Kadınlardan başlayarak sınıfın tamamını güvencesizliğe mahkum eden bu neoliberal dalganın yıkımı karşısında eşitlikçi özgürlükçü bir yeni toplumsal düzen inşa etmek için sınıf mücadelesi “toplumsal cinsiyet ayrımcılığı”yla savaşmak zorunda. Açık açık yazayım; “patriyarka” ile savaşmak zorunda. Ve patriyarka dediğimiz soyut bir kavram değil Kadın hareketi güçlenip serpildikçe kadın mücadelesine dair görüş ayrılıkları da belirginleşiyor. Kendi adıma […]
Kadınlardan başlayarak sınıfın tamamını güvencesizliğe mahkum eden bu neoliberal dalganın yıkımı karşısında eşitlikçi özgürlükçü bir yeni toplumsal düzen inşa etmek için sınıf mücadelesi “toplumsal cinsiyet ayrımcılığı”yla savaşmak zorunda. Açık açık yazayım; “patriyarka” ile savaşmak zorunda. Ve patriyarka dediğimiz soyut bir kavram değil
Kadın hareketi güçlenip serpildikçe kadın mücadelesine dair görüş ayrılıkları da belirginleşiyor. Kendi adıma bu konuda farklı düşüncelerle bir tartışma yürütürken “hastalıklı yanımızı” besleyen polemikçi bir üslup yerine olayı farklı bir açıdan ele alarak tartışmayı sürdürmenin kadın mücadelesini zenginleştirecek bir yöntem olduğuna inanıyorum. Bu alana dair tartışmalara da bu biçimiyle dahil oluyorum. Eleştirinin bazen bölen değil tümleyen bir yöntem olduğunu solun geri kalanına kadın mücadelesinin hatırlatacağına inanıyorum.
Ebru Pektaş’ın “Kapitalizm eleştirisinde kadının adı var mı” yazısını okuyunca sınıfın dönüşümü ve toplumsal cinsiyet sorunu üzerine de tartışmayı zenginleştirmek gerektiğini düşündüm.
Konunun esasına girmeden önce niyete dair önemli bir kaygımı dile getirmek isterim. Bu gibi tartışmaları doğruyu/yanlışı bulmaktan çok kadınlar arası görüş ayrılıklarının kadın mücadelesinin geneline bir zenginlik olarak yansıması amacıyla sürdürme yanlısıyım. Özellikle son dönemde karma örgütlerde, sol sosyalist mücadele içinde bulunan ve kadın mücadelesi yürüten kadınların doğru bir teorik politik hatta konuşa konuşa, yaza çize, dertleşe dertleşe varacağına inanıyorum. Tabi ki bunun için Türkiye feminist hareketinin tarihsel birikim ve geliştirdiği teorik zeminin önemli bir kaynak oluşturduğunu gözeterek.
Yazının esasına gelirsek… Ebru Pektaş yazısında bir söyleşide geçen “Biz bugün kadınların en önemli sorununun kapitalizm olduğunu düşünüyoruz” ifadesini eleştirerek bu tespiti “soyut bir kapitalizm eleştirisi” olarak nitelemiş. Ardından “Türkiye’de özellikle 90’lı yıllardan bugüne işçi sınıfı profilindeki değişim bizi daha fazla ‘toplumsal cinsiyetli’ alana çektiğini” ifade etmiş. Ebru Pektaş kentleşmeyle beraber kadın istihdamının giderek arttığını, bu artışın en çok hizmet sektöründe yaşandığını belirtiyor. “Kadınların bu alanda yalnızca düşük ücret, güvencesiz çalışma, sosyal haklardan yoksun olma gibi çıplak görünen ‘emek gündemleri’ yoktur” diyor ve hizmet sektöründeki kadınların emeğin temel sorunlarının yanı sıra toplumsal cinsiyet rollerinin gereği “vitrin” olarak konumlandırılmasına dikkat çekiyor. Sözün özü işçi sınıfı içinde kadınların sayısı artıp konumu pekiştikçe “toplumsal cinsiyet” sorununun sınıf mücadelesinin de sorunu haline geldiğini ifade ediyor. Elbette sınıf içinde kadınların nicel artışı sınıf mücadelesinin niteliğini, içeriğini ve taleplerini de etkileyecektir.
Fakat bu tespitin perspektifinin genişletilmesini gerektiğini düşünüyorum. Sınıf mücadelesi ile toplumsal cinsiyet ilişkisini ele alırken sınıf içinde kadınların sayısının artmasının mücadele konuları ve taleplerine etkisi ile sınırlı tutmamak gerektiğine inanıyorum. Sınıfın dönüşen yapısı ve ortaya çıkan yeni ve güvencesiz işçi kitlesinin doğumunda patriyarkanın köklü bir yeri var. İşçi sınıfının, neoliberalizmin güvencesizleştirme dalgası karşısında yaşadığı kuşatma en çok patriyarkadan güç alıyor.
İşçi sınıfının neoliberalizmle beraber son 40 yılda yapısal dönüşümlerle güvencesiz çalışmaya mahkum edildiği artık sınıf tartışmalarının ortak noktasını oluşturuyor. Sermayenin anahtar kavram olarak “esnekleştirme” adını verdiği “yeni istihdam rejimi” en az işçi ile en çok işi uzun ve belirsiz çalışma süreleri içinde iş güvencesi ve sürekliliğinden yoksun biçimde en düşük ücretle yaptırma mantığına dayalı.
Bu yeni çalışma sisteminin ideolojik atmosferini ise erkek egemenliği-muhafazakârlık ittifakı oluşturuyor. Toplumsal cinsiyetin, yani erkek egemenliğinin neden mi sonuç mu olduğu tespiti karşımızda yer alan cephenin aktörlerini yerli yerine koymamız için bize yön gösteriyor. Bugün iktidarın kadınları annelikle eşitleyen kadının ancak aile ile değer kazandığını ısrarla söyleyen her fırsatta “En az 3 çocuk doğurun”, “Kürtaj cinayettir”, “Kadın ve erkek fıtraten eşit değildir” açıklamalarını AKP’nin karanlık yobaz ideolojik düşünce dünyasıyla izah edemeyiz. Bu iktidardan öte kadın düşmanlığını koçbaşı yapan muhafazakarlık, esnekleşmeyi diline dolamış sermaye blokunun resmi ideolojisi aynı zamanda. Ve bu tespit biz sosyalistleri “ana muhalefet partisi” CHP’de görünen içi boş ve eşitlikçi olmayan gericilik karşıtı mücadeleden ayıran temel noktalardan birisi.
Bugün ev işlerini anneliği kaçınılmaz kadınların devredilemez görevi olarak gösteren bir iktidarla karşı karşıyayız. Üstelik aynı iktidar bir yandan özelleştirme ve kamunun tasfiyesi politikalarıyla kreşleri kapatırken bir yandan da boşanmaları azaltma çözümleri arayarak bakım işlerini “aile çemberini” kadınların kaçınılmaz kaderi haline getirmiş durumda. Haliyle kadınlar bu ev içi iş zinciriyle çalışma hayatına katılarak katmerli bir sömürü (çifte sömürü) yaşıyor. Bu koşullarda son 4-5 yıldır her fırsatta iktidar tarafından müjde olarak sunulan“doğum paketi”, “istihdam paketi” gibi paketlerle kadınlar doğum izni, süt izni gibi uygulamalarla kısmi yarı zamanlı çalışmaya yöneltiliyor. Çıkarılan yasalarla zamana işe ve mekana dayalı esnek çalışma yerleşik hale getirilirken bu uygulamaların hedefinde “aile ve iş yaşamının uyumlulaştırılması” argümanıyla kadınlar yer alıyor. “Ev işleri”ni aksatmadan çalışmak isteyen kadınlara geçici işler, part time işler vb. atipik çalışma biçimleri öneriliyor. Türkiye’de ve dünyada esnek çalışmanın en yoğun olduğu sektörün hizmet sektörü olmasıyla kadınların hizmet sektöründe yoğunlaşması bir tesadüf değil. Tam da bu yeni aile/toplumsal cinsiyet rejimi ile yeni istihdam rejimi ilişkisinin bir sonucu. Bu nedenle aile ve işle uyumlu çalışma aslında sermayenin düşük maliyet stratejisinin kilit taşı olan ucuz ve güvencesiz emeğim garantisi oluyor.
Bu çalışma biçiminin yerleşik hale getirilmesiyle kadınlardan başlayarak işçi sınıfının tamamı güvencesizleştirilmiş oluyor. Çünkü sınıfın hangi katmanı kaybederse kaybetsin bir süre sonra onların kaybı tüm sınıfa mal olacak biçimde yaygınlaşıyor. Sermaye-iktidar, “Aile toplumun en küçük yapı taşıdır” tekerlemesinden hareketle aile rejimini neoliberal muhafazakar dönüşüme uygun biçimde “kadının görevleri” üzerinden inşa ederken bu sayede yeni “istihdam rejimini” de inşa etmiş oluyor.
Kısaca evet, işçi sınıfı kadınlaşıyor hatta kadınlar vesilesiyle güvencesizleştiriliyor. Başta hizmet sektörü olmak üzere tüm sektörler evden/kısmi/yarı zamanlı/geçici vb. adlar altında yeni güvencesizlik biçimleriyle kuşatılıyor. Ve bu büyük kuşatma harekatında sermaye-iktidar blokunun en önemli payandasını “toplumsal cinsiyet rollerine bağlı işbölümü” oluşturuyor. Yaşadığımız dönemde yükselen muhafazakarlık da sermeyenin bu büyük güvencesizleştirme seferinin en etkili silahı işte. AKP de zaten tam olarak bunun iktidarı. AKP’nin kadınları her fırsatta diline dolamasının ardında sadece dinsel gericiliğin düşünce dünyası değil iktidarını sürdürmek için desteğini ama öyle ama böyle aldığı hem “yerli” hem “milli” sermayenin çıkarları var.
Kadınlardan başlayarak sınıfın tamamını güvencesizliğe mahkum eden bu neoliberal dalganın yıkımı karşısında eşitlikçi özgürlükçü bir yeni toplumsal düzen inşa etmek için sınıf mücadelesi “toplumsal cinsiyet ayrımcılığı”yla savaşmak zorunda. Açık açık yazayım; “patriyarka” ile savaşmak zorunda. Ve patriyarka dediğimiz soyut bir kavram değil; evde koca, baba, sendikalarda, kurumlarda kadın özörgütüne dahi tahammül edemeyen mücadele arkadaşı, işte emeğimizi değersiz, bizi ikinci sınıf gören ustabaşı, amir, süpervizor, direktör, Meclis’te kadın tiyatrocuları sahneye çıkarmayan Meclis başkanı, iş isteyen kadınlara “Evdeki işler yetmiyor mu?” diyen dönemin bakanı, şimdinin başbakanı, sokakta ve yaşam alanlarımızın tamamında karşımıza dikilen her türlü “kadını eşit görmeyen” insan ve uygulamadır. Yani AKP’den daha fazlasıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.