tahammül edilemez boyutta retoriktir.
Başka hangi nesir tarzına Shakespeare’in “küçük dokunuşları” yerleştirilebilir, ya da korkutucu bir bağdaşmazlık duygusu yaratmaksızın Milton’ın betimlemelerindeki aşırı melankoli sürdürülebilir? O, her ikisinden de ya da farklı herhangi eski bir üstattan da alıntı yapabilir ve “ters çevrilmiş virgüller” kullanılmadıysa biz bu ilavenin farkında olmamalıyız.
Elia en basit şeyi bile, bir bulaşıkçı önlüğü üzerindeki yoğun yağ lekelerini ortadan kaldıran dönüşüme, değişime, bir katman farklılığına, canlılığa, süslemeye uğratmadan, dile getiremez!
Dünyada böyle bir tarzın örneği yoktur. Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, Rusya’nın bir Charles Lamb’i yoktur. Onların Flaubert’leri ve A’Annunzio’ları farklı bir soya mensuptur. Turgenyev bile, sırf “kendi hikâyesiyle uyuştuğu” için bunu açık seçik bir şekilde yapamaz.
Her bir “yazı” ve “mektupların” çoğu tekrar tekrar okunabilir ve ahenkleri, yaşayan insanların özellikleri olsalardı, birbiriyle sevişirlerdi. Nitekim yaşamaktadırlar. Aramızdan bazıları için çıldırtıcı olan Japon yazıları kadar, ya da Leonardo’nun çizimleri kadar canlıdırlar. Ayrıca coşkulu modern bir argo ve kirlenmemiş “hayali bir iddia” kullanmak için “saf bir çizgi”de dururlar.
“Estetlerimizin”; Mısırlı dansçıların ve Babil maskelerinin âşıklarının yaptığı hata, Lamb’in öznelerinin basitliğinin onu türüne az rastlanır bir etki bırakmaktan alıkoyduğunu düşünmeleridir. Ah! Ne kadar da az bilgiye sahipler! O, çocukların istekliliğini, hayatta olmayan komedyenlerin tuhaf ve hoş jestlerini, kurtların yediği eski kâğıtlara dair fantezileri, etrafı kapalı bir çimenliğin üzerindeki güneş saatlerinin gölgelerini, “aşkın asla bilinemeyeceğini” söyleyen kalp kıran bahaneleri alabilir ve bunlardan, Ophelia’nın şarkıları kadar acıklı ve güzel bir müzik oluşturabilir. Çağımızın hararetli sanat acemilerinde bulunan, gerçek şiirsel bir duyuştan uzak tuhaf bir bulgu, Elia’daki bu özellikleri kaçırmaları gerekliliğidir. Tanıdık yüzlerin ve eski, sönük ve değersiz şeylerin zaman zaman aşındırdığı uzak aya benzer güzelliği hiç hissedip hissetmedikleri merak konusudur. Anlaşılan hissetmemişlerdir. Dörtler erki Herod gibi, onların “ağlayışı yağmuru çağıran tavus kuşları ve onların açılınca Ay’ı yeryüzüne indiren kuyrukları;” ya da “buz gibi soğuk bir alevde yanan panzehir taşları”, akikleri ile Tyre’nin amberleri ve duvar kilimleri olmalıdır. “Düşünceler için uygun olan” hercai menekşeler onlara dokunmaz, sokak şarkıcılarının sesleri onlara vız gelir.
Bu açıkçası, “mücevher ışıltısı”nın heyecanı daha fazla taşınamadığı zaman düpedüz gösterişliliğe ve kabalığa yönelten “Syracuse’dan gelen işlenmiş akik taşını” parmaklarının arasında daima taşıması gereken söz konusu insanlardaki doğal bir mizaç yoksunluğudur. Çok iyi bilinmektedir ki, bu eda, “kırsaldaki anlatılmaz yalnızlıklar” ve “caddelerin çekici güvenliği”nin kendisi için sadece usanç ve kasvet uyandırdığı isteksiz bir çapkının edasına benzer.
Onları böylesi bir ıstıraba sürükleyen kendi anlaşılmazlıkları değildir; ıstıraptan yoksun olmalarıdır. Ne? Zavallı ölümlü insanların dünya kadar eski dokunaklı oyunları, akıl dışılıkları ve ölçüsüzlükleriyle birlikte, gülünç ihtiyatları ve fantastik itirafları, ilerlemeleri ve gerilemeleri, yardımcı olacak kadar ilginç değil mi? Yeterince yardımcı olur; dahi onu eline aldığı zaman yeterince iyi hizmet eder. Belki, tüm bunlardan sonra, eksik olan budur.
Charles Lamb birçok imtina ile birlikte dünyayı dolaştı, ancak bir tek şeyden imtina etmedi; dinmeyen akılsızlığın masumiyetinden! Bu ona, yaşamın Simple Simon’larına, içimizdeki en kıt akıllara bile parlaklık katan yüce gönüllü anlayışlılığın Rabelaisci dokunuşunu verdi. Dünyayı tuhaf çekingenliklerle ve büyük cesur adımlar atmaksızın dolaştı. Dar yolları boyunca aylak aylak dolaştı. Pazar yerlerinde amaçsızca sürüklendi. Sirklerinde kalabalıkla birlikte oturdu. Kiliselerinin dışında oyalandı. Mezar yerlerinde “çömleğindeki balı” yedi. Asabi ve garip, dik başlı ve keyfe keder bir şekilde yolunda giderken, şans eseri bu borda fenerleri ve imalara, bu söylenti ve fısıltılara, ifade edilmemiş o sözcüğe tüm yasa ve peygamberlerden daha fazla yaklaşan kumun, tozun ve suyun üstüne çizilmiş figürlere rastladı.
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının altıncı bölümüdür.
[Naim Atabay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.