Çoğu genç olan akademisyenlerin ezici bir çoğunluğunun barış imzacısı olmasıyla Marksizm Sempozyumu katılımcısı olması arasındaki bağ kazai değildi elbet
Çoğu genç olan bu akademisyenlerin ezici bir çoğunluğunun barış imzacısı olmasıyla Marksizm Sempozyumu katılımcısı olması arasındaki bağ kazai değildi elbet. İkisi arasındaki ilişki, sempozyumun Marksizmin hâlâ ve belki de diğerlerinden daha güncel bir nesnel dünyayı ve toplumu anlama kuramı olduğu yönündeki toplam iddiasıyla uyuşuyordu. Ancak, sadece bu kadarını söyleyip bırakmak eksik kalacaktır. Bu ilişki aynı zamanda değişme ve değiştirmeye duyulan yakıcı ihtiyacın bir ifadesidir
Marx’ın 200. yaşı dolayısıyla 4-5-6 Mayıs tarihlerinde düzenlenen Güncel Bir Kuram Olarak Marksizm anabaşlıklı sempozyumun birçok insanın kafasında canlı ve geçerli soru(n)lar bıraktığı muhakkak. Belki de şu ya da bu şekilde bir parçası olanların kafasını meşgul etmeyen tek soru ise sempozyumun iddiasına dair: Marksizm hâlâ, hakikaten güncel mi? Cevap net: Kesinlikle evet. 200 yıl önce doğmuş biriyle başlayan ve o kişinin başka biriyle tanışmasıyla devrimci bir itki kazanan bu güncel olma hali, pek az toplumu anlama kuramına, ama yalnızca bir toplumu değiştirme kılavuzuna has bir özellik. Tersinden ifade etmek gerekirse, sempozyumdaki her bir sunumu, her bir soruyu, her bir katkıyı “Marksizm hâlâ güncel, çünkü…” şeklinde tercüme etmek mümkün.
Mümkün olmayansa, “çünkü”den sonrasını dolduran “Marksizm”in herkes için baştan sonra aynı Marksizm olduğunu iddia etmek olurdu. Bunun birden fazla sebebi var. Herkesin sorun edindiği toplumsal olgunun açıklanmasında Marksizmin farklı yerlerinden, Marx’ın farklı dönemlerde yazdığı farklı eserlerinden, kuramın farklı soyutlama düzlemlerinden yararlanması ve yararlanma biçimlerinin de farklılaşması, yani Marx’a farklı perspektiflerden bakmak en genel sebep denebilir. Hemen ardından sıralanabilecek sebep ise, anlama, açıklama ve değiştirme işlevlerine atfedilen vurguların farklılaşmasında. Üçüncü bir sebep ise dünyanın hal ve ahvali. Son tahlilde, 16 yıldır aynı partinin tek başına iktidar olduğu bir ülkenin Marksistleri, hem dünyanın gidişatını anlama hem de bu gidişat içerisinde bulundukları coğrafyayı anlama ve değiştirme saikiyle oradaydılar.
Tüm bu farklı görünen saiklerin birbiriyle karşıt, birbirine bağlantılı, çelişen ve/veya nedensellik arz eden birtakım eğilimler oluşturduğu daha bir gözle görünür oldu bu sempozyumla. Bunlardan bir tanesi, Marksizmin soyutlamalarının gündelik olan karşısındaki açıklayıcı gücünün açığa çıkarılmasında yaşanan zorlukla malul; diğer bir deyişle, kavramları operasyonel hale getirme sürecinde somutlama mı yapıldığı yoksa indirgemeciliğe mi düşüldüğü önemli bir soru(n). Öte yandan, gerçek ilişkilerin ve çelişkilerin görünümlerinin aceleleyle kavramsallaştırılması ve kurama sokuşturulma çabası başka bir eğilimi oluşturuyor. Kapitalist üretim biçiminin bugünkü aşamasında ürettiği tüm toplumsal ilişkilerle birlikte önümüze attığı yeni problemler ya da eski problemlerin açığa çıkan yeni görünümlerine bir yanıt geliştirme ihtiyacının bu aceleciliği körüklediğini not düşmek gerek. Ne var ki buradaki soru(n)da olguların kavramsallaştırılmasında Marksizmin diyalektik yönteminin ne kadar çalıştırıldığı. Kabaca ifade etmek gerekirse; görünüş/gerçek, olgu/kavram, pratik/kuram gibi ikili düşünme halleri arasında ampirizm ile teorisizm arasında bir ucu diğeri karşısında mutlaklaştırmasa da salınan bir sarkaç hareketi söz konusu.
Tüm bu eğilimlerin semptomize olduğu birtakım cümleler var: Örneğin; “Başlı başına Marksist bir devlet kuramından söz etmek mümkün olmasa da….”, “Bilindiği gibi Marx kent ve çevre sorununa dair özel bir kuram ortaya koymamıştır. Ancak…”; “Marx, kadın sorununa dair yok denecek kadar az şey söylemiştir, şöyle ki…” vb. Buradan hareketle bir diğer eğilimi de tanılamak mümkün: Marx’ın ve Marksizmin bıraktığı iddia edilen bu “boşluk”ları, Marksizmin içindeki ya da dışındaki, yakınındaki ya da uzağındaki bazı kuram ve kuramcılarla doldurma eğilimi. Bir olgunun bütününün her bir parçası için ayrı bir kuramdan, ayrı bir kuramın spesifik bir kavramından faydalanırken, eklektizm çoğu zaman göğüslenemeyen bir risk olarak ortaya çıkıyor. Karikatürize edersek, parçaların her birine farklı bir yerden bir kavram yapıştırıp bütünü bütün olarak kavramayı imkansızlaştıran eklektik okumalar bunlar. Elbette, bu tespit farklı kuram ve kavramlardan faylanmayı yadsımıyor, yadsımamalı. En başta üç ana kaynaktan, Alman felsefesinden, İngiliz ekonomi politiğinden ve Fransız sosyalizminden faydalanarak kendi ayakları üzerine dikilmiş bir kuram olarak Marksimin bu çeşit kaba bir dışsallaştırmayı benimseyeceğinin düşünülmesi abes olurdu. Ne var ki mesele, Marx’ın bu üç ana kaynakla ne yaptığında ve nasıl yaptığında.
İşte tam da bu yüzden sempozyumun en canlı tartışmalarının yaşandığı oturumların “diyalektik ve yöntem tartışmaları” olması tesadüf değil. Tüm bu ampirizmle teorisizm arasındaki gidip gelmelere, üst üste, art arda konan kavramlar eklektizmine rağmen değil. Çünkü bu eğilimlerin her birini, eğilimler arasındaki hareketi bir yöntem arayışı olarak görmemizi mümkün kılan işaretler var. Örneğin; bazen bir entite, bazen bir özne, bazen bir ilişki, bazen bir süreç, birçok sunumda farklı farklı ele alınan “sınıf”. Kütlesi hesaplanmaya çalışılırken hareketi gözlemlenemeyen, hareketi ele alınırken kütlesi buharlaşan bu varlığı, parçalar arasındaki eklektik mesafeyi ortadan kaldırıp, parça-parça ve parça-bütün arasındaki bağıntıları hareketi içerisinde, yani diyalektiği çalıştırarak kavramaya dönük bir düşünsel yürüyüş var. Bu, kendini Marksizm dışı “prekarya” kavramının eleştirisinde ya da Marksizm içi sayılan diğer Weberyen sınıf analizlerinin eleştirisinde aşikar ediyor. Ya da devlet meselesinde. Dümeninde tek bir partinin ve giderek tek bir adamın olduğu, tüm o ezici ampirik varlığıyla devlet ile toplumsal bir ilişki olarak devlet arasında kurulmaya çalışılan bağda bu yürüyüşün ayak izleri var.
Bu sempozyumun gösterdiği bir başka şey de, istikametin bir bütün olarak Marksizmin bütünlüklü kavranması olduğu söylense abartılmış mı olunur? En azından, kapitalizmin ürettiği, parçalı görünen sorunların ele alındığı her bir oturumda, “Marksizm ve Devrim”i konuşan, Türkiye’de Marksizmi bir bütün olarak kavramış üç isme yapılan göndermelerin sürekliliği bu iddiayı destekler nitelikte. Metin Çulhaoğlu’nun güncel durum karşısında Marksizm dışına düşmeden vurgu ve ağırlık kaydırmalarıyla bir devrim/iktidar perspektifi geliştirilebileceğine dair önerileri, Sungur Savran’ın Marksizmin kurucularına ve kuruluşuna dair yaptığı retrospektif Leninizm okumasında Marksizmi Leninizmden “arındırma”nın onun tahrifi olduğunu ispatlayan tespitleri ve işçi sınıfının en yüksek örgütlenmesinin kaçınılmaz belirleyiciliğine yaptığı vurgular, Aydın Çubukçu’nun epistemolojik bir “bilinebilir evren” önermesinden yola çıkarak, bununla kendini sınırlamayıp “değiştirilebilir bir evren” kavrayışına varan diyalektik materyalizmin, hem bir eleştiri silahı hem bir eylem kılavuzu olarak, toplumsal pratiğin bilimini yaparken konu edindiği varlığı (toplumu) değiştirme olanaklarını da ortaya çıkaran biricikliğine dair çözümlemeleri… Sempozyum bir kitap olsaydı, her sayfasında bu üç sunumdan bir alıntı olurdu.
Peki bu durum bize ne söylüyor? Sempozyumun oturumlarına katkıda bulunanların, oturumları yönetenlerin ve dinleyicilerin önemli bir kısmını ya KHK’lerle ihraç edilen ya da memleketin mevcut atmosferinde ihraç edilse şaşırılmayacak akademisyenler oluşturuyordu. Çoğu genç olan bu akademisyenlerin ezici bir çoğunluğunun barış imzacısı olmasıyla Marksizm Sempozyumu katılımcısı olması arasındaki bağ kazai değildi elbet. İkisi arasındaki ilişki, sempozyumun Marksizmin hâlâ ve belki de diğerlerinden daha güncel bir nesnel dünyayı ve toplumu anlama kuramı olduğu yönündeki toplam iddiasıyla uyuşuyordu. Ancak, sadece bu kadarını söyleyip bırakmak eksik kalacaktır. Bu ilişki aynı zamanda değişme ve değiştirmeye duyulan yakıcı ihtiyacın bir ifadesidir. Evet, Marksist siyasetin akademide üretilen bilgiden yararlandığı kadar, “akademik Marksizm”in siyasetten yararlandığını söylemek güç. Ne var ki, akademinin kurumsal duvarlarından özgürleşmiş bir “akademi”nin toplumsallaşarak zorunlu ve bilinçli olarak 11. teze doğru yürüdüğü de muhakkak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.