Marksizm üzerine yapılmış en geniş derlemelerden biri olan A.Pendakis ve I.Szeman editörlüğündeki Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar kitabının editörlerinin kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz
2018 yılı, Karl Marx’ın doğumunun 200. yılı. Bu vesileyle, Marksizm üzerine bugüne kadar yapılmış olan en geniş derlemelerden biri olan Andrew Pendakis ve Imre Szeman editörlüğündeki Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar kitabının editörlerinin kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz. Pendakis ve Szeman’ın önsöz metni, Marksizm’in Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra yaşadığı kuramsal ayrışmalara ve tartışmalara dair güçlü bir çerçeve çiziyor. Bu önsözü dört parça halinde yayımlıyoruz. Üçüncü parçası için buyrunuz. (Sendika.Org)
III
Şayet Marksist kurama dönük ilgiyi canlandıran bir şey varsa, o da 1990’ların düşünme biçiminden beklenmemesi gereken biçimde, komünizm kelimesi kulaklarına artık aptallık, ölüm ve başarısızlık olarak değil, yeni bir siyasi imkân ve anlam ufku olarak gelen yeni bir insan neslinin birdenbire sahneye çıkmasıydı. Burada kelimenin özgüllüğü önemlidir: “komünist” kelimesi, her türden ciddi (dönüştürücü) siyasal süreç tarafından kaybedilen, bozulan veya yok edilen tutumları geri kazanmaya dönük aşıladığı enerjiyi kaybetmemiştir. Siyasi eğilimini özgürlük ve ilerlemeyle (bu kavramların kölelik, ırkçılık, yoksulluk, savaş ve diğer adaletsizlikler ile olan tarihsel suç ortaklığını tamamen göz ardı ederek) hiçbir çaba harcamaksızın bağlantılandıran bugünün liberal demokratlarının aksine, komünistler, kültürel olarak gulag’ın anlamı üzerinden tarif edilmiş bir siyasi sembolü yüklenmeyi tercih etmişlerdir. Bu anlamda aptallık, ölüm ve başarısızlık, aslında diyalektik (hatta etik) açıdan verimli ve daha iyi düşünce ve daha iyi siyaset için bir sınama vesilesi olabilmeleri nedeniyle bütün neo-komünizmlerin aktarılamaz borçları olan (faydalı olmasa da) içselleştirilmiş başlangıç ilkeleridir. Kimileri açısından ise komünizmin bu sefaleti, ister istemez tehlikeli ve tamamlanmamış olan bir uzamdan gelişi, tam da onun gücünün sırrıdır: Slavoj Zizek, Jacques Lacan’ın bütünlüğün aslında yabancılaştırıcı olduğuna dönük şüpheciliğinden süzülen bu açıdan hareketle “daha iyi yenil” uyarısını geliştirebilecektir.[i] Fakat çoğunluk açısından ise komünist suçlara dönük farkındalık ve utanç atmosferi, sadece, kişinin olumlu yeni hazlar, kavramlar, biraradalık biçimleri ve hayal gücü ile dolu olduğu çok daha geniş bir olumlama sürecindeki bir olumsuz ilk an üretmektedir. Bugün neo-komünizm, örgütlü militanlık ve dogma ile donanmış haşin figürlerden daha çok, okuma grupları, özgür okullar, sanat alanları, grafiti, protesto ve işgal ile meşgul kişilerden oluşan bir aleme işaret etmektedir. Bu insanlar, bu yeni komünistler –bu ortaklaştırıcılar– her yerden, anarşizmden ve Lenin’den, Hıristiyanlıktan ve Yoga’dan, Operaismo’dan, işsizlikten ve sanattan gelmektedirler. Ortak noktaları ise tüketici bayağılığa karşı bir tepki ve hayatta çalışmaktan, borçtan ve güvencesizlikten fazla olduğuna dönük bir kanaattir. Üniversite kampuslarında, Avrupa’nın batmakta olan şehirlerinin kentli gençliği ve işsizleri arasında ya da Sao Paulo, Kahire veya Şangay gibi yerlerdeki yeni öğrenci nesli arasında zaman geçirmemiş olan bizler açısından, bir imgesi ya da kavramı olmayan bir fenomen söz konusudur: bu türden sözler bir hüsnükuruntu ya da fanteziden biraz fazlası olarak görülecektir. Yeni komünistler, sayıları kırılgan ve örgütsel stratejisi ve gücü gelişmemiş de olsalar, yine de, bedenlerin dağınık biraradalığı, tutkulu bir iyi yaşam kavramı ve tutkulu bir analiz ve siyaset tarzı olarak komünizmin yeniden ufukta dolanmasını sağlamaktadırlar. Bu kaymanın tam gücü ise Jodi Dean’in Komünist Ufuk’undan* Bruno Boostels’in The Actuality of Communism’ine [Komünizmin Güncelliği] yankısını bulmaktadır. Bu dönüşün soyağacı, yayınların tarihlerine göre düşünüldüğünde, Kuzey Amerika’da 2001’de yayımlanan İmparatorluk (bu vesileyle Antonio Negri’nin bütün eserleri de keşfedilecektir) ile başlıyor gibi görünmektedir ve bunu Retort’un Afflicted Powers’ı** (2005), Görünmez Komite’nin (Yaklaşan İsyan’ı (2007) ve yakın tarihli olarak da Alain Badiou’nun Komünist Hipotez’i*** (2010) gibi kritik metinler izleyecektir. Siyasal patika açısından düşünüldüğünde, yeni komünizm, Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’nden Oaxaca’daki Zapatistacılığa, Venezüella’daki Bolivarcılık’tan Arjantin’deki Öfkeliler Hareketi’ne uzanan (çoğu Güney Amerikalı) hareketlerin siyasal enerjilerine ve örgütsel zekalarına dayanmayı sürdüren on yıllık bir aralıklı iç içe geçme çevrimi olarak Seattle ile Occupy arasında Batı’da ortaya çıkmış gibi görünmektedir.
Bu patika, kendine has etik-duygusal boyutunun sınırlarını genellikle Marksizm’in disiplinci gizliliğine ve etik konusundaki sessizliğine dönük geleneksel küçümseme tavrı üzerinden tarif etmiştir. Burada Marksizm’in siyasetini alttan alta desteklediği düşünülen bir ahlaki kurallar ya da emirler sisteminden ya da “birinin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu” bir toplumun yazılı olmayan etik zemininden bahsediyor değiliz.[ii] Yine aklımızdan, tin ile doğayı, varlık ile hakikati evrensel kabule dayanan bir siyasal yapıda bütünleştirmeye istekli ilk dönem Marksist komünizm kavramının Hegelci kalıntıları da geçmiyor. Etik derken, kelimeyle genelde ilişkilendirilen türden bir bireyci ahlak hesabını değil, Marksizm ile nadiren ilişkilendirilen fakat her daim ona eşlik eden hem kişisel hem kolektif bir duygusal sicili kast ediyoruz. Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl biliminin söylemsel kodlarına olan karmaşık yakınlığının yanı sıra onun (kısmen Hegel’den miras alınan) her şeye sempati duyan reformcular ile Ütopyacılara dönük şüphesi, kısaca Marksizm’in hazları diyebileceğimiz şeyi örtbas etmiştir.
Bu, bir öznel bolluk, materyalist bir açıklık ile çeşitliliği bir nefeste bir araya getiren bir tür diyalektik haz, “tin”in hakiki bir taşma yaşadığı, üstünlük ya da avuntunun olmadığı bir bilimdir. Bu bilim, adaletsizliğe karşı öfke ile geleneğe dönük sevgiyi bir araya getirir; kişinin yerelinin özgüllüğüne ve sınırlarına dair neredeyse acı verici bir farkındalık ile birlikte gezegen üzerinde olmuş ve olacak her şeye dönük bir bağlılık hissidir söz konusu olan. Marksizm, hareketli, aktivist ağlarla bağlantılı olmadığı ve siyasal bağlantı ile çalışmanın örtüşmediği durumlarda bile, yine de, Spinoza tarafından on yedinci yüzyıl bilimi bağlamında tutkuyla ifade edilen kavrayışın verdiği keyfe denk düşen benzersiz kuramsal hazları kaybetmemiştir. Hatta Locke da “hazzın büyük kısmının verilen uğraşta olduğu bir tür avcılık ve toplayıcılık” olan bilmeye dönük çalışmanın sağladığı “sürekli haz”dan bahsetmiştir.[iii] Bu hazzın ne kadar büyük ve yoğun olduğu ise varlıkla, doğayla ve hatta “toplum”la olan değil, sermayenin tuhaf ve sinir bozucu bedeniyle olan içkin karşılaşma bağlamında anlaşılabilir: aynı anda hem gizli hem anlaşılır, haritalandırılabilir fakat yine de sonsuz bir karmaşıklığa sahip biçimde, kavramsal sanatçı Mark Lomardi’nin yaptığı ince, zorlayıcı finans diyagramları ya da Andreas Gurski’nin infilak eden Çin fabrikalarının görsellerini içeren fotoğraflarının örgütlü kaosunun ve dokusunun mükemmel biçimde temsil ettiği tamamen spekülatif bir olgu söz konusudur. Bunun anlamı, bugün şeylerin özüne, her anlamda tarihsel, rastlantısal ve kesinlikle fazlasıyla kaygan fakat yine de bütünüyle unutulmaz bir açıklayıcı güce, ortaya çıkarma ve teşhir etmeye dönük bir güce sahip, sadece ilişkiler ve güçlerden oluşan bir “madde”ye dokunmanın bugün çok seyrek gerçekleşebileceğidir. İşbu (geçici) kanaat, kesinlikle, protesto süresince başkalarının sokaktaki varlıkları dahilinde deneyimlenen aynı duygusal dokudur: Bir karşılaşma görünüşte teke tek ve nesnel, bir diğeri ise öznel ve kalabalık olsa da, bu hazzı, bu arzuyu aynı nefes içinde gerçekleşen bilgi ve adaletten ayrı tutmak imkansız olacaktır.
Bu benzersiz Marksist jouissancedan, Marksist araştırma ve pratiğin kendi kendini sürdüren hazzından bahsediyoruz çünkü siyasal Marksizm’in kaderindeki değişimlere rağmen Sol’un yıkıntıları içinde yaşadığımızın acı da olsa farkındayız. Bu kesinlikle kaçınılmaz bir kader değil ve umut için sayısız sebep mevcut fakat yine de bugün, farklı türden bir dünya olasılıklarına teşne kişiler açısından sefil bir gidişat –yüzde 1’in yüzde 99 pahasına aşırı kazandığı, yüzyıl sonu itibariyle küresel sıcaklıkta 4 derecelik bir artış beklediğimiz ve bugünün adaletsiz ve tahrip edici çıktılarının yaygın şekilde bilinmekle birlikte yeterince siyasallaştırılmadığı bir dünya– söz konusu. fakat bugün Marx’ın açıklayıcı ya da analitik gücüne dair kuşku duymak zor ise de –ki New York Times bile (her ne kadar bir yandan bütün türlere dönük “meraklarını” saklı tutsa da) bunu doğrulamaktadır– açık stratejik meseleler siyaset alanının dışında kalmaya devam etmektedir. Sol siyasetin tarihsel erişiminin kendimizin ve aslında geçmişin bedenselliğine, yoğunluğuna ve ölçeğine yetmediği bir dünyada yaşıyoruz. Burada sadece sözümona halk demokrasileri üzerine değil, yirminci yüzyıl boyunca bunlara eşlik eden her türden anarşizm, sendikacılık, anti-emperyalizm, feminizm ve sosyal demokrat hareket üzerine de düşünmüş oluyoruz. Yıkıntıların içinde yaşamak, bir kayıp mükemmelliğin gölgesinde ya da hemen oracıkta yeniden inşaya dair bir arzuya saklanarak yaşamak anlamına gelmiyor. Söz konusu olan, gerçek bir siyasetin yaşama gücüne ve azmine dönük her daim mevcut bir tehdit teşkil eden bir yoldaki sinir bozucu şekilde yalnız olmaktır. Burada bir araya getirilmiş olan kuramlar, çeşitli yollardan, hem canlı hem ölü, konjonktüre göre aynı zamanda hem olmazsa olmaz hem bir hiç olan bir Marksizm’e hitap ediyorlar. Örneğin, Badiou’nun felsefesi zor siyasal zamanlarda öznel örgütsel yoğunluğun sürdürülmesine uygun şekillenmiş, açıkça bir umut felsefesidir: kuşatılmış (ve potansiyel olarak evrensel) bir parçacığın zorunlu manevi yakıtıdır. Otonomcular da kendi çözümlerine sahiptir: Komünizm, Marx’ın zaman zaman öngördüğü gibi, oluşumu 20, 30, 50 yıl sürecek bir proje değil, gelecekteki mesyanik bir olayı beklemek yerine burada ve şimdi icat etmemiz gereken biçimde bugünün boşluklarında içkinlik düzleminde üretilmesi gereken bir projedir. Rüzgarın döndüğüne dair alametler varsa da, yıkıntılar arasında, “ilerleme” ya da kurtulma garantisinin olmadığı bir bağlamda yaşıyoruz (ve bunu itiraf etmeliyiz). Gelgelelim bu siyasal konjonktürdeki hiçbir şey, tıpkı süregiden patriyarkanın feminizmin belirginliği ve hazları üzerinde hemen hiçbir etkisinin olmaması gibi, Marksist kuram ile pratiğin görünürlüğü ve hazzını da ancak uzaktan tehdit etmemektedir. Bir şeylerin zor olabileceği gerçeği, Marksizm’in analitik titizliğinin ortaya çıkardığı oldukça gerçek açıklıkların ya da Sol pratiğin bağlantıları ve topluluklarıyla ürettiği dünyadaki enerjik var olma biçiminin gerçekdışı, gereksiz ya da çaresizce muhtaç olduğu anlamına gelmez. İşin aslı, insanların gezegeni paylaştıkları kişilerle adil ve neşeli biraradalıklarında nihayet kendi imkânlarını azami derecede şekillendirebildiği bir dünyanın yaratılmasına dönük bir umut varsa şayet, Marksist düşünce (yeterli olmasa da) zorunlu bir koşuldur.
[i] Zizek, In Defense of Lost Causes (Londra: Verso, 2008), 210.
* Türkçe çevirisi için bkz. Jodi Dean, Komünist Ufuk, çev. Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları, 2014 – ç.n.
** Türkçe çevirisi için bkz.
*** Türkçe çevirisi için bkz.
[ii] Karl Marx, Later Political Writings, ed. Terrei Carver (Cambridge, MA: Cambridge University Press, 2004), 20.
[iii] An Essay Concerning Human Understanding (Indianapolis: Hackett, 1996), 1.
[Bu çeviri, Dipnot Yayınları’ndan 2017’de yayımlanan Çağdaş Marksist Kuram #1: Yapılar, Sistemler, Süreçler kitabının giriş bölümünün üçüncü kısmıdır. Çeviren: Soner Torlak]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.