El Greco’nun maddi gerçekliğe yönelik muhteşem hürmetsizliği bütün sanatçılar için bir derstir
En azından kabul edilmelidir ki – güneşten ziyade ay, El Greco’nun dehasının gözdesiydi. El Greco, mutlak cansızlıktaki basit nesnelerin canlandırma gücüne sahip olduğu belirsiz ve anlaşılması zor duyguları bizler için betimlemek adına tekrar tekrar gelecektir. Şu ya da bu taş çatlağı onun İblis’i için yüksek sesle ağladığında, ya da herhangi bir ıssız yol onun geri dönüşü olmayan ölümünü fısıldadığında, El Greco’nun eseri olan bu kıpırtı üzerine düşünülmelidir
Büyük bir dâhinin geç kazanılmış bir egemenliğe kavuşmasında daima belli tehlikeli anlaşmazlıkların payı olmuştur. Kuşkucu bir gözlemciye göre, doğuştan gelen karakteristik kusurları söz konusu olduğunda, El Greco’ya dair mevcut iki yorum takdire şayandır. Kastettiğim yorumlar Maurice Barres tarafından kaleme alınmış olan “Toledo’nun Gizemi” (Secret of Toledo) adlı bir kitap ve Bay Aubrey Bell tarafından Nisan 1914’te kaleme alınmış olan “Çağdaş” (Contemporary) adlı makaledir.
Barres –Fransızların Fransızı– büyüleyici ve ikna edici bir mantık çerçevesinde, bu hayranlık uyandırıcı delinin makul zararsızlığını yaygınlaştırmaya girişir. Toledo’ya tercüman olur, İspanya’ya övgülerini sunar ve Domenico Theocopoulos’a sahip çıkar.
“Toledo’nun Gizemi”, aydınlatıcı bölümleriyle büyüleyici bir eserdir ancak fazlasıyla mantıksal, fazlasıyla ikna edici, İspanya’nın ve İspanya’nın bu büyük ressamının karanlık ve keyfe keder ruhlarına erişmek adına, itinalı biçimde yapılmış genellemelerin süslü anlatımlarıyla doludur.
Buna karşın Bay Bell, El Greco’yu Epiküryen bir ekole dönüştürmekten uzak durarak, bir tür beceriksizlikle, onu İngiliz İdealizminin sahne ışıklarının önüne sürükler.
Velasquez’i küçümsediği için kendisinden özür dilediği anlamını çıkarır ve insanı iç karartıcı bir duyguyla baş başa bırakan, Yüksek Gerçekçilik ile Özsel Hakikat üzerine bir söyleme girişir. Görünmez iplerin ve makaraların hantal hareketlerini kullanarak, sanatçıdaki en kişisel ve en göze çarpan şeyleri bir boşluğa terk eder.
Eğer onu Kastilyan dansları, Gotik manastırlar ve Mağribi şarkılarıyla canlı bir uyum içinde, pürüzsüz şekilde sunmak, bu hayali Toledolu için küçümseyici ise, yine de onu azgın türden geleneksel bir idealiste dönüştürmek daha kötüdür. O, ne estetiğe ne de idealistlere aittir. O, acımasız sihrinin tılsımlı dairesine girmek için beğenisi yeterince saflaşmış, inatçı ve tutkulu olan her bir ruha aittir.
O karanlık Toledo Kilisesi’nde, biri bir diğerinin yüzünü kiliseyi Kont Orguz’un mezarından ayıran demir parmaklıklara sıkıştıracak olursa, soluğunu tutan ne bir sanat meraklısı ne de bir idealist olacaktır. Zenginler gibi süslenmiş olan ve dal gibi muhteşem elleriyle o güzel bedeni toprağa davet eden genç ve kibirli azizler; onların sihirli hareketleri yalnızca ölümün sırrına ait bir ritim midir?
Çekingenlikleriyle –üzüntüyle değil– tarafsızlıklarını uzaktan bildiren bu kulağı çekilmiş ve ayıklanmış izleyiciler; onlar bu Günah Evi’nin kabul edilmiş gözcüleri midir?
Hangi görünüşteki sembol o cinsiyetsiz çocuğu temsil eder?
Lüks, ölümün giysisidir; ve kanatlarının düşüşünün krallara yakışır bir katiyeti vardır; ama saygı duyun! Mahvolmuş bir zayıflık içinde bulunan, bu tamamen çıplak ve özgürleştirilmiş ruh, Tanrı’nın görünüşü karşısında ürperir!
Toledo’da bulunan El Greco Evi ve Müzesi birçok etkileyici şeye sahiplik ediyor. Orada, duvarlardan bizim üstünkörü dualarımızı izleyen havarilerden her birinin kendine ait gizli bir deliliği, imkânsız bir hayali vardır! Aziz John asla unutulamayacak biri. El Greco onun saçlarını gerçekten canlı bir alevmiş gibi boyadı, ayrıca Aziz John’un etinin tuhaf renkleri gerçek bir orkide ağacının dokusuna sahip olduklarını düşündürecek bir etkiye sahiptir.
Mösyö Barres’in kasıla kasıla yürüyen Moor’lar, kültürlü Yahudiler ve resmedilmeye değer Vizigotlar’a dair şu renkli çizimleri, bu eşsiz anormalliklere bir an için bakıldığında ne kadar ilgisiz görünüyor! Yüksek Gerçekliği zorlamaksızın bu hayallerin sahibi ile niçin kimse bir adım bile atamaz? Bu işi ancak insani hayal gücü kadar çılgınca ve güzel addetmek bu şahsın gizemini küçümsemek anlamına gelir.
El Greco dünyayı saf, yalnız ve fantastik bir keyfiyette yeniden yaratır.
Onun sanatı evrenin gizemli hakikatini ya da sonsuz hareketini temsil etmez; yalnızca El Greco’nun mizacını temsil eder.
Her sanatçı bizi kendi kişisel bakış açısıyla büyüler.
Kalabalık Zocodover’deki kafelerden birinde şarap içen, zihni şaşırtıcı düşlerle meşgul bir seyyah, belki de dünyadaki daha büyük düşlerin geçip gitmesine izin verecektir – hayal içinde hayal!
El Greco’yla arkadaşlık etmek için, masada bekleyen bir deri bir kemik adam sanki hapse tıkılmış bir Don Kişot’un biçimini kazanıyor, pencerenin ardındaki dilenciler ise kılık değiştirmiş tanrılar gibi görünüyor.
Bu büyük ressamın, tıpkı Rus Dostoyevski gibi, aşırı zayıflığa karşı bir düşkünlüğü bulunuyor. Onun Tanrı’ya daha yakın bir konumda bulunan kahramanı Degenerates, bütünüyle mecalsiz bırakılmış bir şekilde onların insani arzuları oluverir.
Beatific Vision’ın görünüşünde, arkaya basık çeneleri, kalkık burunları, sarkık dudakları, titreyen burun delikleri ve eğri kaşlarıyla korkunç görünen yüzleri, insanın bütün metanetini ve baskı altında kalmışlığını bir kenara bırakmasını ifade eder gibi görünüyorlar. Dostoyevski’nin yaratıkları gibi, insanın bilgeliğinden çok daha üstün bir biçimde, Tanrısal Ahmaklığın okyanusuna dalıyor gibiler – tıpkı suya dalan dalgıçlar gibi.
Vecd hâlindeki bu insanlar arasında, aklın asaletine ya da kendilerine saygıdan doğan suskunluğa tutunmak gibi bir çaba yok. Çırılçıplak bir şekilde kendilerini anlamsız bir boşluğa bırakmaktalar.
Nihayetinde, Bay Bell’in, Pater’ın Heraklitos’tan yaptığı alıntıya aktararak başvurduğu bu tutkulu “Yaşamsal Hareket”, Dünyayı İnkâr Eden’in sonsuzluğa dalarken giysileri üzerine hücum eden rüzgârdan başka bir şey değildir.
Haçlı Aziz John gibi, El Greco’nun da hayalciliği Aklın Gecesi’nden Duyguların Gecesi’ne; Duyguların Gecesi’nden Ruhun Gecesi’ne geçiş yapar ve bu son gece Tanrı’nın kendisinden başka bir şeyi göstermiyorsa, bu ilahi dalış hiçbir ölümcül gün ışığını geri getirmez.
Domenico’nun portreleri onun bakış açılarından bir şekilde farklı bir karaktere sahiptir. Burada, uzun ve sakallı keşişlere, bakışları ışıksız bir madendeki işçilerin bakışlarına benzeyen bu ağırbaşlı entelektüel delilere, kendi kimliğinden tanıdığı ve hissettiği şeyleri katar.
Bunlar, bu çeşit çeşit maskeler ve aynalar, bu portreler, farklı ıssız vadilerdeki derin suların yüzeyleridir; ancak derinlerinden aynı kayıp ruhun gölgesi kendini gösterir, aynı gece yarısının soluğu tarafından yerlerinden oynatılırlar.
Prado’daki Çarmıha Gerilme ve bir Tanrı’nın ucubesi tarafından Philadelphia’ya götürülen bir başkası, hayal gücümüzü çok ötelere taşıyan bir arka plana sahiptirler.
Bu en eski buz, kurşuni ve çelik mavi gölgeleriyle, tanrıların diğer gezegenleri –güneş ve yıldızdan yoksun ölü gezegenleri– bizimkinden farklı kıldığı şey mi? Bunlar Mesih’in tam karşılarında asıldığı, Kaos’un dik kayalıkları mı, yoksa tüm yaşam denen mezarının buz tutmuş hudutları mı?
El Greco’nun maddi gerçekliğe yönelik muhteşem hürmetsizliği bütün sanatçılar için bir derstir.
Aklımıza William Blake ve Aubrey Beardsley geliyor. El Greco insan bedenini, anatominin ve doğanın muhalefetine karşın, üzerinde esrik hiyerogliflerinin izini sürebildiği, olanca yumuşak kil olarak görüyor.
El Greco, günümüz Matisse’çilerinin ve fütüristlerinin gerçek müjdecisidir. Tıpkı onlar gibi tüm hayal gücünü mekanik sınırlamalardan kurtarma ve dünyaya istediği gibi şekil vermek için kendini serbest bırakma cesaretini taşır.
Madrid’e gelen hangi serseri ziyaretçi, sessiz, gül renkli bir binada kendisini sonsuz bir entelektüel duyarlığın beklediğini kestirebilir?
Müzeye girip birbirine çok yakın duran muhteşem Titian’ları geçtiğinizde kalabalık oldukça sıklaşır – bizimkinden daha zengin bir dünyadan geniş ve yumuşak boşluklar; daha yeşil dallar, daha mavi gökler ve daha aydınlık bir hava; Yüce İsa’nın doğallıkla ve kolayca hareket edebileceği bir dünya, görkemli, haşmetli, şifa sunucu ve sahici bir Tanrı; belki satirlerin kanıyla hayat bulan üzümlere sahip bir dünya, kahramanların kalplerini güçlendiren mısıra sahip bir dünya – ve üzerinde El Greco’nun buzul kuzey ışıkları bulunan sürgülere gelirler. Böylece hiçbir sabit nesnel hakikatin ve hiçbir geleneksel idealin, insanın hayal gücünü kilit altında tutmaya hakkı olmadığını hissedersiniz.
Louvre’daki büyük galeride, bunların hiçbirinden daha az çarpıcı olmamak üzere “Le Roi Ferdinand”ın sıra dışı portresiyle karşılaşılır.
Sanatçı, kralı, diğer insanlardan farklı olarak olgun bir usançla resmetmiştir. Onun ay gibi beyaz zırhı ve gümüş renkli tacı, ölümün bezekleri gibi görünür. Yüksek ve tuhaf tepedeki puslu, mütereddit ve uzun gölgeler, âdeta geçip giden tüm geçici kuruntular tarafından bir kenara atılmıştır.
Parıltılı bezekleri içindeki hayalet benzeri o şey, bir Kayıp Atlantis kralı, azat edileceği vakti beklemektedir.
Ve o yalnızca gölgeler kralı değildir; eğlence düşkünlerinin kralıdır da, eğlence düşkünü bir kraldır.
El Greco kendisini iki asayı tutarken resmetmiştir. Biri Ahmağın Biblosu’na benzer ve ucunda, Güç İllüzyonunun sembolü olan, –ölü ve hatalı– çıplak bir el resmi durur. Giydiği taç, yanardöner ve doğal olmayan bir biçimde ağır olmakla beraber, bir çocuğun kabuklarla ve deniz yosunlarıyla oynarken yaptığı bir taca benzer.
Bu figürün yüzündeki inancını yitirmişliğin doğurduğu ironi; tefekkürden idareci adamın bayağılığına sürüklenmiş gibi duran –tıpkı Platon’un bize krallara yaptırdığı türden– o bakış enfes bir sanat tarafından, fantastik saçmalık türünden bir gariplikle, incelikli bir şekilde harmanlanmıştır.
“Le Roi Ferdinand” neredeyse küçük bir kıza ait, gümüş pullarla bezenmiş ve yağmurlu bir akşamda yanlışlıkla kapı dışarı edilen Bebek-Kral oyuncağının büyütülmüş bir kopyasının yerini tutabilir.
Onunla ilgili bir şeyin İngiliz bir çocuğa “Aynada Görülen Alice”te (Alice Through the Looking Glass) yer alan, oldukça yardıma muhtaç ve budala görünen “Beyaz Şövalye”yi, zırhının üzerinde gece biriken çiyler ile, Gençliğin verdiği Hayal Gücü tarafından yaratılan bu zavallı “Hayalet”i düşündürebileceğini akıllara getirir.
Kanal’ı yeniden geçerken belki de bu resimleri geride bırakırsınız, ancak El Greco’yu asla tamamen unutamazsınız.
Geceleyin düşlerde, onun tuhaf âleminin insanları geri dönecek ve gitgide küçülerek, akıp giderek etrafınızı kuşatacak ve bu tutku dolu gölgeler bir yandan da, kollarını sonsuzluğa doğru faydasız yere uzatarak, elde edemedikleri kalan şeyler için yüksek sesle ağlayacaklar.
Evet, düşler ülkesinde onu, dünyayı gururla hor gören bu adamı tanıyoruz!
Kendi güvenli içsel inzivamızdan onun Ölümle Dans’ının geçişini izleriz ve biliriz ki, rüzgârda sürüklenen bu göçebelerin aradıkları, ne bizim idealimiz, ne bizim gerçeğimizdir. Ne de bizim dünyamız ya da bizim cennetimizdir. Onlar garip, Hiçlik havuzlarının etrafında çocukların hoplayıp zıplayarak oyunlar oynadığı düşsel bir Nirvana’yı ararlar.
Bu anlamlı deha gücü, aslında, bizi tuhaf hilelere sürükler. Zaman zaman El Greco’nun azizlerinin gözlerindeki ve burun deliklerindeki hararetli arzunun, erken dönem Yunan heykeltıraşı Scopas’ın yarı-insan amfibyumlarının göz kapaklarını kaldırma zahmetini gösterdiği o trajik bakışın garip hatırası olduğunu düşlemişimdir.
Bir İngiltere güzünde bastıran rüzgâr pencerenin karşısındaki köknar ağaçlarının dallarını titretirken bu resimler üzerine düşünmekle, sanki Domenico’nun beynindeki tüm bu garip evren vahşi ve beyaz kollarını ileriye doğru uzatıyormuş ve etrafa dağılan ince yarasamsı canlılar serseri ayın altında ağlıyormuş gibi görünür.
En azından kabul edilmelidir ki – güneşten ziyade ay, El Greco’nun dehasının gözdesiydi. El Greco, mutlak cansızlıktaki basit nesnelerin canlandırma gücüne sahip olduğu belirsiz ve anlaşılması zor duyguları bizler için betimlemek adına tekrar tekrar gelecektir. Şu ya da bu taş çatlağı onun İblis’i için yüksek sesle ağladığında, ya da herhangi bir ıssız yol onun geri dönüşü olmayan ölümünü fısıldadığında, El Greco’nun eseri olan bu kıpırtı üzerine düşünülmelidir.
Gelecekte, tabii ki, her zaman büyük sanatçılar olacaktır ve bizim –ister bilimsel, isterse hayali olsun– mantıksal kategorilerimize riayet etmeyi reddedenler en orijinal sanatçılar olacaktır.
Bu sanatçılardan biri olmanın yolu, Saf Hayalgücü’nün ülkesine, imkânsız düşlerin Ultima Thule’una girmekten geçer.
Tıpkı Edgar Allan Poe gibi, bu büyük ressam da Din ve Bilimin sağladığı insani olanakları olağanüstü bir biçimde kullanabilir; ancak söz konusu onu takip etmekse, son kertede düşünülecek olan şeyler bunlar değildir; daha incelikli, daha dolaylı, daha öte ve çok daha fazla düş gücüne dayanan şeyler düşünülmelidir.
El Greco’nun gidiş-gelişlerinin etkisini araştırmak için Toledo’nun sokaklarında dolaşılabilir; ancak Domenico Theotocopoulos’un ruhu orada aranmamalıdır.
O ruh, sonsuz “Anneler”in mağarasında Faust ile birliktedir.
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının dördüncü bölümüdür.
[Naim Atabay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.