CHP’yi solculaşma-sağcılaşma göstergelerine referansla değil, Türkiye’nin yeniden kuruluşunu merkezine hangi düzey ve kapsamda alıp almadığıyla değerlendirmek, daha politik bir tavır olacaktır; zira ilkinin “normal zamanların siyasal yelpazesi” yanılsamasını yeniden üretmekten başka bir etkisi bulunmamaktadır CHP’nin 15 milletvekili transferiyle İYİ Parti’nin seçimlere girmesini garanti altına alan ani hamlesi, AKP kurmay heyetinde büyük bir şaşkınlığa, dolayısıyla kızgınlığa […]
CHP’yi solculaşma-sağcılaşma göstergelerine referansla değil, Türkiye’nin yeniden kuruluşunu merkezine hangi düzey ve kapsamda alıp almadığıyla değerlendirmek, daha politik bir tavır olacaktır; zira ilkinin “normal zamanların siyasal yelpazesi” yanılsamasını yeniden üretmekten başka bir etkisi bulunmamaktadır
CHP’nin 15 milletvekili transferiyle İYİ Parti’nin seçimlere girmesini garanti altına alan ani hamlesi, AKP kurmay heyetinde büyük bir şaşkınlığa, dolayısıyla kızgınlığa yol açtı. İyi çalışılmış, ince düşünülmüş ve hiçbir aşamasında sızdırılmamış bu hamleyi değerlendirirken 15 milletvekilini bir de şu il gruplarıyla düşünelim: İzmir, Aydın, Bursa, Balıkesir, Amasya, Burdur; Afyon, Ankara, Niğde, Kayseri; Çorum, Zonguldak; Kocaeli ve Edirne. Şimdi soralım: AKP nerelerde MHP’ye ihtiyaç duyacak? MHP potansiyelini büyük ölçüde absorbe ettiği Çankırı, Yozgat ya da Erzurum gibi illerde değil, herhalde; (kaldı ki böylesi illerde benzer bir hamle yapabilecek CHP milletvekili de mevcut değil). Öyle iller var ki, seçmenlerin MHP tercihlerine bağlı olarak AKP’nin üçüncü parti sıralarına itilmesi söz konusu. İşte 15’liler tam da bu özelliklere sahip illerin milletvekilleri.
2014 yerel seçimlerini yakından izleyen biri rahatlıkla şu tespiti yapabilirdi: CHP, aday belirlemede başta ilan ettiği ve dönemin yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcısı Dr. Gökhan Günaydın’ın ısrarla korumaya çalıştığı ilkelerde sebat edebilse ve 17-25 Aralık skandalının rehavetiyle seçimlere “beş kala” iç hesaplaşmalara kalkışmamış olsa, 30 Mart 2014 gecesi Türkiye haritasında Ege ve İç Egeyi, Akdeniz ve İç Torosları, Marmara ve Batı Karadeniz hattını terk ederek, İç Anadolu – Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz yönünde gerilemeye başlayan bir AKP tablosuyla karşılaşmamız pekâlâ mümkündü. Nitekim bu tablonun bir benzeri 2017 Anayasa referandumunda da ortaya çıktı. Bu coğrafi hatta, AKP’nin varsa tek şansı, MHP oy potansiyelini rakipsiz bırakılıp, CHP’yi de sabah akşam bölücülükle kriminalize etmekle oluşabilirdi; ki 15 Temmuz sonrasında da göstere göstere bu taktiği izlemekteler. 15 milletvekilinin coğrafi dağılımı bu bakımdan son derece önemlidir: Hem MHP oy potansiyeli, içerden bir alternatife kavuşmuş, hem de bunu sağlayan bir CHP’yi bölücülükle yaftalamanın inandırıcılığı güçlü bir darbe yemiştir. Soru şudur: Bu hamle CHP bakımından bir seçim taktiği midir, yoksa stratejik bir yönelim gereği midir? Bu sorunun yanıtını, Adalet Yürüyüşü “sıfır baraj ittifakı” girişimi ve bu girişimi gerekçelendirme biçimlerini de değerlendirerek vermek, anlamlı olacaktır.
CHP 24 Haziran’da yapılacak seçimlere kadar, sanki Türkiye’de siyasal yelpazenin bir merkezi hala varmış, kendisi de bu merkezde üst sınırı yüzde 30 olan (sol) bir alanı temsil ediyormuş gibi davrandı. 2007’ye kadarki seçimler söz konusu edildiğinde, bu davranışın bir yere kadar maddi karşılığının bulunduğu söylenebilir. Ama özellikle 2010 Anayasa Referandumundan sonra, şimdilerde hakkında arama kararı çıkartılan G. Fuller’in sözleriyle “Gülen Cemaati ve onun siyasi tamamlayıcısı olan AKP”nin yeni bir hükümet sistemi ve siyasal rejim inşası söz konu olduğunda, aynı sanıyı sürdürmek, saflık ötesi bir durumdu. “Üç Ekmeleddin”, “beş Yavaş” tarzı bakkal hesapları bu sanının ürünüydü. Burada sorun, adayların siyasi aidiyetleri değildi. Sorun, AKP’yi “normal zamanların iktidar partisi” olarak kavramakla ilgiliydi. Oysa karşısında “kurucu irade aygıtı” olarak din referanslı bir toplum kuruluşunu, merkantilist iştahla Müslüman ülkeler coğrafyasına genelleştirerek yürüten bir siyasi hareket mevcuttu.
Devletin bütün olanaklarıyla dinci normları, toplumsal ilişkilerin düzenleyici (Anayasal) referansı olarak dayatan hamlelere karşı Türkiye toplumu destansı bir direniş sürdürmektedir. Bu yazı İktidar Bloğu’ndaki yarılmaları, klik çatışmalarını ve tasfiyeleri konu almıyor; dolayısıyla burada sadece şunu söylemek yeterli olabilir: Sözü edilen siyasal hareket, en hırslı ve en pragmatik kliğinin mutlak hakimiyetine daralmış vaziyettedir. Tam da bu nedenle lider kültü etrafında kendi siyasi varlığını Türkiye ile özdeşleştirme (“AK Parti Türkiye’dir”) stratejisi, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası daha yoğun bir şekilde dayatılmaktadır. Burjuva iktidarlarının kendi sınıf çıkarlarını ulus çıkarı olarak genelleştirmesi, hayli eski ve bilinen bir konudur. AKP, genelleştirme zahmetine (!) katlanmadan lider kültü etrafında kendisini doğrudan Türkiye olarak sunuyor. Öyle anlaşılıyor ki kendi çıkarını ulus çıkarı olarak genelleştirebilmek de belli bir siyasal kapasite meselesi imiş! Bu topraklarda rızaya dayalı içerme kapasitesi bulunmayan AKP, hakimiyetini çıplak zor dışında sürdürme olanaklarını yitirmiş durumdadır. Nitekim lider-parti-ülke özdeşliğine karşı çıkanlar hızla kriminalize edilerek politik-toplum (“millet” diye de okuyabilirsiniz) dışına sürülmektedirler. Suçlama ve dışlama dalgası, sözü edilen özdeşliğe karşı çıkanlardan onay vermeyenlere doğru -yasa dolayımlarına da gerek duyulmadan- hoyratça genişlemektedir. Şimdilik içerde yaslandığı zemin, Kürt siyasallaşmasının herhangi bir idari biçim altında egemen bir halk statüsüne evrilmesine bölgesel çapta mutlak karşıtlık zeminidir, ki AKP bakımından tümüyle pragmatik refleksin ürünü olan bu tutamak, Ortadoğu’da olduğu kadar içeride de sürdürülebilir görünmemektedir.
Bugüne kadar, AKP’nin “kurucu irade örgütü” faaliyeti yürütüp, seçimlerde kalkınmacı muhafazakâr sağ parti postuna büründüğü seçimler yaşadık. Aynı dönemde CHP ise “normal zamanların merkez sol partisi” faaliyeti sürdürüp, seçim dönemlerinde kurucu parti retoriğine sarıldı. Şimdi ilk kez anamuhalefet partisi konumunu farklılaştırıyor. Adalet Yürüyüşü’nde de benimsendiği şekliyle CHP, laik, demokratik, hukuk devleti esaslarına yaslanan yeni bir kurucu irade refleksi sergiliyor. Çağrısı, tıpkı AKP gibi kategorik: Ya demokrasiden yanasındır ya diktatörlükten. “Sıfır baraj ittifak” önerisi ve bu ittifakı gerekçelendirme biçimine bakılarak, CHP’nin yeniden “kurucu parti” formuna büründüğü ve meseleyi yeni bir toplum sözleşmesi için en geniş ittifakı sağlamak şeklinde ifade ettiği, söylenebilir.
CHP’yi solculaşma-sağcılaşma göstergelerine referansla değil, Türkiye’nin yeniden kuruluşunu merkezine hangi düzey ve kapsamda alıp almadığıyla değerlendirmek, daha politik bir tavır olacaktır; zira ilkinin “normal zamanların siyasal yelpazesi” yanılsamasını yeniden üretmekten başka bir etkisi bulunmamaktadır.
Türkiye sosyalistleri uzunca bir süredir, neoliberal sermaye gündeminin toplumsalı parçalamasına referansla sadece siyasal iktidarı fethetmeyi değil, politik toplumu (ulusu) da yeniden inşayı içeren bir bakış açısı geliştirmeye çalışmaktadırlar. Kurucu irade ve halk egemenliği, sosyalist parti ve hareketlerin analiz seti içinde sık kullanılan kavramlar haline gelmiştir. Tarihsel mirasıyla da Türkiye’de devrimci hareketler Cumhuriyet’in Kurtuluş ve Kuruluş esaslarını büyük ölçüde içererek aşan bir politik programa sahiptirler[1]. Bunlar, CHP tabanının ve gençliğinin sosyalist değer ve sembollere artan ilgisinin de kaynaklarıdır. Kuruculuk, bugün direnişçi ve devrimci bir kapsama sahiptir; sadece seçim dönemlerinde ve sadece temsili iradeler (milletvekilliği) eliyle sürdürülemez. (Kaldı ki yasal (Siyasi partiler yasası) ve fiili durum gereği, milletvekilliğinin temsili niteliği de sakatlanmaktadır.) Kurucu irade örgütlenmesini, üretim noktalarından yaşam alanlarına, doğrudan demokrasi yoluyla somutlaştıracak olan birikim, bu topraklarda mevcuttur.
Dipnot:
[1] Bu bakımdan Türkiye devrimcilerinin “Kurtuluş” ve “Kuruluşu” paranteze almayı hedefleyen akımlarla hiçbir zeminde ortaklaşmaları mümkün olmamaktadır. Burada bir parantez açıp siyasal İslamcıların Cumhuriyet karşıtlıklarını anlamak bakımından kimi hatırlatmalar yapmak yararlı olabilir: Her şeyden önce Osmanlı Devleti, Padişahlık ve Hilafet makamlarının tüzel kişiliklerine İngiliz emperyalizmi değil, Atatürk ve arkadaşlarının öncülüğündeki TBMM son vermiştir. Sevr anlaşması İç Anadolu’da küçük bir toprak parçası bırakıyordu ama ne Osmanlı devletini, ne Padişahlık kurumunu ne de Hilafet makamını ilga ediyordu; tam tersine İngiliz planlarında bu üç kurum, sömürge statüde varlıklarını sürdürüyorlardı. Bu bakımdan, Bağımsızlık savaşının laik ve modern bir ulus inşası ve üniter bir devlet örgütlenmesiyle tamamlanması, kendi içinde son derece tutarlı olduğu gibi İslamcıların Atatürk ve arkadaşlarına besledikleri husumet de son derece anlaşılırdır.