Evet, Ahmet Hakan, “niye muhatap alıyorsun demeyin” filan diye hedef gösterdiğin Barış Atay bir “kültür işçisidir”, sense faşizmin çöplüklerinde yok olacak bir parazitsin!
“Onlar için her adım rövanşist,
her hamle intikam hissiyle yapılır çünkü.
Kendi aralarında ise her şey bir gün helalleşme ile kapatılır,
kol kırılır yen içinde kalır.”
Barış Atay
Berlin’in Potsdamer Caddesi’nde [Deutsche Kinemathek adlı] bir film müzesi vardır. Gezinti hattında kronolojik sırayla sergilenen materyallerin içerisinde yürürken Nazi dönemi yapıtlarının olduğu bölüme geldiğinizde, bu dönemin filmlerinin çekmecelerin içine gizlenerek sergilendiğini görürsünüz. Bu sayede müzeyi dolaşan ziyaretçiler faşist kültürel üretimlere istem dışı olarak maruz bırakılmazlar. Yalnızca bu barbarlık ürünleriyle ilgilenenler o çekmeceleri açıp bakar. Bunun nedeni bir müstehcenlik anlayışıdır, zira Nazi döneminin şoven tahayyülleriyle üretilip de artık utanç duyulan yapıtlarının Alman kültür tarihinde açtığı derin tinsel yaranın izleridir o filmler. İnkâr edilmeseler de bu yüzden, benimsenmezler.
Son yıllarda Türkiye’de saray mutfağından ziftlenen yandaşların, gazetecilerin, sanatçıların filan halini düşününce, pek muteber bir emsal haline geliyor o film müzesi. Düşünüyorum; bugünlerden “kültür” diye ne kalacak geriye? Kültür Bakanlığı’ndan alınan fonlarla bir haftada çekilen savaş filmleri mi? Yavuz Bingöl gibilerin Cumhurbaşkanı danışmanlarının yazdığı sözleri okuyarak söyledikleri türküler mi? Yoksa direnenlerin ağır bedellere ve engellemelere rağmen ürettikleri malum kültürel muhteva mı? Barış Atay’ın yasaklı oyunu Sadece Diktatör gibi mesela…
Bilindiği üzere Barış Atay bugünlerde pek çok “yandaş” tarafından hedef gösterildi. Nedeni Muharrem İnce’nin ortaya atmış olduğu malum “devr-i sabık” gündemine ilişkin sosyal medyada paylaştığı iletiydi: “Hepiniz ağlayarak özür dileyeceksiniz” diyordu Barış, “o gün geldiğinde; affedeni, acıyanı, yargılamaktan vazgeçeni de unutmayacağız!”
Politik tavırları ve eylemliliği nedeniyle biteviye yandaş medya tarafından hedef tahtasına konulan, havadan sudan iddianamelerle defalarca gözaltına alınan, adli cezalara çarptırılan, iktidar eliyle oyun gösterimleri yasaklanan bir tiyatrocunun başkaldırısıydı söz konusu olan. Bugünlerde azıcık da olsa ihtimal dâhilinde görülebilen muhtemel bir “erk dönümünün” peşinatına, zarfın içinde gizlenerek sunulan “Erdoğan ve yandaşları yargılanmayacak” teminatına karşı bir meydan okumaydı: “Çünkü suçun karşılığı özür değil yargılanmaktır. Yargılanacaklar!”
“Devr-i sabık” Türkiye siyasi hayatında 1950’lerden bu yana, önceki iktidar erkânının ipliğini pazara çıkarmaya, yarattığı sorunlardan sorumlu tutulmasına ve dahi işlediği suçların hesabını vermesine gönderme yapan bir terim olarak kullanılmış. Son dönemlerde “rövanşizm” denilen bir garip terimle daha birlikte anılıyor sıklıkla. İntikamcılıkla, husumetle ilişkilendirilerek ayıplanıyor, siyasi geleneklere pek yakıştırılamıyor. “Devr-i sabık yaratmamak”, kin gütmemek, huzur ortamını kurmak gerektiği salık veriliyor. Aslında bizim siyasi terminolojinin keşmekeşliğinde anlaşılamayan bu evhamın sosyal bilimlerde basit bir kavramsal karşılığı var; “tinin yatıştırılması” deniyor buna. Diktatörlüklerin iktidarı devretmesi için gerekli olan bir önkoşul olarak beliriyor tarihte, onların işledikleri suçların “unutulması” karşılığında sır saklayan bir geçmişi silme işlemi olarak cereyan ediyor. Franco sonrası İspanya’da yahut uzun müddet askeri cuntalar tarafından yönetilen Latin Amerika ülkelerinde böyle oluyor mesela. Çünkü diktatörler ortalama bir burjuva “demokratik” geçiş sürecini ilga edebilecek, iktidarı devretmeyecek güce de sahipler. Bugün Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın sahip olduğu gibi. Bu nedenle böyle olası geçiş dönemlerinde iktidara talip olanlar, diktatörlere birtakım teminatlar veriyor. Bu minvalde “huzur ortamının sağlanması” demek, bir taraftan da hafızanın baltalaması, yapılan zulmün unutturulması, zalimlerin ise işledikleri suçlardan sorumlu tutulmaması demek oluyor. İşte Barış’ın dediği gibi “unutanı, yargılamaktan vazgeçeni de unutmamak” önemli tam da bu yüzden…
Buna karşın Barış Atay’ı hedef gösterenler, yani “Ahmet Hakangiller” tam bu “unutuştan” kendilerine varlık olanağı sağlayan, “her devrin adamı” olmayı başaran, iktidara ve hatta müstakbel iktidar(lar)a kendilerini ispat etmek için sırf, bize/Barışgillere her fırsatta saldırarak “statüko içi” pozisyonlarını egemenlere bildirme telaşına düşüyor böyle dönemlerde. Zira dikkat edilirse Ahmet Hakan’ın çağrısı sadece mevcut iktidara değil, Muharrem İnce’ye ve Meral Akşener’e de yönelik. “Haddini bildirin” diyor. Gelgelelim Barış’ın desteklediği adaya, Selahattin Demirtaş’a bir çağrısı yok. Kimi kime şikâyet ediyor acaba? Çünkü bugün alıkonulan Barış’ın farkında olduğu ve herkese hatırlattığı bir gerçek var; bu ülkede “siz” varsınız ve bir de “biz” varız…
Peki, bizim, özellikle de sosyalistlerin, böylesi erk dönümlerindeki pozisyonu ne? Hatırlasanıza! Sizin “devr-i sabık” dediğiniz dönemler, bizim nezdimizde bir devri daim olmadı mı zaten hep? Daha Cumhuriyet kurulurken bizi, Mustafa Suphi’yi öldürerek başladınız; tek parti döneminde mahpuslarda olanlar yine bizimkilerdi; Demokrat Parti iktidarında vatandaşlıktan çıkarılan Nazım’dı; utanmadan “sol darbe” filan diye andığınız 27 Mayıs’ta bile yine sosyalistlere operasyonlar yapıldı, uçan generaller filan 72 muhtırasını verdikten sonra darağacına çekilen bizim üç fidanımızdı; 80 darbesiyle işimizi bitirdiğinizi sandınız, başaramadınız; 28 Şubat’ta hala hapishanelerdeydik, Özal’ından Çiller’ine, Ecevit’inden Erdoğan’ına kadar her iktidar döneminde yapılan tüm operasyonların ilk hedefi de yine biz olduk! Biz, sosyalistler, biz hiç iktidar olmadık, ama her devrin sabıkları sayıldık. Her erk dönümünün ardından iktidarını tesis eden hizipler önce bize saldırdılar. 70’lerde seçimi kazanan Ecevit’in ilk açıklaması, kenar mahallelerde destek gördüğü bir kısım sosyalist için söylediği “şimdi sırtımızdaki kenelerden kurtulmamız lazım” sözleri değil miydi? Kim iktidara gelirse gelsin haksızlığa karşı çıkan hep biz olduk. Hep yok etmeye çalıştılar ama biz ağır saldırılar altında bile hep var olduk. Üstelik onurumuzdan feragat etmeksizin… Bu nedenle bizim, sosyalistlerin, böylesi erk dönümlerinden bir beklentisi olduğunu sananlar yanılırlar. Barış’ın adalet çığırışı da hesabı “bizim” soracağımız vurgusunu içeriyor bu nedenle!
Egemenlere meydan okuyan Barış Atay’ın yandaş medya tarafından “halka hakaret etti” safsatalarıyla hedef gösterilmesinin nedeni, yüzyıldır atılan bunca iftiraya rağmen hala tam da halkın bağrında bulunan bu döşeğimizi pisleme çabasından gayrısı değildir işte. Çünkü “bizim” herhangi bir iktidara değil halka güvendiğimizi en iyi bilenler korkunun yardakçılarıdır. Barış’ın tabiriyle “Ahmet Hakangillerdir”.
Evet, Ahmet Hakan, “niye muhatap alıyorsun demeyin” filan diye hedef gösterdiğin Barış Atay bir “kültür işçisidir”, sense faşizmin çöplüklerinde yok olacak bir parazitsin! O bu ülke için bir değerdir, sense telefonda duyduklarını tekrarlayan bir papağansın. O bir direnişçidir, sen ihbarcısın. O bir sosyalisttir, sen… artık her neysen…
Evet, her devrin sabıkalılarıyız ama bu ülkede “biz” varız ve “siz” bu ülkeyi tüketirken “biz” onu hep üretiyoruz, siz yayarken biz yazıyoruz, “siz” zulme ortak olurken “biz” direniyoruz, siz saray mutfağından ziftlenip halkı umursamazken, biz ağır saldırılar altında bile kültür üreticiliğine devam ediyoruz. Bu yüzden eminiz; “siz de yargılanacaksınız!”
Tek adamın karşısında cüppesini iliklemeye çalışan hâkimlerin, savaş tamtamlarıyla dansöz oynatan sanatçıların, yandaş medyanın ve silahlı akademisyenlerin ülkesinde, badem bıyıklı bürokratların, mahalle aralarına kadar sızmış “suç ortaklığı” silsilesinin, salahiyet bilmez kolluk kuvvetlerinin, mafyanın ve tarikatların ülkesinde, tek adam tapıncıyla örgütlenmiş yobazlığın iktidarında, bugün bu argümanı tahayyül etmek dahi zor olsa da; şimdilerde rant hesapları ve günü kurtarma telaşesiyle iktidarın eteklerine sarılarak yozlaşan kim varsa, bugün “bu suça ortak olan” kim varsa onun cezasını başka bir iktidar filan değil, fakat bizzat kültürün ta kendisi verecektir. Tarihi istediğiniz kadar baştan yazın. Kültür kendini resmedecektir. Kolektif temayül hangi dönem hangi yöne meylederse meyletsin, eninde sonunda o şoven sabun köpüğü uçar gider ama hakiki anlamda “kültürel” olan -yok edilse bile- nesillere kendi tortusunu aktarmayı başarır çünkü. “Değiştikçe aynı kalan, aynı kaldıkça da değişen” kültürün yapısal-tarihsel akışının ilmi sonucudur bu; kendisinde tıkanmalara ve böyle derin yaralar açanlara verdiği cezadır.
Bu yüzden tam da kültürdür sizin hesabınızı kesecek olan. Belki bir yolunu bulup yargılanmazsınız ama biliyorsunuz, hepimiz öleceğiz, kemiklerimiz bile kalmayacak ama bizim/Barış Atay’ın hikâyesi anlatılacak, oyunları oynanmaya devam edecek. Fakat siz/Ahmet Hakan, siz diğer tüm faşist işbirlikçilerinizle birlikte kültür tarihinde hak ettiğiniz yeri bulacaksınız. Siz tüm suçlarınızla birlikte bir çekmecenin içinde sergileneceksiniz. Bu yüzden çığırıyorum ben de: “Bu ülkeye ve insanına yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz!”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.