Marksizm üzerine yapılmış en geniş derlemelerden biri olan A.Pendakis ve I.Szeman editörlüğündeki Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar kitabının editörlerinin kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz
2018 yılı, Karl Marx’ın doğumunun 200. yılı. Bu vesileyle, Marksizm üzerine bugüne kadar yapılmış olan en geniş derlemelerden biri olan Andrew Pendakis ve Imre Szeman editörlüğündeki Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar kitabının editörlerinin kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz. Pendakis ve Szeman’ın önsöz metni, Marksizm’in Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra yaşadığı kuramsal ayrışmalara ve tartışmalara dair güçlü bir çerçeve çiziyor. Bu önsözü dört parça halinde yayımlıyoruz. İkinci parçası için buyrunuz. (Sendika.Org)
II
Tıpkı Marksist analizin, ekonominin üzerine düşünmek açısından elverişli bir kategori olarak ortadan kaldırılması yörüngesinde hareket etmiş olması gibi, onun kuramsal zenginliği de ekonomik biçimlere dönük yenilenmiş bir ilgiyle birlikte varlığını sürdürecekti. Bu durum, sadece The Economist dergisinin bütün konjonktür dalgalanmalarına ya da uzayan krizlere kötü tarafından bakacağı denli “alternatifler”e bir dönüşe yol açan biçimde 2008 yan etkisine karşı geliştirilen birtakım reflekslerden ibaret değildi. Marksist analiz, finansal kriz ve onun doğurduğu Occupy hareketi, neredeyse çeyrek yüzyıldan bu yana büyük ölçüde görmezden gelinen bütün ekonomik gerçeklik alanlarını yeniden popüler bilincin görüş alanına çarpıcı biçimde yeniden sokacaktı. Eşitsizlik, işsizlik, sınıf, finansın denetimsiz bir neoliberal ekonomide oynadığı rol: Bunların hepsi 1990’larda düşünülmesi bile mümkün olmayan bir biçimde gazetelerde gündelik olarak yer bulmaya başladı. Bu anlamda “ekonomik dönüş” olarak adlandırabileceğimiz olgunun, sadece akademik ilgideki tuhaf kaymadan ibaret değil, “güncel olaylar” karşısında, her daim yeni, mahcup biçimde duyarlı bir geç kalmışlığa denk düşer oldu (ki 11 Eylül araştırmaları bunun muhtemelen en semptomatik örnekleridir). İşbu dönüş, bir akademik “ilgi” ya da “meşguliyet” meselesi olmaktan çok öteye gidiyor; bizatihi ekonomik olanın yoğun, şiddetli ve dolambaçlı bir yeniden kurulumunu da içeriyor. Bu dönüş, geminin gövdesinin çarptığı bir buz dağı misali, bir bugünün ontolojisindeki kayma meselesi, yeni bilgi ve pratik üretmeye olduğu kadar gözü dönmüş bir vahşileşme ve çöküşe de teşne bir durumdur.
Ekonomik olanın kültürel görünürlüğünün yeniden kurulumundaki temel etkenlerden biri, bu yüzyılın başlangıcında Birleşik Devletler’in ön ayak olduğu bir dizi savaştı. Savaş her ne kadar genellikle ekonominin kavgasız dövüşsüz yeniden üretiminin dışında ya da sınırındaki bir şey ve “her zamanki şeyler”e tamamen yabancı bir istisna olarak yanlış yorumlansa da, savaş karşıtı hareket tarafından seferber edilen milyonlarca kişi açısından, “yeni Amerikan yüzyılı” fantezilerinin egemen olduğu bir çağda savaş ile ekonominin nasıl da utanmaz biçimde iç içe geçmiş olduğu hızla aşikâr olacaktı. Bu ilişki, kuşkusuz, Birleşik Devletler’de 1940’lardan bu yana endüstriyel talebin sürdürülmesinde kritik bir rol üstlenmekte ve ABD’nin Ronal Reagan’dan bugüne uzanan ekonomik sisteminin daha da kritik bir unsuru haline gelmektedir fakat bu yeni konjonktürde ise (ulusal, kapitalist) Realpolitik, endüstriyel/kurumsal refah ve elit siyasal kayırmacılık, çoğu Leninist kategoriye –bizatihi emperyalizme de– dönük ilginin (David Harvey’nin Yeni Emperyalizm’de [2005] ikna edici biçimde ortaya koyduğu üzere) göz alıcı biçimde yeniden kuramsal etki ve nüfuz kazanmasına yol açtı. Irak’taki ve Afganistan’daki savaşlar, “vulgar” Marksizm’deki kaba saba ibretlik derslere benziyordu. Olaylar, Marksizm’in sadece analitik ve nedensel olarak yapının öncelikli olduğu hipotezini değil, bir tikel sınıf çıkarının hatalı evrenselliğinde temellenen devlet yapısına ilişkin hipotezini de yeniden makul –hatta kaçınılmaz– açıklayıcı araçlar haline getiren biçimde açık, liberal niyetlerden uzak biçimde dile getiriliyordu. Savaş, çarkların sesiz sedasız geleceğe bağlandığı bir tarzda değil, kaba bir manipülasyonlar, çıkarlar ve kaba kuvvet silsilesi olarak ekonomik olanın üzerindeki örtüyü kaldırdı.
Bu ekonomi imgesi, bir dereceye kadar, Marx’ın tam da kendi pozisyonunu hem idealizmden hem de o zamanlar yaygın “derin düşünen” materyalizmlerden kesin biçimde ayrıştırmaya çalıştığı dönem olan 1844 ila 1846 yılları arasında yazdıklarında bulunabilecek türden bir abartılı materyalizme de fazlasıyla benzemektedir. Bu, Louis Althusser’in Kapital’e fazlasıyla yerleşik (olgunlaşmamış) bir diyalektik materyalist epistemoloji mevcut olduğu düşüncesiyle yorumlanan geç dönem Marx değil, Lenin’e çok daha yakın olan ” sadece tahayyül ederek soyutlanabilecek gerçek önermeler”in Marx’ıdır.[i] Bu anlamda, Birleşik Devletler’in yirminci yüzyıl savaşlarının açıkça ilan edilmiş çıkarları ve sahte dayanakları olan petrol ve kan, Marx’ın Genç Hegelcilerin manevi hayaletleri rolünü üstlenen “gerçek bireyler”i ile tamamen aynı ontolojik iddiaya sahiptir: tamamen İdeal olanın var olmamaklığına karşılık, her bir anda, somut, özsel ve epistemolojik olarak dolayımlanmamış bir şeyler konur.
O halde bu dönüş, ikircikli bir dönüştür. Bir tarafta, savaşlar kaynakların, kıtlığın, ulus-devletlerin ve sınıfın çağdışı kasvetinden ne mutlu ki ayrıştırılmış biçimde dijital ekonominin sürtünmesiz bir denge iddiasını saldırgan biçimde gerçekleştirmektedir. Savaşlar, bu dönüşün ontolojik farka ve yeniliğe dönük iddialarıyla çarpıcı bir zıtlık içermektedir. Diğer tarafta ise savaşlar eliyle yeniden canlandırılan gündelik Marksizm, bir ekonominin nasıl işlediğine dönük kavrayışımıza –siyasetin yönetici bir sınıfın ya da entrikacı (ideolojiyle ilgisi olmayan) bir hizbin kasıtlı kötülüğüne dayanıyor olduğuna dönük bir kavram olarak– belirli bir komplo atmosferi enjekte etmek gibi bir soruna sahiptir. Şayet zaman ekonomik olanın ontolojik özgüllüğünü bir tür fesatçı bütüncüllük dili dahilinde yeniden ifade edilmesinin cazip olduğu bir zamansa, o halde bu bütüncüllüğe iliştirilmiş olan savaşlar ve ekonomik kılcal damarlar da, liberal ortayolcular tarafından hassas sermayenin iyi yönetimine aykırı münferit vakalar olarak kolayca görmezden gelinecektir (Örneğin, Nobel Ödülü sahibi ekonomist ve New York Times yazarı Paul Krugman buna benzer bir pozisyona sahiptir).
Ekonomik olanın kullanışlı bir epistemolojik kategori olarak yeniden düşünülmesinde en az bunun kadar önemli olan şey, hem “kuramsal olarak” hem de “halk dilinde” zaman zaman “ekolojik kriz” olarak adlandırdığımız olguya dair bilinçteki muazzam yaygınlaşmadır. Krize dönük mevcut siyasal yanıtlar ne kadar durgun ve etkisiz olsa da ve krizin tam anlamıyla değerlendirmenin henüz çok uzağında olsak da, krizin zihinlerdeki varlığı bugün artık inkâr edilemez. Bu kriz her ne kadar genellikle gündelik hava durumuyla aynı ses tonunda –basmakalıp tonu bir yana, kaçınılmaz bir durummuşçasına– telaffuz ediliyorsa da, yine de bugün ekolojik bir uçurumun kenarında olduğumuzun fazlasıyla farkındayız. Bu farkındalık, Marksist düşüncenin söylemsel konumlanmasında önemli bir dizi etkide de bulunuyor. İlk olarak, kriz, temsilin ve dilin işleyişlerine dair daha önceki (post-yapısalcı) büyülenmeyi açıkça yerinden ederek, ilgileri öznenin acilliği olarak adlandırabileceğimiz şeye yönlendirdi. İyi diyalektikçiler her ne kadar bıkıp usanmadan bizlere ne krizin ne de doğanın, hatta ne de eli kulağındaki doğa krizinin dolayım kuralını az da olsa çözmediğini ve öznenin dilin ya da söylemin ötesinde bir sıfır noktasına dönmesine ilişkin kavramsallaştırmalar saf fanteziden ibaret olduğunu hatırlatıyorsa da, yine de şahit olduğumuz şeyin, ister Graham Harman’ın özne-yönelimli felsefesi isterse Deleuze diye birinin (genellikle Marxsızlaştırılmış) özneye bütün karmaşıklığı, içkinliği ve maddi tabakaları üzerinden yaklaşımı vasıtasıyla olsun, yaygın bir dönüştür.
Şayet Derridacı çağda makbul olan hareket –ifadenin eşiğinden ayrılmama ve dilin yüzeyinde alınan belirli bir haz anlamında– kekelemek ise, bizimki ise dil vasıtasıyla dolayımlanan ve üretilen şeyin anlaşılmazlığına ve karmaşıklığına aldanan bir heyecanmış –kendini çerçeveleyenin tamlığı (ve gerekliliği)– gibi görünmektedir. 1990’lı yılların sofist, kuşkucu eğilimlerinin yerini, örneğin, Antonio Negri’nin çalışmaların bulunabilen bir tür Deleuzecü (aslında Spinozacı) gerçekçilik, dili ne sadece bir temsil aracı ne de vücudumuzdaki bir diken olarak değil, bizi tutkulu biçimde dünyaya ve birbirimize bağlayan bir komünal iktidar olarak kavrayan bir gerçekçilik alacaktı. Epistemolojinin ve çıkmazlarının tükenişinin şafağında, işlemekte olan siyasal pratik biçiminden ilk bakışta ayırt edilemeyen bir bilgi ya da araştırma olarak kesin maddi bilgiye dönük yeni bir açlık baş göstermiştir.
Aslında dünya çapında olan bu özneyle meşgul olmaya dönük –1990’larda popüler olan bir tüketilemez dünyalar çoğulluğu meselesinden kaçınan– bu yeni kuramsal açıklıkla, uzun zamandır Marksist projenin ayrılmaz parçaları olarak görülen iki kavramın bir araya getirilmesi dahilinde bir dönüşüm gerçekleşecekti. İlk olarak, dünya çapındaki acil durum, devletçi, doğasında şiddetli ya da Avrupa-merkezci belirleyici ekonomik bütünlük düşüncesini şekillendiren zihin alışkanlıklarına kesin biçimde son vermiştir. Bunun sebebi sadece bizzat ekolojinin birleşik bir yapı düşüncesini gerektiriyor olması ya da küreselleşmenin borsa yasalarının ötesinde bir içe kapanmaya dair bütün olasılıkları ortadan kaldırmış olması değil, aynı zamanda, krizin ekonomik kökenlerinin iyice alenileşmiş olmasıdır. Marksistler, tikellikleri sermaye ve emeğin üst düzey, geçici, nedensel soyutlamalarından uzakta, düşük düzeyli ve ontolojik açıdan kısıtlanmış mesafelere yerleştiren örtük bir “varlık ölçeği” ile kesin olarak işlerini bitirdikleri gibi, ruhani bütüncülük ya da nihai nedensellik ile ilk başlardaki ilişkileriyle bağı tamamen koparmış karmaşık bütünlükleri ve yeniden şekillendirilmiş bir sistem mefhumunu işe koşmaktadırlar. Aynı zamanda kriz de, kapitalist üretim alanının bugün küresel güvencesizlik deneyimi üzerinden görünür olan biçimde siyasal evrensellik mefhumuna karşı yeni bir hassasiyete dönük gerekli koşulları yaratmış gibi görünmektedir. Bu türden bir birleşim, bütün kuramsal ve pratik engellere rağmen, devrim kavramının işaret ettiği siyasal ölçeğin yeniden yoğunlaştırılması için alanlar yaratmaktadır. Her şeyin değişmek zorunda olduğuna vurgu yapmak, bundan böyle, ne ahlaki ya da siyasi mükemmeliyetçikten yana olmayı ne de tarihin iyi kalpliliğine dönük naif ve ilerlemeci bir inanç taşımayı gerektirmeyecektir; mesele, insan doğasının kusursuzluğu ya da (Baconcu anlamda) bir toplumun tarihsel olarak “gelişmişliği” değil, kapitalizm ile yaşamın kaçınılmaz uyumsuzluğuyla bağlantılı bir dizi küresel olarak yerelleşmiş teknik sorunların varlığı meselesidir. Bu türden bir değişim her ne kadar –bir işgününün yapısı ve duygusundan günlük bakım için eldeki imkanlara, şehirlerin şekillerinden sinemaların görsel içeriğine kadar– gündelik olanın düzenlenmesinde binlerce kayma yaşanmasına işaret edebilirse de, ekolojik kriz, çoğu İngiliz (ve gerçekçi) açısından Hobbescu dürtülerin zorunlu önkoşulunu –hayatta kalmak– değiştirmiş olacaktır. Reklamcılığın elinde oyuncak olarak tamamen evcilleştirilen devrim ise artık sınıf terörü ya da şiddeti kisvesinde değil, yenilik ile iyi ve pratik sağduyulu düşünmekten ibarettir.
Marx’ta faydanın yeniden bölüşülmesi konusunda geçerli olan şeylerden biri de sistemlerin sınırlarında, çeperlerinde ve çatlaklarında yer alan fenomene dönüklük, post-yapısala özgü isteğe yönelim anlamında sınırın parçalanması olarak adlandırabileceğimiz olgunun zayıflamasıdır. Sistemlerin öz-düzenleyici ve özerk işleyişine ve onları sürekli biçimde bertaraf ya da ihlal eden niteliklere, görüngülere ya da olaylara dönük önceki Yapısalcı yatırım, esasen yeni bir entelektüel damak tadı rejimine denk düşmektedir. Oldukça şematik açıdan bakarsak, bunun Hukuk alanından Suç alanına doğru bir kayma olduğunu söyleyebiliriz. Cinnet, şiddet, hata, beden, cinsellik, unutkanlık ve ölüm, eski idealist normlara ve protokollere –paradoksal olarak Marksist materyalizmi de kapsayacak biçimde genişletilmiş bir idealizme (!)– olan ortak mesafeleri üzerinden içten bağlantılı sabit bit nesneler kümesi oluşturmaktadır. Bu proje kesinlikle eleştirel ve pek çok açıdan çok değerli bir projeydi: uzun zamandır düşünülmeye değer bulunmayan bütün bir fenomenler alanı, bir anda görüş açısına girdi ve böylece düşünerek neler yapılabileceğine ilişkin tamamen yeniden tahayyül edilen bir his ortaya çıkmış oldu.
Gelgelelim, bugünden bakıldığında, bu eğilim de bizzat Marx’a (hatalı biçimde de olsa) gelende isnat edilen tek-taraflılıktan zaman zaman çekmiş gibi görünmektedir: burjuvaziye karşı kısıtlayıcı mutlak nefreti! Foucault’nun zamanında bütünlüklü bir “orta-sınıf hazları” alemi olarak tanımladığı ve Deleuze ve Guattari’nin sürekli dalga geçip durduğu– 8hakiki Fransız) burjuvaziye dönük bu nefret 1990’ların yinelenen (ve genelde fazlasıyla taklit olan) örneklere tercime edildiğinde, ticaret, mülkiyet ve para tarafından dolaşıma sokulan bütün uzamlara ve pratiklere dönük bir kayıtsızlığa ya da ilgisizliğe dönüşmüştür.[ii] Bugün ise düşünce, normatifliğin eşikleriyle meşgul olmak yerine kendisini onun somut dokusuna ve ayrıntılarına gömmektedir: Marx’a ve ekonomik olana doğru dönüş, düşüncenin görmezden geldiği fenomenlere farklı bir dönüş –bayağı ve güçbela farkına varılana, çok gri olduğu için ilginç olan nesnelere doğru bir dönüş– ortaya çıkarmıştır. Dünya Bankası üzerine yazılanlardan ne öğrenebiliriz? Wall Street üzerine yapılmış bir etnografi bize ne anlatabilir? Bir neoliberal devlet tarafından benimsenmiş kesim yönetişim tarzı nedir? Guangzhou’daki bir fabrika işçilerini nasıl özneleştirebilir? Yeni iletişim teknolojilerinin toplumsal ontolojisi hakkında neler öğrenilebilir? Meksika’daki Ciudad Juarez gibi yerlerdeki seri kadın cinayetleri ile serbest ticaret bölgelerindeki toplumsal ve fenomenolojik koordinatlar arasındaki bağlantılar nelerdir? Sermaye kentsel uzamların mantığını nasıl değiştirmektedir? Şimdiki nesil alt-kültürlerinin onları içgüdüsel olarak sevmemek yönünde eğittiği metinleri okumaya daha açık gibi görünüyor; her ne kadar de Sade, Nietzche ya da George Bataille okumayı tercih edebiliyorlarsa da, Adam Smith, John Locke ve Friedrich Hayek’e dair de burunları iyi koku alıyor ve onları (yarı sıkılmış, yarı büyülenmiş şekilde) Wall Street Journal’ın sayfalarını karıştırırken gördüğümüz de oluyor.
[i] Karl Marx, The German Ideology, ed. C. J. Arthur (New York: International Publishers, 1999), 42.
[ii] Michel Foucault, Foucault Live, ed. Sylvère Lotringer (New York: Semiotext(e), 1996), 378.
[Bu çeviri, Dipnot Yayınları’ndan 2017’de yayımlanan Çağdaş Marksist Kuram #1: Yapılar, Sistemler, Süreçler kitabının giriş bölümünün ikinci kısmıdır. Çeviren: Soner Torlak]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.