Dickens, canavar ruhlu bir melodram yazarıydı. Neden olmasın? Doğmak bir melodramdır. Ölümle “saklambaç” oynamak bir melodramdır
Dickens, canavar ruhlu bir melodram yazarıydı. Neden olmasın? Doğmak bir melodramdır. Ölümle “saklambaç” oynamak bir melodramdır. Kimileri melodramatik tatmini, kendilerinin kesilmelerine izin vermekte bulmuştur. Bütün dünya bir kukla şovudur ve Büyük Şovmen aşırı bir güç uygulayarak kuklaların iplerini şiddetli bir biçimde çekerse Küçük Şovmen aynısını niçin yapmasın?
Charles Dickens’ı “savunmanın” gerekli olduğunu düşünmek elbette mantıksızdır. Ancak zaman zaman, “onu okuyamayan” hoş ve zarif insanlarla karşılaşıldığı zaman, insanda bu türden bir kişisel takdiri sunma isteği uyanır.
Dickens dünyadaki en büyük sanatçılardan biridir, bu yüzden de, belirli bir kapsama; cinsellik kapsamına ya da örneğin felsefe kapsamına dâhil olmasına rağmen, tam bir umutsuz görenekçidir. Bunun sebebi mevcut koşullarda kafamızın, buna karşı duran toplum ve ahlaklılığın ait olduğu gelenekleri tekrar düzenleme arzusu içinde, cinsellikle meşgul oluşudur ki, her şeyi bir çırpıda bir kenara bırakan veya vaizin gösterdiği geleneklere bağlılığın ve çoğu insanın en kötü ahmaklığının oluşturduğu karışımı ortaya koyan büyük bir sanatçı, cazibesi ciddi biçimde yetersiz bir sanatçıdır. Yine de, çalışmasındaki bu “eksiklik”, bu çarpıcı “boşluk” ve arzuladığı “felsefeden” çok daha ciddi biçimdeki bir yoksunluk dikkate alındığında, Dickens yazar olarak, orijinalliği ve vizyonu bütün modern “literatür”ümüzü utanca sürükleyen çok büyük bir dehadır. Kaleme aldığı kitapların herhangi bir cildini açacak olursanız bunu hemen hissedersiniz. Sadece büyük ve yaratıcı bir deha, söz gelimi, kendi sade “çizerlerine”, onları bütünüyle kendi tarzına çekerek böylesine hâkim olabilirdi. Hiç kuşku yok ki çizerleri Dickens’ın atmosferiyle büyülenmiş durumdadır. Bacakları ve kolları incecik olan ve bu yüzden elbiselerini kımıldatıp kımıldatmadıkları asla anlaşılamayacak olan bu korkunç derecede sevimli insanlar; onlar yazarlarının tarzına uygun olarak kasıla kasıla yürümezler mi, pas vermezler mi, âşıkane bakmazlar mı, pis pis sırıtmazlar mı, yalpalamazlar mı ya da gözyaşı dökmezler mi?
Arkadaşlarım arasındaki jüri pozisyonumu ve “özet”imi göz önüne alarak itiraf etmeliyim ki, bu taslakta Bay Micawber, Bayan Gamp, Bay Pecksniff, Betsy Trotwood, Bill Sikes, Dick Swiveller, Bob Sawyer, Sam Weller, Mark Tapley ya da “Yaşlı Cimri” (Old Scrooge) üzerine methiyeler düzmeye girişme niyetinde değilim. Bu isimlerin gerçek anlamı, kimilerine farklı dünyaların müziğini, kimilerine bastırılmış sevinci, o korkunç erken Victoria dönemi duygusunu ve gençliğin müstesna cehennemi olan kurnaz, ahlakçı eski kuşaklara ait bu türden basmakalıp “yapmacıklı nezaketini” anımsatabilecek türdendir. Görüldüğü kadarıyla Dickens’ta daha da dâhice olması dolayısıyla belirtilmesi gereken, onun –tarzında, metodunda, vizyonunda ve sanatında– özellikle belirli bir zihne çekici gelmesidir. Bunun sırrı da, bana göre, onun çocuksu hayal gücünde bulunabilir. Fakat şu an çocuklar için modern olan bu ekol öyle gerçek dışı sınırlara ulaşmıştır ki, bu sözcük kullanılırken büyük bir dikkat gösterilmelidir. Ancak Dickens’ın çocuksuluğu ne Oscar Wilde gibidir –şu “Uranyalı Bebek” (Uranian Baby)– ne Paul Verlaine gibi –Tanrı’nın küçük “evcil kuzusu”. Onlar kendilerini çocuksu hissetmişlerdir. Bu çocuksuluk, onu düşünerek takipçilerini aldatan yapay zekâlı Robert Louis Stevenson’a da benzemez. O gerçekten ve samimiyetle çocuksudur. Hayal gücü ve vizyonu kelimenin tam anlamıyla çocukların hayal gücü ve vizyonunu yansıtır.
Hepimiz “Korsanlar ve Korsan Gemileri”nde oynamadık. Hepimiz hazine adalarında ve mahsur kalmış denizcileri düşlemedik. Hepimiz “perilere inanmadık”. Çocukların beğenilerinin bu az çok sinir bozucu boyutları, hepsi bir yana, Orta Çağ insanlarının aşırı gösterişli tavırlarından daha fazlası değildir. Çocukların günümüzdeki ekolü, tuhaf hileler yapmaktadır.
Ancak, ta en başından sonuna kadar, Dickens’ın gerçek bir üslubu ve özgün bir etkisi bulunmaktadır. Bugün yaşamakta olan ve “Yeni Eğitim Metotları” ile zulme uğratılmış, oyuncaklar yoluyla aşırı derecede doyurulmuş, “karşılıklı anlayış” yoluyla baştan çıkarılmış, “Peter Pan”ın performanslarıyla bitap düşürülmüş çocuklar -gerçekten ve samimi bir şekilde- perilere artık nasıl inansın? Ancak çocuklara tapan hassas insanlara karşın şunu çekinmeden fısıldamamıza izin verin: “Eğer inanmıyorlarsa kesinlikle fark etmez!” Evlatlarını Titania’ya, Oberon’a ve gülünç isimlerle dolu nispeten daha “şiirsel” modern masallara karşı soğuk bulduklarında mutsuz olan “aydın” ve görgülü annelere Allah rahmet eylesin. Eğer ikamet ettikleri ev ve sokaklar sağlıklı hâle getirilmiyor ve tüm insan ilgisinin ötesinde sanatsal tasarım uygulanmıyorsa, küçüklerini yalnız bırakabilirler. Hayallerine dalacaklardır. Kendi oyunlarını keşfedeceklerdir. Ay’a öpücük yollayacaklardır. O, “Mavi Kuş”u (the Blue Bird) çok duymamış olsa bile, hepsi de “Evdeki Çocuk” (The Child in the House) ile iyi anlaşacaklardır!
Eğer rahatsız edici şekilde “çocuksu” olan bu insanlar Dickens’ı okursa, bir çocuğun hayata nasıl da dikkatli baktığını görebilirler ve belki de bir ölçüde şok olurlardı. Çünkü çocuklara çekici gelen şeylerin hiçbir şekilde yalnızca “romantik” ve “estetik” yönleri yoktur. Onların kabusları, zavallı iblisleri vardır ve bu şeytanlar onları yaşça büyük insanların asla hayal edemeyeceği biçimde takip eder. Dickens bunların tümünü biliyordu ve kitaplarında, doğaüstü şeylerin gerilimi, sandalyeler, masalar, çömlekler ve tavalar üzerinde dolaşırken asla çok uzakta değildir. Bu iğrendiren ve büyüleyen dehşeti binlerce basit mekânda gizler. Bu gerilim, son derece modern dolapların karanlığında hareket eder. Son derece modern bodrumların girintilerinde saklanır. Oldukça modern çatı katlarının saçaklarından üzerimize atılır. Orada, merdivenlerin ortasındadır. Orada, geçidin bulunduğu yoldadır. Ve nereden gelip nereye gittiğini ancak Tanrı bilir!
Etrafımızı kuşatan küçük gündelik eşyalara – mutlak bir ışık altındaki belirli bir resim, mutlak bir gölgenin içindeki belirli bir saat ya da soba, rüzgâr yerinden oynattığı anda perdenin belirli bir köşesi – doğal “animizmin” saplantılı büyüsüyle başından beri sahip olmak; bu gerçek anlamda çocukça bir hiledir ve Dickens’ın da yaptığı budur. Bu, elbette, yıllarca çocuk kalan insanları sınırlayan bir şey değildir. Bu eski, sevimli Witch-Hag gizemi, er ya da geç, hepimizi boğazımızdan yakalar!
İşte benim için Dickens’ın böylesi büyük bir yazar olmasının sebebi budur. İnsanlar şehirde yaşamak üzere geldikleri için; evler, caddeler, odalar, koridorlar, pencereler, bodrumlar onlara kırlardan ve korulardan daha anlamlı geldiği için, başlıca gerekli olan, “Örtüyle sarmalanmış Yaşlı Adam”ın, Antiklerin Antiğinin, Akılcı Hayallerin Önleyicisinin köye doğru da yönelmesi ve gölgeleri içinde fısıldaması ve mırıldanmasıdır!
Ölmüş insanların etkileyicilik gücüne sahip meskenlerinin tuhaf cazibesini ve dehşetini kelimelere dökmek ne zor bir iştir! Akşam karanlığında bilinmeyen bir köye amaçsızca sürüklenmek, oraya giden ve daha tenha olan yollarda başıboş yürümek, köyün karanlık ve boş kiliselerine bakış atmak, oranın hapishanesinden yana bir yerde büyüyen bodur ağaçlarda rüzgârı dinlemek ve yukarıda bir yerdeki büyük evin içindeki titrek bir ışığı izlemek –bir fahişenin, papazın, sanatçının ya da bir katilin ışığı–; kuşkusuz buna denk bir hayali tecrübe yoktur! Ardından şans eseri, kaza eseri, aralanmış kapıdan, bir duvar çatlağından ve kalkık perdelerin ardından birinin gördüğü şeyler! Sahiden de Dünya üzerindeki insanların yolları, keşfetmekten, anlamlandırmanın ötesinde deliliklerinden geçiyor!
Cansız şeylerin kötücül bir yaşamı olduğuna dair duyguyu tuhaf ve ani bir şekilde hisseden, yalnızca çocuklar değildir – ancak yine de çoğunlukla çocuklardır. Evlerimiz neden birinin bakmaması gereken şeylerle, örneğin Salome’nin yüzü gibi aynalarda görülse daha iyi olacak şeylerle ve bize bakmasını yasaklamamız gereken şeyler doludur? Ölmüş insanların evleri tuhaf yerlerdir. Buralar kabirler ve mezarlıklardır. Buralar zindanlar ve hapishane hücreleridir. Sadece ve sadece tehlikeli ayaklar aşağı yukarı giderler. Yalnızca yardımseverin elleri beceriksizce duvarlar boyunca bir ileri bir geri dolaşır. İnsanların kalplerindeki gizli dilekler, ihtiyaç duyulan arzular, delice istekler, azgın başkaldırılar için, “evlerinde” insan gibi birlikte yaşarken, aşikâr ve gerçek ölçülerde gittikçe çoğalırlar ve kendileri için garip şekiller oluştururlar.
Gelmiş geçmiş hiçbir yazar, bu türden tanıdık bir büyücülüğü ve dehşetin gizemini ortaya koymakta Dickens’a erişemez. O, herkesten çok, her türlü mekânın ve şeyin nasıl “perili” olduğunun farkında olan çocuklar içindir. Ve insanların kendileri için! Araştırma yürüten psikologlar bireysel olarak yanlış yönlendirilmişlerdir. Dikkatle bakar, gözetler ve yakınırlar ve figürün gerçek özü her zaman onun bir anlık dışavurumunda yatar – yani onun yüzeysel ifadesinde.
Dickens’ın dünyası cücelerin ve gulyabanilerin, cadıların ve gülen meleklerin dünyasıdır. Thackeray Okulu’nun gerçekçisi burada korkunç bir mübalağadan –fantastik bir maskaralıktan– başka bir şey bulmaz. Tanrım, o haklıysa! Eğer onun gösterişli “gerçekçiliği” var olan tek şeyse – “alarm”! Gerçekte biz “ihanete” uğramışızdır! Fakat hayır; haklı olan çocuklardır. Haklı olan Dickens’tır. Konu yaşayan insanların hakiki büyücülükleri olduğunda, ne “gerçekçi” ne de “psikolog” hedefi tutturmaktadır. Bu insan pantomimi konusunda, filozofların düşündüğünden daha acayip, daha değişken, daha gerçek dışı bir şey vardır. İnsanlar aslında –her çocuğun bildiği üzere– “olmaları gerektiğinden” çok daha kötü ve çok daha iyidirler. Ve yine her çocuğun bildiği üzere, ruhlarını kendilerine uydurdukları “maskelerin” şekline göre ayarlarlar. Cisimlerin yüzeyi onların kalpleridir; ve bir cinin dışarı çıkarılmış dilinin, sallanan başın, rahat durmayan parmakların, dolambaçlı adımın önemi, herhangi saklı bir düşünce kadar akıl dışı bir oyun motifinin önemini taşır. İnsanlar bedenleriyle, bakışlarıyla ve jestleriyle düşünür; hayır! Onların asıl giysileri belli başlı itirafları doğrultusunda sözcükler, tonlamalar, fısıltılardır.
Dickens’ın fantastik yaratılarının dünyası yaşantımızın gerçekliğine tümüyle daha yakındır, zira oldukça keyfî ve “imkânsız”dır. Elindeki fenerle bir ileri bir geri gider gibi görünmekte, bir yandan da dehşet verici aydınlığın içine doğru boğumlar, çentikler atıp, buruşukluklar, kırışıklıklar, çıkıntılar, çukurlar, boynuzlar, burunlar yaratmaktadır. Ama bizler de böyleyiz! Bizim gerçeğimiz de budur. Pillar of Fire da bizi böyle görmektedir. Ve yine biz, modern yazarların güzel insanlara, ya da ilginç, görgüsüz veya tumturaklı insanlara yaptığı gibi, ilgimizi sınırlamaktayız. Dickens asla, mükemmel ve güvenilir bir şekilde, bizi Bayan Pipchin’in çıplak dizlerine çizdiği zamankinden, ya da bizi açıklanamaz bir panik ve dehşet içinde, bir Bayan Murdstone’un şıkır şıkır oltu taşından yapılma boncuklarından uzaklaştırırkenki hâlinden daha fazla çocuksu değildir.
İçinde tüm bu gülünç, cansız, eksik ve yürekler acısı, bazen bir kadın biçimine bürünen ama yine de “aşk”tan asla anlamayan insan tasvirlerinin yaşadığı, ve hareket ettiği bu muazzam, garip ve yarı aydınlık dünyayı düşünün! “Seks”i, bastırılmış “psikolojiyi” ve felsefeyi dışarıda tuttuğunuzda yaşamda ne kadar dikkat çekici ilginin kaldığını şöyle bir düşünecek olursak; bu dünya harikadır! Sonra karşımıza bütünüyle yüzeysel ve hatta maddi olan, ancak buna rağmen yine de başat konumda olan tuhaf çekicilikler ve iğrenmeler çıkar. Meryem Ana aşkına! Küçük bir kadın terzinin vakarı, onun büyülü elleri ve zavallı saç tutamının garip görünüşlü topuzu küçük bir çocuğun saatlerce dalıp gitmesini ve hayal kurmasını sağlamak için yeterli olabilecekken, işe perileri ve mavi kuşları katmak ne kadar da gereksiz!
Büyük bir şehirde yaşam, tılsımlı bir ormandaki yaşama benzer. Hangi korkunç canavarla ya da hangi zarif ağaç perileriyle karşılaşılabileceğini kimse asla bilemez. Birinin tüm eşelemelerinin, oyuk açışlarının, kıkır kıkır gülüşlerinin, başını sallayışlarının ve ev arkadaşlarına göz kırpışlarının küçük yolları! Dünya üzerinde macera umarak ilerlemek bu maceraları er ya da geç bulmak demektir. Ancak macera bulmak için –yeni, aynı zamanda kuşku, kapalı bir kıskançlık ve gizli hayallerle dolu, bilinmeyen ama yine de belli türden bir işarete cevap vermeye hazır bir hemcins, zavallı bir canavarla yaşanacak bir macera için!– birisinin sınırlarını aşmak gerekir.
Dickens’ın kitaplarının uzun bir okuması, çocuklarla birlikte uzun bir yaşam sürmek gibi, sinizm ve arsızlığın yararlı korkusunu kazandırır. Çocukların oyunları, genç erkeklerin aşk maceralarından daha ciddidir ve çocuklara buna göre davranılmalıdır. Bu, yaşamın “ciddiye alınmasıyla” aynı şey değildir. Yalnızca olduğu gibi anlaşılmalıdır –olağanüstü bir pantomim gibi. Şakaları aptalca olduğu için Pierrot ile birlikte gülmeyecek ve bacakları çok ince olduğu için Columbine ile birlikte ağlamayacak insanlar, açıkgöz psikologlar ve müşkülpesent sanatçılar olabilir – ancak Tanrı onlara yardım etsin! Onlar oyunun içinde değiller.
Şehir yaşamının cazibesi yalnızca tek bir şey olabilir. Belli bir şehrin cazibesi bizi daha ileriye götürür. Dickens Londra’ya ait, kendi içinde daimi olan, başka hiçbir yerde bulunamayacak olan; Balzac’ın Paris’te ele geçiremediği bir ruhsal kimliği keşfetmeyi başarmıştır. Londra korkunç ve berbattır. Bu böyle bilinir; ancak Londra’daki “sokak çocukları”nın en sefili bilir ki Londra’da başka bir şey daha vardır. Dünyadaki herhangi bir yerden daha fazla, yaşamın illüzyonlarının orta yerinde, güven veren ve rahatlatan bu ağırlığa, yoğunluğa, derinliğe ve sağlam bir katılığa sahipmiş gibi görünür. İnsanın, tüm birikmiş çöp ve enkazıyla, üzerinde Urbs Beata’sını inşa etmeyi başaracağı, belki de hâlihazırda inşa etmeye başladığı, insan eliyle yapılmış devasa yapılarıyla öylesine alçalır ki, korkunç büyüklükteki kaidelerinin sonsuzluğa gömüldüğü izlenimi verir. İşte Dickens bu Titanik gizeminin her bir sırrına dramatik bir altıncı hissin yardımıyla ulaşmıştır. O, şehrin rıhtımlarını, köprülerini, viyadüklerini, ara yollarını, batakhanelerini, parklarını, meydanlarını, kiliselerini, morglarını, sirklerini, hapishanelerini, hastanelerini ve tımarhanelerini tanıyordu. Bu gerçek dışının insani öğeleri, onun elini kolunu sallayan, ağlayan, sırıtan kalabalığı, çılgın “Carmagnole”leriyle dans eserken, biz böyle harika bir performansı alkışlamaya yetecek güç ve sokulganlığı bir şekilde kazanmamız gerektiğini ancak hissedebiliriz.
Dickens şeytansı tarzını yalnızca yaşadığı kasabayla sınırlamayacak kadar büyük bir dehaydı. Belki yalnızca Vignettes of Bewick dışında, ülkenin yollarıyla, meyhaneleriyle ve tenha bölgeleriyle ilgili, başka bir örneği bulunmayan önerileri bulunmaktadır. Aynı “animizmi” bu konuda da kendini gösterir.
En baştan savma duyarlıkları bile not alıp kaydeder. Söz gelimi, şans eseri eğri büğrü bir kök-gövdeye rastladığımızda, gölgelerin kollarını uzattığı delice bir merhametle karışık hissettiğimiz bu tuhaf dehşet. Ve mükemmel bir kesinlikte açıklanamayan belirsiz duygular, ıssız bir bahçe kapısının görünüşü, ya da bir bent, bir parkın parmaklıkları, işaret levhası, yıkık bir baraka veya ağıl, garip bir şekilde Şey’in trajedisinde suç ortağı olduğumuzu hissettirdiğinde, birden bizi harekete geçirebilir. Bunlar, yazarlar içinde yalnızca Dickens’ın bu belirli anlayışa sahip olduğunu gösteren duygulardır. Üzerinde hiçbir insanın bulunmadığı bir yol ve orada âmâ gözleri ve kırışmış alnıyla hıçkırıklara boğulmuş bir rüzgâr; üzerinde hangi akislerin canlandığını bilmediğim –“Büyük Umutlar”daki (Great Expectations) bataklık bölgesine benzeyen– geniş bir bataklık bölgesinin kenarındaki bir havuz ve bekleyişler, gelmeyen bir şeyi uzun uzun bekleyişler; üzerinde acı çığlıklarıyla kuzgunların tek tük uçuştuğu alçak, eğik, salkım saçak bir çam ağacı; bunlar, ülkedeki yolculuklarına dair geri kalan her şey unutulurken bazı insanların –örneğin çocukların– aklında kalan nadir şeyler.
Dickens dışında bu şeyleri aydınlığa kavuşturacak tarzda yazan başka biri bulunmuyor. Onun tarzı zaman zaman bir adamotunun köklerinde çekiştirip durmayı sürdüren bir hortlak gibi acı acı bağırır. Bir başka zaman, kayıp bir ruh gibi feryat eder. Başka bir zaman ise homurdanır, inler ve tıpkı aya hayret eden bir ihtiyar gibi gırtlağından ince bir ses yükselir. Diğer vakitlerde on bin sarhoş iblisin sesine denk bir sesle kükrer ve gürülder. Nell’in ölümünde olduğu gibi, birden dalgınlaşıp hassaslaşır, küçük bir kız gibi hıçkırır – ve şiirin ritmini yakalar. Bazen Dickens’ın bir karakteri sokaktan veya meyhaneden duyduğumuz şekliyle ve yaratıcı bir mizahi yolla bir şey söyler, böylelikle sanatın kendisi “bırakır” ve tek bir kelime etmeden takdirini gösterir.
Bununla birlikte, oldukça münasip ve doğru bir biçimde, psikoloji tarafından dikkati dağıtılmamış –ve erotizm tarafından ayartılmamış– büyük bir yazar olmalıdır. Böylelikle, bunlar ortadan kaldırıldığında, aşılması gereken oldukça önemli birkaç şey kalır! Örneğin doğum –doğumun gizemi– ve ölümün gizemi. Dickens’ı okurken ölümü unutmak mümkün değildir. Üzüntü maskeleri ürkütücü bir şekilde faniliğimizin son şakasının yine de daha korkunç olan sırıtışına boyun eğerken, kilise mezarlıklarında üzerlerinde toprağın altı fit altında yatan insanlara yönelik bir düşüncesi ve bir acıması vardır. Ayrıca sonsuza dek –bütün çocuklar gibi– oyuncuların hayranıdır. Barrel-Organ’dan Punch ve Judy’nin iplerini çekiştiren kendisine kadar, organizatörün her zavallı köpeği, onun bu sınırsız düşkünlüğüne sahipti. Bu modern sahne, bazısı çocuklar için hiç de uygun olmayacak tuhaf devrimler görebilir – ancak paniğe kapılmamalıyız. Daha geniş bir sahne her zaman kalacaktır; insanın kendi giriş ve çıkışlarının sahnesi; işte orada, Dickens her halükarda bu giriş-çıkışların “idarecisi” iken, Pierrot ağlayıp dans edebilir; seyircileri ve alkışları olmadan uzun ömürlü olamayacaklarını bilerek tekrar tekrar dans edip ağlayabilir!
O, bayağı bir yazardı. Neden olmasın? Bu bileşenlerin bir dokunuşu, izi, bir serpintisi olmasaydı İngiltere, İngiltere olamazdı – peki ya Londra’ya ne olurdu?
O, utanmaz derecede duygusal bir adamdı. Neden olmasın? Fildişinden yapılma bir tarakla bütün gün saçlarını taramaktansa ağlayıp durmak daha iyidir.
O, canavar ruhlu bir melodram yazarıydı. Neden olmasın? Doğmak bir melodramdır. Ölümle “saklambaç” oynamak bir melodramdır. Kimileri melodramatik tatmini, kendilerinin kesilmelerine izin vermekte bulmuştur. Bütün Dünya bir kukla şovudur ve Büyük Şovmen aşırı bir güç uygulayarak kuklaların iplerini şiddetli bir biçimde çekerse Küçük Şovmen aynısını niçin yapmasın?
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının yedinci bölümüdür.
[Naim Atabay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.