Marksizm üzerine yapılmış en geniş derlemelerden biri olan A.Pendakis ve I.Szeman editörlüğündeki Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar kitabının editörlerinin kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz
2018 yılı, Karl Marx’ın doğumunun 200. yılı. Bu vesileyle, Marksizm üzerine bugüne kadar yapılmış olan en geniş derlemelerden biri olan Andrew Pendakis ve Imre Szeman editörlüğündeki Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar kitabının editörlerinin kaleme aldığı önsözü paylaşıyoruz. Pendakis ve Szeman’ın önsöz metni, Marksizm’in Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra yaşadığı kuramsal ayrışmalara ve tartışmalara dair güçlü bir çerçeve çiziyor. Bu önsözü dört parça halinde yayımlıyoruz. İlk parçası için buyrunuz (Sendika.Org)
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün dünya çapında Amerikan-tarzı paradigmanın yeni ve bitip tükenmeyecek bir paradigma olarak hızla tesis edilişiyle bir araya gelmesi, Marx’ın kuramsal kibirliliğin, gevezeliğin ve hatanın eksiksiz bir göstergesi haline getirildiği aşırı derecede inandırıcı bir tarihsel anlatı ortaya çıkardı. Marksist evren, geleceğe dair iddia ettiklerinden geriye kalan ne varsa, hepsiyle birlikte bir anda ortadan yok olacaktı. Yerine ise, bir zamanlar mecazi (ve hatta bir nebze de umutlu) biçimde “küreselleşme” olarak adlandırdığımız fakat bir süre sonra kılık değiştirmiş olan daha vahşi ve daha tehditkâr bir kapitalizmden başka bir şey olmadığını fark edeceğimiz bir düzen geçecekti. Bu düzen, her ne kadar tarihsel yeniliğine sürekli biçimde vurgu yapılıyorsa da, kendisinin hem ebedi hem de doğal olduğuna ikna olmuş bir düzen, ideolojik düşünmenin olağan sınırlarını ve çıkmazlarını geride bırakmanın en iyisi olduğunu iddia eden bir yaşama ve inanma sistemidir. Neoliberal hegemonya, sadece tarihi yeniden yazmakla kalmadı, geçmişin ontolojik doğrularını kendi durumsallığı ve açık uçluluğu lehine reddederek (geriye dönük) alternatif anlatı kanalları ve olasılıkları üzerine düşünme kapasitemizi de ortadan kaldırdı. 1980’li yıllarda neredeyse hiçbir Sovyetolog Sovyetler Birliği’nin kısa süre sonra çökeceğini öngörememişse de, 1990’ların Marksizmi açısından ise Sovyetler Birliği sadece yenilmekle kalmamış, aslında ölü doğmuştu, ilk başından beri imkansız bir hikayeydi.
1979 yılında, gerçekten sola doğru gitmiyorsa da en azından oralarda salınan bir gezegende Margaret Thatcher’ın seçilmesinin bir aykırılıktan başka bir şey olmadığına inanmak için hiçbir neden olmadığını hatırlamak önemlidir. Kapitalizm, işsizlikle, enflasyonla, durgunlukla ve endüstriyel karmaşalar ile köşeye sıkışmış biçimde krizdeydi. Marksizm ise 1980 sonrasında kuşkusuz her yerde kuşatılmış durumdaysa da, yine de maddi bir kurumsal evrendi. Bu evrene sadece açıkça (görünürde) Marx’ın çalışmalarından devşirilen ilkelerle yönetilen rejimler değil –bu devletler gezegenin nüfusunun neredeyse üçte birini yönetiyordu– aynı zamanda Marx’tan etkilenmiş (El Salvador’da, Afganistan’da, Nikaragua’da vs.) siyasi hareketler ve dünyanın dört bir yanında mevcut enstitüler, yayınlar, sendikalar ve üniversite bağlantılarından oluşan dallanıp budaklanmış bir blok da dahildi. Marksizm, halen daha Paris’ten La Paz’a uğraşıp didinen arta kalan Marksist-Leninist küçük gruplardan, dünyanın dört bir yanındaki üniversite kampüslerindeki Batılı Marksist öğrencilere ve profesörlere ve sosyal demokrasinin maddi altyapısına ve prestijine kadar (sosyal demokrasi, eğer öyle bir şey varsa, kesinlikle Marx’ın yankılarından biridir) tarihin gelecekte soyu tükenecekler listesinde kesinlikle hiç bir şekilde yer alamayacak olan bir özne ve şeyler imparatorluğudur (MIGler, bürolar, uçaklar). Marksizm, yüzyıllık bir ikircikli bilgi ve pratik, birbirinden ayrılmaz başarı ve başarısızlık, muazzam ve muğlak bir eylemsizlik ve olasılıktı – ve bugün neredeyse ışık hızında unutulmuş durumdadır.
Bu durum, kısmen, Birleşik Devletler’in 1990’larda kendisini yirminci yüzyılın bir dizi rahatsız edici zorunluluğundan ve sınırlılığından her anlamda kurtarmış olması gerçeğiyle açıklanabilir. Yeni –yaygın olmaktan ziyade yoğun, aralıklı olmaktan ziyade sürekli– büyüme türleri, sermaye çevrimlerinin ve imalat-temelli ticaret artıklarının “yeni ekonomi”nin borçla finanse edilen kabarışı içinde erimesiyle kendi kendisini kuran sürece dahilmiş gibi görünmektedir. Enflasyonsuz (ve açık işsizlik olmaksızın) büyüme, ücretlerin belirgin biçimde istikrarı, barınma ve tavan fiyat belirtileri olmaksızın ortaya çıkmış gibi görünen borsa fiyatları: bütün bunların mümkün olan bütün toplumsal çelişkileri ve gerilimleri çözmeye muktedir bir ekonomi fantezisi üretme etkisi mevcuttur. Büyüme her ne kadar en azından İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Birleşik Devletler’de ütopik, depolitize edilmiş refah ile zaman zaman kol kola gitmişse de, 1990’ların özellikle iletişim ve tıp alanında fazlasıyla fetişleştirilmiş teknolojik yeniliğe olan bağımlılığı, buna, niteliksel bir farklılık havası, toplumsal bağlantısallık, ontolojik çeşitlilik ve pek çok çeşit siyasi özgürlük biçimi çağrışımları da aşılamıştır. Sovyetler Birliği çökmemiş olsaydı bile, Sovyetler’in aşırı büyümesi –o “aptal” metal ve buğday akışları– ile Amerikan bilgisayar büyüsü arasındaki bağlantısızlık, bir sosyalist geri kalmışlık ve başarısızlık anlatısının var olacağını güvenceye almaya yetecekti. Berlin Duvarı’nın bir tarafında kompakt diskler ve sosyal ağlar, diğer tarafında ise kiriyle pasıyla buhar kusan Fordist fabrikalar vardı: Sovyetler Birliği sadece siyasi olarak gayri meşru değil, bir estetik başarısızlıktı da.
Yirmi yıl boyunca, Marx, bir düşünme süreci dahilinde bile adının anılmasından mahrum bırakıldı: Marx artık –sınırları ve hataları ne olursa olsun– hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği bir filozof olmaktan çıkarılarak, bir karikatür, bir beceriksiz ve kendini tekrarlayıp duran bir beyin olarak mahkum edildi. Marksizm, tamamen reddedilmediği akademiye, gazetelere ve hükümetlere bilgi üreten alanların büyük kısmında ise foyası dökülmüş ve gülünesi (hem de vahşice gülünesi) bir tür dünyevi din muamelesi görecekti.
Bu dönem düşünceler tarihinde sadece bir düzeltme dönemi olmakla sınırlı kalmışsa da, Marx’ın çalışmalarının karikatürleştirildiği ve yok sayıldığı bu dönemin artık sona erdiğini söylemekten mutluyuz. Bizlerin sürekli biçimde “kuram” olarak adlandırdığımız alan dahilinde, Marx’ın statüsü, değişimin ölçeğini ancak yirminci yüzyıl sonundaki eleştirilerin malzemelerine, jestlerine ve girdiği kılıklara hayali bir geçmişe dönüş üzerinden gerçekten hesaplayabileceğimiz ölçüde çarpıcı biçimde değişmiştir. Üniversitelerin, özellikle de İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı edebiyat fakültelerinin içindekiler ve dışındakiler olarak bizler açısından ise 1990’lar, ancak bugün tamamlanmamış bir tarihsel-manevi birim olarak görülebilir hale gelen bir süreç olarak tamamen kendine has bir dönem olarak dikkat çekicidir. Bu yılların hissedilebilen bir kokusu, belirli bir ışık ayarlaması ve dedikoducu bir ses tonu vardı. Bir şeyi “sorunsal” olarak tanımlamak mı? O 1990’lardaydı. Anlatılamaz olana dönük boşboğaz sevinç çığlıkları; genellemelere içkin şiddete ve genel önermelerin imkansızlığına dönük kınamalar; sayısız sınır deneyimini, sınır hattını ve dışarısını takip eden sonu gelmeyen araştırmalar: Bu girişimlere bilgi sağlayan kuramların kendisini koruyan değeri olsun ya da olmasın, bundan böyle, bu kuramların inandırıcılığının yoğunluğuna ya da mantıklılığına dair inkâr edemeyeceğimiz bir şeyler var. Hegel’in, bizzat Marx tarafından da parlak biçimde benimsenmiş olan büyük yeniliği, onun belirli bir çağda ölü ya da canlı olan her şeyi temelden sorgulama yöntemiydi. Bizler, söylemlerin tarihsel metabolizmasına dönük bu zor bakışı yeniden düzenleme zorunluluğunun inkâr edilemez olduğunu düşünüyoruz. Bu yöntemsel başlangıç noktasından hareketle, yazınından –üzerinde temellendiği metinler ve kuramlar– öğrenmeye devam etsek de ve bu yazın bazı yönlerden gerçekten eşsiz olsa da, 1990’ların tininin ortadan kaybolduğunu ileri sürmek istiyoruz.
Bugün geçmişi de kapsayan bir açıdan baktığımızda, 1990’ların eleştirelliğinin en karakteristik etkeni, ekonomi politiğin neredeyse mevcut olmayışıydı. Bu, 1990’lar düşüncesinin kendi tarzının, nesnelerinin ve yönteminin önemli bir kısmını devşirdiği Fransız post-Nietzcheciliğinden miras alınmış bir eğilimdi. Mesela Joan Robinson, Harry Magdoff ya da Ernst Mandel’in ortaya koyduğu türden Marksist ekonomik analizler, 1968-sonrası Fransız düşüncesininkilere oldukça yabancı disipliner ve kavramsal koordinatlar dahilinde işliyordu ki adı geçen Marksist ekonomik analizler, 1968-sonrası düşünceden etkilenen düşünürler tarafından arkaik, belirlenimci ve kuramlaştırılmamış metafizik kalıntılardan muzdarip olarak görülüyorlardı. Ekonomi politiğin dili, bu dilin kurumsallaşmış komünizmin vadesi dolmuş retoriğine dair (yanlışlıkla) bir şey söylememek adına ritüel şüphecilikten arındırılmış ve dönemin yaygın görünen biçimde nadiren belirli bir üslup edinmiştir ya da kendini tekrarlamıştır. Fordist fabrika estetik biçimde tasarlanmış Apple mağazalarına dönüşürken, ekonomi politik de 1968-sonrası düşünceye dönüşecekti: Ağır ve vadesini doldurmuş olanın yerine ışıklı, geleceğe dönük ve kabaran şeyler alacaktı. Sosyal bilimlerin daha önceleri nesnelliğine dönük yapısalcı yatırımından, edebiyatın ve sanatsal pratiğin epistemolojik verimliliğine dayanan post-Heideggerci bir paradigmaya doğru yaşanan kayma, matematik dahilinde ifade edilebilen bir hakikate dair çökmüş modern rüyanın özellikle yanlış yönlendirilen yankısı olarak ekonomiyi daha da marjinalleştirecekti.
Bu eğilim, yüzyılın ağır altyapısının tepen inen Tanrısının sahneye çıkardığı komünist devrimlerinin on dokuzuncu yüzyıl liberalizmine karşı (veya dahilinde) onun disiplinci, devletçi, aileci ve prodüktivist normlarını en güçlü biçimde muhafaza ederek, onun siyasal uzamıyla bağlantısını koparmakta başarısız oldu. İster kendine özgü, rasyonel homo economicus isterse toplumsallaşmış yeni insan formunda olsun, ekonomik olan liberal ve komünist tekrarlarının söz konusu olduğu dönemin bakış açısından bir izomorfizm [eşbiçimlilik] doğmuştur. Her ikisi de bir yandan insani deneyimi üretim/tüketimin normatif disiplinci çevrimleri dahilinde evcilleştirmeye niyetli olduğu gibi, (Adam Smith’in mübadeleci özünden Marx’ın doğallaştırılmış türsel varlıklarına kadar) zeminini çeşitli ölçülerde doğada bulan rasyonel, insani öznelere dayanıyor gibi görünmektedir. Ekonomi, bir disipline etme, bedenleri özgürleştirmek yerine onları sinsice eğitmeye ve evcilleştirmeye çalışan bir düşünce paradigması haline gelmiştir.
Yine sahne arkasında işleyen şey, nedensellik temasının kapladığı bütün kavramsal alana dönük belirli bir rahatsızlıktı. Marx tarihsel materyalist bilimi “hakiki sosyalistler”in anlaşılmaz –aslında idealist– ahlakçılıklarından sürekli biçimde ayırmıştır; Marx’a göre, hakiki sosyalistlerde eksik olan şey, açıklayıcı ya da analitik bir güç, kapitalizmin gerçekte nasıl işlediğine dönük bir kavrayıştır. Marx’ın diyalektik yöntemi onu pozitivizmin savlarından koruyorsa da, Marx her zaman kendi çalışmalarının on dokuzuncu yüzyılın bilimsel doğalcılığı dahilinde yer aldığı düşünmüş ve tarihsel materyalizmin, dinamik, siyasal açıdan istikrarsız bugünde içerilme eğilimindeki sadece geçmişin değil yakın geleceğin de nedensel yapısının kilidini geçici olarak açtığına açıkça inanmıştır.
Bu düşüncelerin hepsi, Fransız kuramındaki post-Nietzcheci dönüş bağlamında kötü etkilenecektir. Nesne açısından Newtoncu mekanizmayla ve özne açısından kaba çağrışımcılıkla bağlantılı olan nedensellik, bundan böyle büyük ölçüde, aynı inatçı epistemolojik uzama aidiyetin bizatihi temsil olarak görülmeye başlanacaktır. Michel Foucault’nun muazzam soy kütüğü metinlerinin hepsinde ve onun harekete ve akışa dönük açık bağlılığına rağmen, eşsüremliliğe dönük açık –klasik açıdan Yapısalcı– bir tercih söz konusudur: zaman içinde farklı uğraklardaki karmaşık enstantaneleri yakalayan fakat farklılıklarının arasındaki nedensel bağlantı noktalarının somut anlatısı anlamında çok az mesafe kaydeden bir tercih. Gilles Delezue ve Felix Guattari’nin çalışmalarında ise nedensel bilgi, algıların, duyguların ve kavramların oluşumu etrafında örgütlenen bir felsefeden bir dereceye kadar vazgeçmektedir; bilgi, Foucault’dan aktarırsak, anlamak için değil, kesmek, üretmek ya da müdahale etmek için ortaya konulur.[i] Jacques Derrida’nın eserlerinde ise görev, daha geniş, belirleyici bir nedensel bağlam dahilindeki dolayımları ortaya koymaktan ziyade parşömen kağıdının yeniden yeniden yazılmış katmanlarının tozunu almaktır. Genel anlamda, 1990’ların –Fredric Jameson’ın çalışmalarına belirli bir istisna tanıyarak ve az önce bahsedilen kaynaklara dayanan– eleştirelliği, etkilerin üretimi ve dağıtımında yerleşik olan (ve genellikle “kökenler” olarak haksız biçimde zayıflatılan) nedenlerin ortaya çıkarılmasına dayanan bir bilgiden uzak durmuştur. Kültürün, siyasetin ve yaşamın ekonomik gerçeklik tarafından belirlenmesinin (ve onu belirlemesinin) sayısız yolunu keşfetmeye her daim ilgisi olan Marksizm’in, sadece (Pierre-Simon) Laplace’ın adına uygun düşen biçimde hakikate dönük aydınlanma iradesinin bir hatası, belirlenimci ve gerekirci olarak yeniden çerçevelendirilebilmesi de nedensellik kategorisinin böylesine yaygın biçimde reddi vasıtasıyla mümkün olmuştur.
Marx’ın kuramsal yörüngesindeki bir diğer etken ise iktidarı anlama biçimimizdeki temel bir dönüşümdü. Fransız felsefesindeki 1968-sonrası dönüş ile birlikte, hepimizin bildiği gibi, sömürü kavramı temel sermaye/emek ikiliğindeki klasik konumundan çıkarıldı ve bütün toplumsal ilişkiler alanına nüfuz etti. Sömürü kavramının ırk, –acil, güncel toplumsal mücadeleleri yankılayan bir süreç olarak– toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim eksenlerini tarif eden parçalı bir mikro-baskılar evrenine bu şekilde nüfuzu, yine de, Marx’ın tarihin evrensel öznesinin ve bununla birlikte de bizzat devrimci projenin görkeminin ve efsanesinin işaretini değiştirecekti. İşbu “ötekiler” gelmeleriyle partiyi berbat eden davetsiz misafirler de değillerdi: Parti zaten pek çok açıdan berbat olmuştu ve aslında bu yeni muhalefet ve isyan enerjileri sayesinde yeniden canlanmıştı. Fakat o zaman da, karmaşık ve geçmişten bugüne düşünüldüğünde anlaşılır nedenlerle, tarihin dışarıda bıraktığı çoklu öznellikler ile Marx’ın adını koyduğu evrensel özne arasındaki uyuşmazlık, ancak kriz olarak kendisi gösterecekti.
İktidar ve tahakküm her ne kadar bugün –dil faaliyetlerinden dik dik bakmaya, bir doktor ile hastası arasındaki ilişkilerden bizzat metafiziğin görünürdeki şiddetine uzanan– en ufak jestlere kadar sızmış olsa da, önceden ekonomi kategorisi altında kabul edilen bu alanların içi, paradoksal olarak, her anlamda boşaltıldı. Sömürü deneyimi, giderek küreselleşen, denetimsizleşen bir üretim süreciyle; patlama yapan hizmet sektöründeki hayatın düşük ücretli, güvencesiz ve sosyal devlet yardımlarından çok daha az yararlanılan gerçekliğiyle; yeni yoğun yatırım pratiklerinden beklenmeyen düzeydeki kişisel ve kamusal borçluluğa kadar varoluşun giderek finansallaştırılmasıyla; deneyim zamanının ve mekânının reklamcılık ve meta mübadelesi eliyle tamamen sömürgeleştirilmesiyle bütünleşti: 1990’larda bütün bunların farkına henüz büyük oranda varılmamıştı ve bunların yaygın biçimde ifade edilmesi, genellikle “küreselleşme” ya da “neoliberalizm” kod-kavramları altında olmak üzere son on yılın eleştirel ve kuramsal yorumcuları tarafından olacaktı. Yeni Sol kökenlerinden uzaklaşan ve giderek daha yaygın meşgul olunan “kültürel çalışmalar” olarak bilinen eleştirel pratik, bu gelişmelerin bir kısmına henüz daha gerçekleşirlerken işaret etmiştir. Gelgelelim kültürel çalışmalarda da nedensellik ve ekonomi politik, kimlik, anlam ve kültür temaları öne çıkarılmak suretiyle bir kenara ittirilecektir.
Bu bir komplo ya da fesat değil, bir paradigmanın kapanışıyla bir diğerinin açılışı arasındaki geçişte her zaman ortaya çıkan çubuğu tersine bükme ve gizlenme durumudur. 1990’ların eleştirilerinin bakış açısından, ekonomik tahakkümden bahsetmenin –ki bununla emeğin, üretimin ve bölüşümün hikayelerinden değil, sermayenin zaman üzerindeki, gelecek üzerindeki ve uzam, bedenler ve pratikler üzerindeki iktidarından bahsediyoruz– büyük oranda, artık ciddiye alınmayabilecek olan bir Foucault-öncesi iktidar kavramsallaştırmasına karşı artık işlevini kaybetmiş bir mesele olarak etrafından dolaşılıyordu. Marquis de Sade’ın dönemin çoğu etkili düşünürünün –Foucault, Pierre Klossowski ve Jean-Francois Lyotard’ı sayabiliriz– arka planında her daim bulunan düşünceleriyle birlikte, baskının kendisi şeffaflığını kaybetmiş ve toplumsal ıstırap birdenbire bilinçsiz ya da suç teşkil eden bir haz olarak yeniden yazılabilir hale gelecekti. Temelde genelleştirilmiş bir nominalizme denk düşen bir bağlamda, tikellikle, parçalar ve kimlikler ve bunlarla birlikte de kişiselleşmiş direniş ya da ihlaller olarak siyaset kavramsallaştırması gelişecekti. Sadece bir siyaset tarzı olarak değil, aynı zamanda bugünün genel gidişatından bir dışarısı bulmaya dönük bir arayış olarak devrim, artık, şiddetin evrensel olanın projesinde her zaman her yerde olduğu bir model olarak işlevselleştirilecekti. Bu da her ne kadar bizim açımızdan körü körüne bir Hegelcilik sayılabilirse de, bütün bunlara yardımcı olmamakla birlikte, geçmişten bugüne uzanan bir bakışla onları hem zorunlu hem de hakiki olarak adlandırabiliriz. Marx’ın post-yapısalcı tutulmaya maruz kalması, sadece gerçek konjonktürel çelişkileri aksetmekle kalmadı, pek çok açıdan, bugün ile uğraşmak ve bugün üzerine düşünmek için daha iyi donanmış bir Marx’ın melezlenmesi açısından zorunlu önkoşulu da sağladı. Bu derlemede sunulan Marksizmlerin esnekliği ve titizliği, bir zamanlar kendisini geleceğe sıçrayış olarak tahayyül eden Sovyet fabrikaları gibi artık demode bir uğrağı da içeren biçimde “aşırılıkları” ve 1990’lar eleştirisinin ara dönemiyle ıskalanmış karşılaşmaları içermese eksik kalırdı.
[i] Metnin devamında da görüleceği üzere, Deleuze örneği ikircikli bir örnektir. Deleuze her ne kadar edilgen, temsili izleme alışkanlıklarını haritanın etkin niteliklerinden ayırmakta kararlıysa da, Jacques Derrida’dan ya da Maurice Blanchot’dan çok maddi kalabalıkların diyagramlara dökülmesiyle ilgileniyordu. Yine de Deleuze’ün ileri sürdüğü Marksizm, kapitalizmin kapsamlı haritalarını çıkarmaktan daha çok kapitalizmi yıkma göreviyle ilgiliydi.
[Bu çeviri, Dipnot Yayınları’ndan 2017’de yayımlanan Çağdaş Marksist Kuram #1: Yapılar, Sistemler, Süreçler kitabının giriş bölümünün ilk kısmıdır. Çeviren: Soner Torlak]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.