O bir hayalci olduğu kadar dahi bir filozoftur da. Yoksa o ciddiye alınması gereken tek filozof-gençliğin hayallerini yaratan filozof türüdür mü demeliyiz?
Shelley huzurumuzu bozar. Kayıp bir çocuğun ağlayışı gibi, zavallı rahatımızın barındırdığı sterilliğin ötesine geçer. Kapıyı çalar. Kapalı panjurları tıkırdatır. Yağmurla birlikte çatıya vurur. Bunun nedeni kısmen Shelley’in, elementlerin yalnızlığına diğer herhangi bir şairden daha fazla girmesi ve kalbini rüzgâra ve ruhunu dışarlıklı karanlığa vermesidir. Diğer şairler bu şeyleri “tarif” edebilirler, ama Shelley onların oldukları şey “haline” gelir
Büyük şairleri okumakta zorlanmamızın nedenlerinden biri bizi zora sokan güzellikleriyle kederlendirmeleridir. Bizi kederlendirirler – ve bizi utanca sürüklerler! Bizi gençlik günlerimizi hatırlamaya zorlarlar; ve bu da bizim kaldırabileceğimizden çok daha fazlasıdır! Ne anılar! Ah tanrılar, ne anılar!
Ve bu durum, herkesten çok Persey Bysshe Shelley için geçerlidir. Dizeleri, onlara geri döndüğümüzde, tam da İlkbaharın, buz tutmuş yaşımızın İlkbaharının “parfümüne ve basitliğine” sahipmiş gibi görünürler. Tatlılıklarında bir dokunaklılık ve ıstırap vardır; fazla değerli şeylerin tatlılığı; güzellikleri sızı ve acı bir kayıp duygusu getiren şeylerin tatlılığı. Bu ölü menekşelerin, söküldükleri toprağın anısıyla, aniden ortaya çıkışıdır. Bu geniş suların üzerindeki – ve daha da geniş yılların üzerindeki müziğin izidir.
Bu dizeler daima gerçek anlamlarını aşan bir şeyler taşıdılar. Bunlar daima, biraz, dünyevi sözcüklerin üzerlerine yerleştirildiği, gezegensel melodiler gibiydiler. Ve şimdi bizi, sadece sözcüklerin ötesine değil, düşüncenin de ötesine taşıyorlar – “Ebediyetin yaptığı gibi”. Shelley’in şiirinde, aslında, insanın uzun süre kaldıramayacağı, “yaşa”yamayacağı bir hüzün vardır.
Huzurumuzu bozar. Kayıp bir çocuğun ağlayışı gibi, zavallı rahatımızın barındırdığı sterilliğin ötesine geçer. Kapıyı çalar. Kapalı panjurları tıkırdatır. Yağmurla birlikte çatıya vurur. Bunun nedeni kısmen Shelley’in, elementlerin yalnızlığına diğer herhangi bir şairden daha fazla girmesi ve kalbini rüzgâra ve ruhunu dışarlıklı karanlığa vermesidir. Diğer şairler bu şeyleri “tarif” edebilirler, ama Shelley onların oldukları şey “haline” gelir. Onu dinlerken, onları dinleriz. Ve onları dinlemeye kim katlanabilir ki? Kim, “müteaddit suların” kederini, soğukkanlılıkla karşılayabilir ki? Kim, “kendileri de öylesine yaşlı” olan cennetler, kendi gizemlerinin yüküyle eğilip bükülürken buna katlanabilir ki?
Yazdığın şeyi “tarif” etmeyip, onun hayatını, ya da hayatın içindeki ölümünü paylaşmak, bu sahici şiirsel tarzdır. Bize hissettirdiği, ölü yaprakların arasından ileri fırlayan, o ilk beyaz menekşelerin “ok gibi kokuları”, bunlar bizi tarif edilmelerinin sanatıyla hoşnut halde bırakıp giderler mi? Bizi güzel esanslarıyla kışkırtırlar. Bizi paylaşmak zorunda olduğumuz bir ölümlülükle zora sokarlar. Yeni doğmuş bulutun “yağmur inlerinden” geçip gidişi – onu yalnızca, retorik ifadeye tabi biçimde izlemeyiz; onun ve kendimizin, hayal edilmemiş havasal uzaylardaki “abidesine” gülerek, onunla birlikte ileriye doğru dönüp dururuz. İnsan Shelley’nin etkisi altında bütün bunları ve daha da fazlasını hisseder – ama heyhat! İnsan bunu hisseder hissetmez, eski sinik, gerçekçi ruh hali, “sis kadar ağır”, yeniden iner ve kendimizin, bu bölgelerde yakalanmış olan zavallı, cezalandırılmış, çatallanmış hayvanların vizyonu, pantomimik bir farstan ibaretmiş gibi görünür; ve utanmış ve giyinmiş bir halde ve “doğru bir ruh haliyle” uyanırız!
Kimi şairlerde, örneğin, Milton ve Matthew Arnold’da, daima, kahramanca jeste ya da sihirli dokunuşa eşlik eden, zavallı normal insanlığımıza yapılan bir tür zımni alt-gönderme mevcuttur. Diğerlerinde, örneğin, örneğin Tennyson ya da Browning’te, insan, çoğunlukla, şiirsel maskenin arkasında – bir dalın üzerindeki büyük, öz-bilinçli alacalı ünlü ardıç kuşu gibi kendi etik manisini “şakıyan”, değerli Viktoryen Kişi’nin biraz saçma biçimde farkına varır.
Ama Shelley’de her şey unutulur. O otantik öfke, ilahi çılgınlıktır; ve biz kendimizden geçeriz ve “zengin ve tuhaf bir şey doğrultusundaki bir deniz-değişiminin ıstırabını” çekeriz. Belki “zengin” bir şeyden ziyade, “tuhaf” bir şey doğrultusundaki; çünkü Shelley’in mizacı, tıpkı Corot’unki gibi, onu Doğa’nın örgüsünün daha parlak tehditlerini bastırmaya yöneltir; onu her şeyi incecik beyaz ışıkta; imkânsız bir şafağın ışığında çözündürmeye yöneltir. Bütün maddi nesnelerin onun dokunuşuyla nasıl çözüldükleri ve sisler ve buhar gibi uçup gittikleri fark edilmiş midir? Sanki “beyaz” şeyler karşısında neredeyse delice bir eğilimi var gibidir. Beyaz menekşeler, beyaz hercai menekşeler, beyaz rüzgâr-çiçekleri, beyaz hayaletler, beyaz papatyalar ve beyaz aylar, okurken, bizi, neredeyse dünya dışı bir dehşetle ürpertirler. Beyaz Ölüm de; beyaz Çürüme’nin gölgesi de ve cüzamlıların ve cesetlerin korkunç beyazlığı da orada kendi yerine sahiptir. Yaktığı ağıt Beyaz Kütlenin ağıtıdır ve Ebediyetin “beyaz parlaklığı” kendi Gerçek Varlığıdır.
Shelley’in hayalleri garip ve fantastik gibi görünse de, bunların bazılarının bizim beklediğimizden daha önce gerçekleşecek olması oldukça muhtemeldir. Şimdi “Feminizm” olarak adlandırılan şeye yönelik tutkulu savunusu, proletarya hakkındaki yüce devrimci umutları, savaşı lanetlemesi, sözüm ona “Kanun” ve “Nizam” karşısındaki suçlamaları, geleneksel Ahlak hakkındaki ithamları, eprimiş Kurumlara saldırıları, İkiyüzlülük ve Aptallık karşısındaki hakaretleri, hiç de kimilerinin onları adlandırdığı gibi kör Ütopyacı retorik değildir. Cesur yeni düşünceler karşısındaki o çok iyi bildiğimiz ustalıklı kötüleme –“statüko” çakallarının o “nasıl-onu-ciddiye-alabilirsiniz” tutumu – Shelley’in felsefesiyle ilgili olarak bizi yanıltmamalıdır.
O bir hayalci olduğu kadar dahi bir filozoftur da. Yoksa o ciddiye alınması gereken tek filozof-gençliğin hayallerini yaratan filozof türüdür mü demeliyiz?
Shelley, aslında, son derece zarif bir şair olduğu kadar, son derece ender ve paha biçilmez bir düşünürdür. Düşüncesi ve şiiri birbirlerinden, Book of Job’un düşüncesi ve şiiri birbirinden ne kadar ayrılabilirse o kadar ayrılabilir. Şiiri düşüncesinin vücut bulmasıdır, onun hızla ve görkemle yeniden vücuda gelişidir.
Garip gibi görünse de, insan kendisini piyasanın idollerinden bütünüyle kopartacaksa gerekli olan özel “buz soğuğu zeka” türüne sahip olan çok fazla şair yoktur. Aslında, şiirsel mizaç, tam da duyarlı insanlığının sıcaklığıyla birlikte, eski gelenekleri idealleştirmeye ve bunların çevresine bir göz kamaştırıcılık fırlatmaya fazlasıyla müsaittir. Hem siyasette hem de dinde, Aristophanes’ten bu yana, bu kadar fazla büyük gerici şair olmasının nedeni budur. İnsana yönelik sempatilerinin sıcaklığı, “nihil alienum” (hiçbir şeyin yabancısı değilim) tutumları; hatta! Mizah duyguları, bunu kaçınılmaz kılmıştır. Makul rasyonel reformun da, çoğunlukla, şiirsel zihni yabancılaştıran, ürpertici ve “tanıdık olmayan”, acımasız ve zalimce olan kimi yönleri vardır. Hatırlanmalıdır ki böylesine çok şeyi şiirsel yapan şeyin kendisi – yani normal insan hayatına “geleneksel anlamda eşlik etmelerini” kastediyorum – yeni bir doğum gerçekleşecekse “yok edilmesi” gereken şeylerin ta kendisidir. Nietzscheci, “insanca, çok insanca” cümleciğinin enfes alaycılığında ima edilen, zihnin buz soğuğu katılığı, dünya “eprimiş ıskartalarını” çıkartıp atacaksa, yaşamsal olan bir ruh halidir. Değişim ve gelişim, canlı ve organik olduklarında, yok olma öğesini ima ederler. Doğal “evrim” hakkında pürüzsüzce konuşmak çok kolaydır. Sonunda anlamaya başladığımız gibi, Doğa’nın kendisinin yaptığı, sıçramalar ve kopuşlarla ilerlemektir. Bu çılgınca sıçramalardan biri insan beynini yaratmıştır, bize düşen onun örneğini izlemek ve bir başka Geçmişi boğup atmaktır. İnsan, “geride bırakılması gerekendir!” Böylece sahici peygamberin özsel insanlık dışılığı diye adlandırmama izin verilmesi gereken şeyi görmeye başlarız. Sahte peygamber her şeyden çok “huzur” çığlığıyla – “eller yukarı! yeter!” çığlığıyla tanınabilir!
Dünyanın Shelley’in zamanından bu yana ne kadar az değiştiğini ve militarizme, kapitalizme ve ayrıcalığa karşı haykırışlarının şu saate ne kadar berbat ölçülerde geçerli olduğunu düşünmek trajiktir. Shelley’in devrimci düşüncesinin köklü ahlaki değerinin kanıtı istenecekse, insanın yalnızca herhangi bir uluslararası sosyalist propaganda okulunun bildirilerini okuması ve onların da şimdi nasıl onun savaştığı şeylerle savaşmakta olduklarını görmesi yeterlidir. Fikirleri hiç bugün olduğundan daha gerekli olmamıştır. Tolstoy bunların kimilerini kutsamıştır, Bernand Shaw kimi diğerlerini ve Bay Wells de kimi diğerlerini. Ama modern asilerimizden hiçbiri yeni düşüncelerine onda bulduğumuz bütünselliği ve cüreti kazandırmayı başaramamıştır.
Ve bunu da adanmışlığının yoğunluğuyla elde etmiştir. Modern yazınsal anarşistler gülünçlüklere ve ironiye ve “insanca, çok insanca” alaya düşmeye öylesine yatkındırlar ki. Hakikatin “birçok evine” dair Hamletvari bilinçleri meydan okuyuşlarının saiklarını felç etme eğilimindedir. Çoğunlukla da, peygamberden çok dramcı ve romancıdırlar ve eserleri de, sempati ve kurnazlık anlamındaki kimli kazanımlarına karşın, dolaysızlığını yitirir. Nietzsche’nin yazılarının gerçekten sarsıcı, orijinal düşünceye kazandırdığı muazzam yüreklendirme insan düşüncesindeki “zorbaca pozitivite” olarak adlandırılabilecek şeyin öneminin kanıtıdır. Ancak, Shelley, aşkın dönüştürücü gücü konusundaki kabulüyle, Nietzsche karşısında avantaja sahiptir. Bu anlamda, her ne kadar put kırıcı olsa da, modern antinomlardan ziyade Buda ve İsa ile birliktedir.
“Aşk” mâniası –ki insan bunu başka türlü adlandıramaz– devrimci düşüncesini, insanın birçok felsefi anarşistte karşılaştığı o keyfi tecritten, o vahşi öznellikten kurtarır. Aşkın daha ruhani yönleri hakkındaki Platonik ısrarı da, Hıristiyanlık karşıtı “ahlaksızlığını”, Remy de Gourmont gibi kaba bireycilerin havai, hoş hedonizminden ayırır.
Shelley’nin bireyciliği daima Ebediyete açılan kapıları olan bir şey; koridorları olan bir şeydir. İnsanın tam da şu anda böylesine tanıdık olduğu kederli, sinik, kötümser o, ölmeden önce “yiyelim içelim kam alalım dünyadan” duygusunu asla aktarmaz.
Shelley’in “ahlaksızlığını” uygunsuz bulanların hatırlaması gereken tam da bu gerçektir. Onda “aşk” sahiden de mistik bir kabul, dinsel bir vaftiz, kozmik sırra dokunmanın bir aracı, Güzel Bakış’a giden bir yol – belki de tek yoldur.
“Mizah” yoksunluğu yüzünden, “orantı duygusu” yoksunluğu yüzünden Shelley’e sırt çevirmek akıllıca olmaz. Dünyanın esrarı, her ne ise, kendisini bize, kimi zaman Shelley’in bu küçük nüanslara kayıtsız kaldığı kadar kayıtsızca gösterir. Onun gece yarısı hiç de mizahi olmayan bir çığlıkla yüksek sesle ağladığını duyarız ve oldukça sıkça, kulaklarımızı duyduğumuz şeye tıkamak için, onunla böyle hafifçe alay ederiz! Doğa’nın bizim “orantı duygumuzu” pek de önemseyip önemsemediği kuşkuludur.
Şiir olarak şiirine dönersek. Shelley’in dizeleri hakkında kayda değer olan şey, fiziksel ve psişik mizacının bütünün bu şiire geçme biçimidir. Bu bir ölçüde bütün şairler için geçerlidir, ama onun için özellikle geçerlidir. Güzel yuvarlak yüzü, oğlanımsı bedeni, bu dünyadan olmayan duyarlılığı, dizelerini okurken bizi avlar. Mona Lisa’nın dudaklarındaki gülümseme gibi bizi cezp edip şaşırtır. İnsan gerçekten de deniz yollarını geçip kendi sırrına geri dönmüş olan bir varlığı dinlediği izlenimine kapılır. Yoksa o tarif edilemez incimsi titremeler, o opal tonlar ve güle benzer gölgeler, zavallı dilimize nasıl iletilebilirdi ki? Tam da doğasının saflığı, “normal insanlığın” kalbine bir titreme salan o uhrevi nitelik, ay ışığının buz üzerindeki yansıması gibi, bu aylar arası melodilere bir sihir katar. Yüce “ahlaksızlığıyla”, sinik ve altta olanın kaba öfkesini harekete geçiren aynı uhrevi şeffaflık, gezegensel melodilerine, soğuk ve uzak ve “gecemizin gölgesinin” ötesinde ölümsüz bir güzellik kazandırır. Aslında, en sonunda eski Pythagorean “semaların müziği” yeniden duyulabilmektedir. Bu tür seslerin yukarıya, kentin çatılarının üzerine, Arcturus ya da Aldebaran’a baktığımızda, üzerimize doğru inen bir “sessizlikleri” vardır! Kaba heyecanlarımızdan ve kramplı evcimenliklerimizden Shelley’e geri dönmek, alnımızı “sabah şebneminde” ıslatmak ve ellerimizi nihai Denizde serinletmektir. İçimizde kişisel arzunun kısır döngüsünü aşan her ne varsa; içimizde biz ve bizim bireysel arzularımız yok olduktan sonra devam eden Hayata ait olan her ne varsa; içimizde “doğumların ve unutuşların” bu çılgın kafilesinin altını çizen ve gözden kaçan her ne varsa; içimizde “Ebedi olanın bulunduğu meskenden işaret veren” bu semavi uyumla buluşmak için her ne ayaklanıyor ve “onu kabalıkla içine kapatacak” olan “çamursu giysiyi” boğup atıyorsa. Shelley’i diğer tüm şairlerden ayıran onlarda “sanatın” ve “sanattan” sonra da ahlakın en üstün kaygı olmasıdır.
Onunlaysa insan sanat hakkında, herhangi bir önemli “öğretinin” özü hakkında pek az düşünür; insan basit bir biçimde yaratıcı tanrıların, tıpkı çocuklar gibi, “ebediyetin beyaz parlaklığını boyamak” için, “çok renkli camdan” kubbeler inşa ettikleri o yüksek, soğuk bölgelere taşınır. Ve hayatın doğum öncesi havuzlarına böylesine daldıktan sonra, yapabilirsek, eski çok insanca hazza benzeyen ve hendekte akıp duran zehirde yıkanmaya gidebilir ve “yararsız” çılgının geçip gitmesine ve unutulmasına izin verebiliriz!
Yazısının etkisinin bizi zora sokmak ve kederlendirmek olduğunu söyledim. O yazı konuştuğum bir insan gibiydi. İçimizde Shelley’in dizelerine yanıt veren şey tam da “insanın” “insanın ötesine” dönüşümünü düşleyen şeydir. İnsanlığı sözcüklerin ötesinde kederlendiren şey ölümsüzlerin günlük gıdasıdır.
Ve yine de, doğal ruh hallerimizin çemberi içinde de, kimi zaman, “Lamba bozulduğu zaman” ve “Tek bir sözcük çoğunlukla fazlasıyla bayağıdır” gibi izlere yanıt veren bir şey vardır. Belki de yalnızca çocukların sevdiği gibi sevmeyi bilenler ve umudu çocukların onu yitirdikleri gibi bir mutlaklıkla yitirenler, bu hassas umutsuzluğa büsbütün girebilirler. O aslında, dünyanın ve insanların nasıl bir kaba kilden yapıldıklarını ilk öğrendiğinde, gençliğin kalbini kıran çılgın cazibesizliğin uzun, acınası, iç çeken çığlığıdır.
Ve Shelley’in tekniğinin –zarif olmakla birlikte, Blake ya da Verlaine’in bilinçli “çocuksuluğu”ndan çok daha gerçek anlamda basit olan– sanatsız basitliği, kendisini gençliğin ebedi kederinin ifadesine böylesine muhteşem bir biçimde verir. En iyi lirikleri yerlerine gerçek bir iç çekişin “ölen düşüşüyle” düşen sözcükleri kullanır. Ve imgeleri ve metaforları nasıl da doğallıkla seçilmiştir! En uzaktaymış gibi göründüklerinde bile, genç kalplerin, “gizli saatte” “aşkla yüklü ruhlarını” teskin etmeleri gibi, olmasına engel olamamaları gibi kırılgandırlar.
Dahice şiirin şaşmaz denemesi bizi kendimizin de sahip olduğu duyguları, tam da tutkularının biçimi ve koşullarıyla birlikte hatırlamaya zorlamasıdır. Ve kim Shelley’in dizelerini böylesine bir hatırlama olmadan okuyabilir ki? Bizi kimi bitkilerin ya da yosunların ya da isimsiz dünya çamurunun kokusunda ya da “havuz sularının kenarlarında büyüyenler”de, keskin bir kılıç gibi yakalayan, belleğin o özgün dokunaklılığı; bizi İlkbaharın tarifsiz merhemine ve telafi edilemez kayıpların acı-tatlılığına geri götüren o dokunaklılığı kim Shelley gibi iletebilir ki?
Şiirlerinde yabancı sahnelerin, özellikle de İtalya’nın üzüm bağlarının ve zeytin bahçelerinin ve keskin dağ köylerinin sevimli dokunuşları vardır; ama İngiliz okurlar için de harekete geçirdiği duygulara kokusunu veren daima “hatırlamak için olan” biberiye ve “düşünceler için olan” hercai menekşeler olacaktır.
Diğer şairler diğer zamanlarda hatırlanabilir, ama güneşin ısıttığı korulukların ilk çuha çiçekleri kokularını saldığında ve “kırlangıç cüret etmeden önce” çıka gelen nergisler, başlarını çayırların üzerine kaldırdıklarında, tek bir anın ötesinde süremeyecek kadar zarif olan bu tatlılığın acısı, tahammül edilemez umudunu ve tahammül edilemez pişmanlığını yanında getirir.
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının onuncu bölümüdür.
[Çiğdem Çidamlı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.