Edgar Allen Poe, “yapay” şiirlerini, gece gündüz yontan, oyan ve incelten zahmetkeş bir sanatçıydı
Edgar Allen Poe kendi hayatında –yanı başında ölen o tatlı tüketici Çocuk-gelinle birlikte– herhangi bir Keşiş kadar “ahlaklı”, katı bir hayat yaşadı. Onun bir “uyuşturucu dostu” olduğu yolundaki popüler dedikodular gülünç saçmalıklardır. O, “yapay” şiirlerini, gece gündüz yontan, oyan ve incelten zahmetkeş bir sanatçıydı. “Ahlaksızlığının” yattığı yer daha derinlerdedir. O yer zihindir -zihin, Temel Yüzeysellik!- çünkü o mutlak bir “Entelektüel”den başka bir şey değildir
İnsan asla bu büyük sanatçı hakkındaki son sözün söylendiğini hissedemez. Örneğin, en ürpertici etkilerinin altını çizen alaycı sinizme dikkat çekilmiş midir? Poe’nun sinizminin kendisi son derece büyüleyici, patolojik bir konudur. Birçok tuhaf öğeyle birleşmiş olan, incelikli bir şeydir. İçinde, bütün insani rahatlığa dönük iğrenme ile sırtını dönen bir ölçüde karanlık, kasıtlı bir melankoli vardır. İçinde ayrıca küçük gören ve vahşi bir alay da barındırır. İçinde ayrıca Satürnyen demeyi tercih ettiğim bir ruh hali özelliği –Satürn gezegeni altında doğanların ruh hali– de vardır. İçinde, kabalık da vardır, soğuk, kayıtlı ve kaçamaklı olmasına karşın, şehvetli bir kabalık. Onun bu “sinizmidir” ki şiirine –hakkında konuşmak istediğim şey şiiridir– keskin, buruk ve hakkında yazıldığı mezarın kokusuyla birlikte belirli bir teklifsiz çeşni katmasını olanaklı kılar. Bu teklifsizliktir; ama ancak hortlakların ya da vampirlerin kullanacağı türden bir teklifsizlik.
Poe etkilerini yaratırken mutlak bir soğukluk içinde kalır – bu zaten söylenmişti, değil mi? “Gözyaşları içinde konuşan” zavallı uyduruk sanatçılar hakkında yazdığı her satırda ima edilen donmuş bir hor görme vardır. Yine de Annabel, Ligeias ve Ulalumes’ininin bizi yönlendirdiği ruh halleri mutlaka kendisinin de bilmesi gereken ruh halleridir. Evet, onları biliyordu; ama bunlar, nasıl demeli, öylesine kesin bir biçimde kendisinin de içinde yaşadığı atmosferdi ki, bunları yazdığında kendisinden bir şeyler taşımasına; buzsu, acımasız transkripsiyon dışındaki hiçbir şeye ihtiyaç yoktu. Bu büyük şairin ne kadar insanlık dışı düzeyde ahlaksız olduğu fark edilmiş midir? Bunun nedeni şarap içmesi ya da uyuşturucu alması değildir. Bütün bunlar abartılmıştır ve her neyse, şu anda bütün bunların ne önemi vardır? Çok daha derinlikle ve çok daha ölümcül bir anlamda. Ne tuhaf! Dünya böyle tuhaf gaflar yaratır. Kazanova gibi saçma âşıkane çapkınların kötülüğün dibine ulaştıkları fikrine sahip gibidir. Onlar buna yaklaşamazlar bile. İçgüdüsel olarak oldukça aptalca “iyidirler”. O halde, yine, Byron’un kötücül bir adam olması gerekirdi. Kendisi başka bir şey ilham etmiş değildir. Ancak o her şeyden birazdır. O büyük, açgözlü, bencil, kabadayı, muazzam bir çocuktur! Oscar Wilde ise genellikle “ ama onun güzel şeylere dokunma, güzel insanlarla oynama, güzel giysiler giyme ve absent içme konusundaki basit, bebekçe tutkusu, temelde, “iblisçe” olmak için fazlasıyla naif bir şeydi. Sahiden kötücül olan biri, birbirleriyle yarışan o iştahlı, paradoksal çocukların olduğu “Ciddi Olmanın Önemi”ni ve yüksek sesle salatalıklı sandviç isteyen “Augusta Teyze”yi yazamazdı! Bize, kumtaşından bir kutunun içindeymiş gibi, âşıkane tutkunun bütün parfümlerini ve kokularını taşıyan Salome’nin kendisi –o Scarlet Litany– sahiden “kötücül” bir oyun değildir; nasıl demeli, bütün çılgınca tutkular kötücül olmadığı ölçüde, kötücül değildir. Elbette “Salome”deki ihtiras bir tür yoğunlaşma fırını ile için için yanar ve kızarır; ama sonuçta, bu eski, evrensel saplantıdır. “Jokanaan, ıstırap senin dudağına bir öpücük kondurmuş!” demek, “Dudakları ruhumu emiyor – nereye uçtuğunu gördünüz mü!” demekten niçin daha kötücüldür? “Senin gözlerin, Tyrian duvar örtüsündeki fenerlerle yakılmış, siyah çukurlar gibi” demek, Mısır’ın kızgın öpücükleri için, Antony’nin ağladığı gibi ağlamaktan niçin daha kötücüldür?
Fısıldanan sapkınlık
Açıktır ki fiziksel arzunun çılgınlığı Gray Elegy’nin sakin mısralarına zorlukla surat asabilecek bir şeydir. Ama bu kendi içinde kötücül bir şey değildir; yoksa dünya onu asla büyük Aşk-Efsanelerinin içinde kutsamazdı. Nubyalı İnfazcının işin içine girmesinin durumu değiştirdiği kabul edilebilir; ama, sonuçta, kızın isteğinin çılgınlığı –o Başın gümüşten şarjör üzerine saldığı terör– tutkusunda başından beri zımnen mevcuttur; ve Tanrı bilir! Asla bu tutku türünün fazla uzağında değildir.
Ama bütün bu meseleler Edgar Allen Poe’ya geldiğimizde değişir. Burada artık Troya ya da Antioch ya da Canopus ya da Rimini’de değiliz. Burada artık sorun çılgınlığın sınırlarına taşınan yönetilemez tutku sorunu değildir. Artık burada söz konusu olan şey, insanca, çok insanca olan her erkeğin “sevdiği şeyi” öldürme geleneği değildir. Burada tutkudaki insani öğenin bütünüyle çekip gittiği ve yerine başka bir şeyi; gerçekten, sözcüğün sahici anlamıyla, “insanlık dışı ölçüde ahlakdışı” bir şeyi bıraktığı bir dünyadayız. Öncelikle bu, herhangi bir fiziksel duygudan yoksun bir şeydir. Kısırdır, maddi değildir, bu dünyadan değildir, buz soğuğudur. İkincisi, dehşetli biçimde benmerkezcidir! Kendi kendisinden beslenir. Her şeyi kendisine tâbi kılar. Nihayet, denilebilir ki bu, bir tür Çürüme manisine sahip bir şeydir. Ölüler mahzeni, gelin divanı ve gece yarısı yıldızları birbirlerine onun sapkınlığını fısıldar. Onun için “sevdiği şeyleri öldürme” ihtiyacı yoktur, çünkü o sadece zaten ölmüş olan şeyleri sever. “Favete linguis!”, bu zarif ve hassas farkın hiçbir bayağı bir yanlış yorumu olmamalıdır.
Bu kurnazca ve hassas farkın bir yanlış yorumu olmamalıdır. Büyük bir şairin ruh halinin kaçamaklı kimyasını çözümlerken, insan dikkatlice, saygılı biçimde, binlerce ihanet arasından ilerler. Böyle bir varlığın zihni derin bir denizin kum saçılı zemini gibidir. Bu denizde bizler zavallı inci ve “daha tuhaf şeylerin” avcıları, büyük parıldayan balığı dalıp seyreder ve takip eder, gül-renkli yabani otlara dokunur ve gömülü mercanları geçerken, nefesimizi uzun uzun tutmalıyız. Mümkündür, geri döndüğümüzde, gördüklerimize hiç kimse inanmayabilir! Boğulmuş gırtlakların etrafındaki o cesetlere ve ölü insanların kafataslarında titrekçe parıldatan ve ışıldatan o opallere!
Aslında, Poe’nun şiirinin en yüzeysel eleştirmeni bile, “Helen’e” yazılmış olan o küçük dize hariç, büyük dizelerinden her birinin, Ölümle meşgul olduğunu kabul etmelidir. Helen’le ilgili olanda, hepsinin en “karakteristiği” olduğunu düşünmesem de, belki de en sevimli olanında bile, şairin arzusu, kutsadığı kızı, algılanabilir konturlarına ve çizgilerine Ölümün –hâlâ yaşayanları kucaklıyorken bile, ruhunun döndüğünün Ölümünün– kederli süslerini asabileceği bir tür Klasik Odalık yapmaktır! Gerçek Helen’in, öylesine “heykel gibi” –ellerinde “devreli lambasıyla”– beklediği yerin uzağında, çok uzağında, öteki Helen’in yüzü, “binlerce gemiyi suya indiren ve Illium’un kubbesiz kulelerini yakan” yüzü tereddütlüdür.
Ruhsal yalanların bulanık girdabı
Aynı başlığı taşıyan ve görünüşe göre aynı büyüleyiciliğe hitap eden daha uzun bir şiir, daha bütünlüklü biçimde “onun ruh halinde”dir. O gölgeli, mehtaplı “parterler”, o yaşayan güller –Beardsley onları bir başka “tılsımlı bahçeden bu yana ekilidir– ve onlar tarafından “kurtarılmanın” neredeyse acı verdiği ana kadar, “öylesine aydınlık, öylesine imkânsız bü-yüklükte büyüyen” o “gözler” – bunlar sahici anlamda Poe’ya ait şeylerdir; çünkü bir zamanlar sevmiş olduğu “Helen” değil, onun bedeni, onun vücudu, onun hayaleti, onun anısı, onun mezarı, onun ölü sitemkâr bakışıdır! Ve bunları hiç kimse ondan alamaz. Bu tür bir aşkın manyakça egoizmi –onun donmuş insanlık dışılığı– yalvaran ellerini Cennet’e doğru kaldırdığı şiirlerinde bile görülebilir. Örneğin, “Annabel Lee”de, “beni sevmekten ve benim tarafımdan sevilmekten başka” hiçbir düşüncesi olmayan –hiç bir düşüncesi olmaması gereken– genç kızın yaşadığı o deniz krallığında; o “böylece bütün bir gece vakti sevgilimin yanında yattım, sevgilimin, hayatımın ve gelinimin, onun denize bakan mezarının, onun denizi duyan kabrinin yanında” dizesindeki, ne kadar da amansız bir sahiplenme deliliğidir!
Tanrı’nın kendisinin bile bizi “ellerinde debelenmekten” kurtaramadığı merhametsizlik, şu şekilde başlayan;
“Sen her şeyinle bana aitsin,
Aşksın,
Uğruna ruhumu tükettiğim;
Aşk, Denizin ortasında yeşil bir Ada,
Bir Pınar ve bir Tapınak.
Masal meyveleri ve çiçekleriyle tamamen çevrelenmişti;
Ve çiçeklerin hepsi benimdi!”
…şu keskin ufacık şiirde idrak edilebilir.
“Ruhsal yalanlar, sessizlik, hareketsizlik, donakalmanın” bu bulanık girdabı – Bunu Poe’nun dünyasında ne de iyi biliriz! Halen, onun o, uğruna yaşadığı, onunla olduğu, halen onunla olduğu, daima onunla olduğu o “gece rüyalarının” “vecd halleri” günlerindedir;
“Semai danslara,
Ebedi akışlarla!”
“Ahlaksızlığı” özü delice Byronik tutkuda ya da berbat Herodiyen ihtirasta yatmaz. O içimizdeki insan ruhunun bir ölçüde hassas “taşlaşmasında”; bir teki hariç tüm ilgilerimiz-den bir ölçüde buzsu bir kopuşta; kendi duygumuzla bir ölçüde frijit bir meşguliyet deliliğinde yatar. Ve uğruna tüm dünyevi duyguların buza dönüştüğü bu duygu, bizim Ölüm-açlığımızdır, “olmuş olanı” yeniden ve sonsuza kadar, yeniden var etme ezeli tutkumuzdur!
Ahlaksızlığın özü doğal ya da hatta doğal olmayan arzunun kızgın alevinde yatmaz. “Hayatın süreçlerini” yakalamak, sevdiğimizin üstüne donmuş bir el –ölü bir el– uzatmak konusundaki o insanlık dışı ve yasaklanmış istekte yatar; böylece o “daima aynı olacaktır”. Sahiden ahlakdışı olan şey, bu insani dünyanın sevdaları ve tutkuları ve çekimleri içinden, tek bir özel cazibeyi tecrit etmek ve sonra, bunu “ebedi ölümün” yaşayan bedenine yükledikten sonra, tıpkı satirin Aubrey’in çekmecesindeki ölü kurtçuğun önünde eğilmesi gibi, onun önünde eğilmek ve bütün şeylerin ebedi tekrarı boyunca, onun üzerine mırıldanmak, homurdanmak ve titremektir!
Bunun “ahlaksızlığının” nerede olduğunun artık bizim için gizlisi saklısı kalmış mıdır? Bu, taptığımız, ebediyet boyunca, geçip gitmesine izin “vermeyeceğimiz” şeyin, yaşayan bir insan değil, bir kişinin; şu ana kadar, sadece bizim için ölmeye değil –bu nedir ki!– aynı zamanda, bütün yıllar boyunca bizim için ölü kalmaya devam etmeye “bağımlı” hale getirilen bir kişinin “bedeni” olması gerçeğinde yatar!
Edgar Allen Poe kendi hayatında –yanı başında ölen o tatlı tüketici Çocuk-gelinle birlikte– herhangi bir Keşiş kadar “ahlaklı”, katı bir hayat yaşadı. Onun bir “uyuşturucu dostu” olduğu yolundaki popüler dedikodular gülünç saçmalıklardır. O, “yapay” şiirlerini, gece gündüz yontan, oyan ve incelten zahmetkeş bir sanatçıydı. “Ahlaksızlığının” yattığı yer daha derinlerdedir. O yer zihindir –zihin, Temel Yüzeysellik!– çünkü o mutlak bir “Entelektüel”den başka bir şey değildir. Kimi Poe dizeleri “yapaydır”. Bunlar bu ana kadar yazılmış olan şiirlerin en yapaylarıdır. Ve bu da doğaldır, çünkü bunlar tasarlanmış bir kültün tasarlanmış ifadeleriydiler. Ama bunların yapay olduklarını söylemek onun dehasını küçültmez. Keşke dünyada çok daha “yapay” dizeler olsaydı!
İnsan Poe’daki “dünyevi olmayan” öğenin Shelley’deki “dünyevi olmayan” öğeden nasıl farklılaştığının açıkça anlaşılıp anlaşılmadığını merak ediyor. Birincisi ikincisinden Ölümün Hayattan farklılaştığı kadar kesin bir biçimde farklılaşır.
Shelley’in semavi tinselciliği –her ne kadar, Tanrı bilir, kaba hayvanlar da olsak, yine de yeterinde gayriinsanî görünmektedir– tutkulu bir beyaz alevdir. Saflık ve sonsuzluk için verdiğimiz tüm mücadelelerin ince, mütereddit ateş noktasıdır. O diğerininki gibi, merkezi değil, merkezkaç bir duygudur. O tek bir güzel insana karşı duyulan aşktan birçok güzel insana karşı duyulan aşka ve oradan da, aylar arası basamaklardan geçerek, ileriye, üstün Güzelliğin kendisine karşı duyulan aşka doğru soylu Platonik yükseliştir. Shelley’in “tinselliği” yaşa-yan, gelişen, yaratıcı bir şeydir. Kendi içsel doğası içinde asla egoistçe değil, temelde fedakârcadır. Cinselliği geride bırakmak için Cinselliği kullanır. En yüksek düzeylerinde mutlak anlamda Cinsiyetsizdir. İnsanlığı aşabilir, ama kaynağı insanlıktır. O aslında, insanlığın kendi dönüştürülme düşüdür. Çünkü bütün semaviliği ve uzaklığı, dünyanın kederlerinin üstüne “acı içindeki bir Tanrı” gibi seslenir. Sonsuz gezegensel bir acımayla, bu kederleri iyileştirebilir.
Poe’nun tinselliği ve cinselliği
Edgar Allen’in “tinselliği” ise “Cinselliği geride bırakmak” için en ufak bir özlemin zerresini bile barındırmaz. Tıpkı doymak bilmez Ghoul’un hırsla yediği Cesede bağlı olması gibi, o da Cinselliğe öyle bağlıdır. Cinselliğin fiziksel esrikliğiyle ilgili değildir. Böylesine insani konulara hiçbir ilgi duymaz. Cinsellik-farkı gerçeğinden yoksun kaldığında, ölü bir yaprak, boş bir kabuk, bir deste saman, iskeletten bir örümcek ağı gibi inleyerek sürüklenir. “Öylesine tatlı yalancı” olan zavallı, gerçek, ılık dudaklar, bu “tinsel” aşığın pek az ilgisini çekebilir, ama öldüğü ve gömüldüğü ve bir hayalet olduğu anda, onlar da sonsuza kadar bir kadının dudakları olarak kalmalıdır! Edgar Allen’ın “sadık olanları” da çevrelerinde olup bitene karşı en uzak bir ilgiye bile sahip değillerdir. Kendi Ölümleriyle meşgulken, sıradan ete ve kana karşı duydukları duygu Caligula’nın duygularıdır. O gururlu, ağırbaşlı çehresi, bizi kitabın x sayfasından görerek “Sana ne yaptım?” diyecek gibi durmaktadır; “sana, seni bu kadar hakir görmemi sağlayacak ne yaptım?”
Shelley’nin berrak, erotik tutkusu daima “kozmik” bir şeydir. O dünyayı yaratan gücün ritmik ifadesidir. Ama Edgar Allen Poe’nun saklı bahçelerinde “kozmik” olan hiçbir şey yoktur ve o Ay-yüzeyleri ve bulanık Paterresleri arasında yürüyen ruhlar, Prometheus’un fethettiği dağlardan okyanuslara, coşkuyla bağırarak gezenlerin türünden ruhlar değildir! Ama nasıl bir ustadır – nasıl bir usta! Sadece tek bir şeyi ima eden “adların” anlamlılığında kimse ona yaklaşabilir mi? Tan-rı bilir hangi Ölüm Krallığı’nın Hâkimi’nin ismi olan “Prophyrogene” sözcüğü, insanın üstünde –ve peşinde– tütsülü bir kokusu gibi avare dolaşmaz mı?
Ama tüm şiirleri içinde tam da dahi Edgar Allen’ın gömülü olduğu şiir, elbette, “Ulalume”dir. Edebiyatta – bütün insan yapımı sanat alanında bunun bir eşi daha yoktur. Burada, başından sonuna kadar; uğruna doğmuş olduğu konuyu ele alan üstün bir sanatçıdır! Bize arka plandan bir Kafatasının sırıtması gibi sırıtan o küçümseyici, sinik derinsen “alay” sesi –çünkü bu başka hiçbir türlü adlandırılamaz– ne kadar da olağanüstü ölçülerde karakteristiktir! Ve o öylesine hassasça yerleştirilmiş olan ve bize –birçok şeyi!– hatırlatan “şeytani üslup” dokunuşları – dünyada bunları bir eşi daha var mıdır?
“Ve şimdi gece ihtiyarlamış olduğunda,
Ve yıldızların yüzeyi sabahı imler,
Yolumuzun sonunda su kokulu,
Ve müphem bir parlaklık doğar,
Mucizevî bir hilalin
Sahte bir boynuzla zuhur etmesi vesilesiyle—
Astarte’nin mücevherlenmiş hilali
Sahte boynuzuyla ayırt edilir!”
“Ben demiştim” – ama hadi “Yoldaş”ına geçelim. “Ruh” ile yapılan bu sohbetin kabalığı bizi gerçekten de tüyler ürpertebilecek bir şeydir. Etkisi elbette, çiftedir. Ruh kendi ruhudur; yaşayacak, gelişecek, değişecek ve “Vita Nuova”yı tanıyacak olan kendi içindeki ruh. O aynı zamanda teselli için döndüğü “Yoldaş”tır. O, yaşayan okşamalarında, eğer yapabilirse, orada karanlıkta yatanı unutabileceği İkinci Kişidir, Öteki Kişidir!
“Böylece Ruh, parmağını kaldırır,
Mutsuz biçimde der ki,
“Budur güvenmediğim yıldız,
Solgunluğudur garip biçimde bana güven vermeyen.
Ah acele edin! Gitmemize izin verin!
Ah uçun! Uçmamıza izin verin! Çünkü buna mecburuz!”
İşte Companion; işte Yoldaş; işte “Vita Nuova”!
Şimdi müteakip dizelere dikkat kesilin:
“Ruh’u yatıştırdığımda ve onu öptüğümde
Onu sıkıntısından kurtardım
Ve o huzursuzluğuna ve sıkıntısına üstün geldi
Ve bir Manzara’nın sonuna intikal ettik
Ama bir Mezar’ın önünde durduk
Masalsı bir Mezarın hemen girişinde,
Ve dedim ki:
“nedir bu masalsı mezarın üzerinde yazan, tatlı kız kardeşim?”
Yanıtladı, Ulalume– Ulalume—
Bu senin kayıp Ulalume’nin kubbesi!”
Şiirin sonu başlangıcı gibidir; harekete geçirdiği duyguları kim dile getirebilir ki?
O “Auber’in küçük dağ gölü”, o “Weir’in gulyabanili-perili ormanları, yasaklı rüyalarımızın o garip ülkesinde, ger-çekten de uzun zaman önce ve çok uzakta gibi hissettiğimiz bin kelimelik bir açıklamayı nakletmektedir.
O nasıl bir ustadır! “Hayat felsefesini” soracak olursanız bunu Fatih Solucan yanıtlasın:
“İşte bu bir Gala-Gecesi
Sonraki yalnız yılların dâhilinde—“
Bu çarpıcı bir başlangıç değil midir? “Gala-Gecesi” sözcüğü, şeylerin hakikatinin tüm hastalığını barındırmıyor mu?
Heine gibi, bu şaire de sadece Ölüyü sevmek değil, kendisini ölü hissetmeyi sevmek zevk verir. Şairin dünyanın bütün mayıştıran şuruplarıyla birlikte uyuşmuş halde yattığı ve kendi ötenazisini kutsadığı “Annie” hakkındaki tuhaf şiir, hasta edici duygusal sonuyla, kendine özgü bir niteliğe sahiptir. Hayatın “Macabre Dansının” “zıddı”dır. Biz zavallı dansçıların uyumayı özleme biçimimizdir. “Çünkü uyumak için tam da böyle bir yatakta pineklemelisin!” Eski delilik artık bitmiştir; eski susuzluk giderilmiştir. “Artık yeraltından ak-mayan” bir suyla giderilmiştir. Ve nihayet, lüks biçimde, huzur içinde, çevremizde “püriten homoseksüel erkeklerin” ve çok uzakta olmayan bir yerlerde, biberiye ve sedef otu kokusuyla, dinlenebiliriz!
Poe’nun hayat felsefesi
Edgar Allen Poe’nun Hayat felsefesi mi? Bir an için, kalbi Mezar’a yüz çevirenin yanından ayrıldığı o küçük şiirdeki dizelerle özetlenebilir. Okur nasıl başladığını anımsayacaktır: “Bu öpücüğü al da kaşının üzerine kondur” Ve sonuçta bütün konunun ana karışıklığıdır:
“Bütün gördüğümüz ya da görünen
Bir rüyanın içindeki bir rüyadan başkası değildir.”
Sayfalarını kapatırken, o “ölü, soğuk Maidler” kafilesi –umutsuz bir sessizlik içinde– önümüzden geçer. Ligeia Ula-lume’yi, Lenore Ligeia’yi izler; ve onların peşinden Eulalie ve Annabel gelir; ve onların ayaklarını yıkayan deniz gelgitlerinin iniltisi ebediyetin iniltisidir. Öyle tahmine diyorum ki, bu, bu kayıpların ürpertisini anlamak için okuyucunun mutlak bir ensest sapkınlığa sahip olmasını gerektirmektedir. İnsanın daha normal belleği çok farklı bir ağıtın ayinsel hecelerini hala tekrarlamayı sürdürecektir:
“Ah rüyaların ve hikâyelerin kız evlatları,
Bu Hayat henüz –
Faustine, Fragoletta, Dolores,
Felise ve Yolande ve Julette’i usandıramadı!”
Evet, Hayat ve Hayat-Sevicileri bu zarif cadılardan, bu unutuş-taşıyıcılarından, bu Sirenlerden, Circe’nin bu çocuklarından halen büyülenmektedirler. Ama aramızdan çok azımız –Edgar Allen’in şiirini anlayanlar– yüzlerini onlardan bu daha ender, daha soğuk, daha bakire Figüre; böylesine çok kez doğmuş ve ölmüş olan Ona; Ligeia ve Ulalume ve Helen olmuş olan Ona –zaten bunların hepsi O değil midir?– sonuna kadar boşuna sevmiş olana ve boşuna sevecek olana – Ölümsüzlüğünün zaferinde bile, Ölünün sımsıkı sarılı, ağır-kokulu kefenlerini kuşanmış olan Ona döneceklerdir!
“Eski ozanlar yok olacak ve avare dolaşan hatıraları
Zayıf gelinlerin ve inançsızların ateşle pörsüttükleri
Bizi ne sevdikleri ne de anladıkları ve
Dilimizi dilsiz kıldıkları için,
Parmaklarımız,
Lirin sırrına vakıf olamayacak.
Başka, başka, Ah Tanrım, O Şarkıcı,
Öfkelerinin ortasında şarkısını söyledim,
İnsan’ın uzun hikâyesinin,
Ve onun iyiye ve kötüye dair yapıp ettiklerinin.
Ama Yaşlı Dünya –bütün çağlarının diliyle– anlıyor,
İnsan’ın yanlışlarını ve bizimkileri;
O biliyordu ve halen biliyor.”
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının on altıncı bölümüdür.
[Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.