Dante üç katlı evrenini bu üç katlı kafiye üzerine kurabilir ve onu pirinçten yapılmış duvarların ardına kapatabilirdi. Ama şeytanların dansı devam ederdi
Dante üç katlı evrenini bu üç katlı kafiye üzerine kurabilir ve onu pirinçten yapılmış duvarların ardına kapatabilirdi. Ama şeytanların dansı devam ederdi. Yüce şairin azametiyle ürperebilir ve onun insanı tutkuyla sevmesine hayret edebiliriz; ama “tıpkı rüzgârın toprağa yaptığı gibi, lanetli groteskler arabeskleri yapar”
Dante’nin kişisel ve edebi ilgilerinin tarihi oldukça ilgi çekicidir. Herhangi bir büyük yazar onun kadar karşıt duygular uyandırmayı becerememiştir.
Özellikle bir şeyin önemi vurgulanmalıdır: Kadınlar erkeklere kıyasla daima ondan daha çok etkilenmiştir. Kadınların büyük şairi olmak gibi ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Ve daima onunla çatışan bir eril kitle olmuştur. Goethe onu pek az önemsemiştir; Voltaire ona gülüp geçmiştir; Nietzsche ise ona “mezarların arasında şiir yazan sırtlan” demiştir. Gerçek şudur ki, kadınların Dante’yi sevmesinin asıl nedeni bu adamların ondan nefret ediyor olmasıdır. O, seksi her şeyin merkezine yerleştirir. Kimse, Dante “saflığa” tapıyorken Voltaire, Goethe ve Nietzsche’nin ona hiç ilgi göstermemiş olması gerçeğine kanmak zorunda değildir. Ölçülülüğün kendisinin sekse vurgu olduğu düşüncesine övgüdür. Diğerleri şehvet eğilimleriyle oynayabilirdi, yaşamlarında, sanatlarında, felsefelerinde bu eğilimleri aşağılayabilirlerdi ve sonra bu tehlikeli oyuncak, Makyavel’in dediği gibi, “uygun kılığa bürünebilir ve onların eşitler topluluğu, antikitenin büyük bilgelerine geri dönebilir”di.
Sekse yönelik bu pagan tutumun, yani onu yerinde ve zamanında tutma eğiliminin, kadınları kızdırmaktan başka bir şey olmadığı oldukça açıktır. Bir Alman düşünürün dediği gibi, eğer her kadın fahişe ya da anne olursa, birinin hilelerini ve diğerinin sevecenliğini reddeden sanatçılar ve düşünürler “sevilen” insanlar olmazlar. Dante hiçbirini reddetmez, hatta özellikle kadınlara çekici gelen yıkıcı güç ile acıklı zayıflığın özel karışımına sahiptir. Bunlar, onun acımasız otoritesi tarafından mağlup edilmişlerdir ve onun güçsüzlüğüne karşı da “küçük anne”yi oynayabilmektedirler. Annelik içgüdüsü, en az körpelik kadar ironiktir. Yüksek ideallere ya da çok sevdiği çocuğunun tuhaflıklarına gülümser, ne var ki bu onu değiştirmeyecektir. İster bir anne ister fahişe olsun, bir kadının sevmediği bir başka şey, hem annelik içgüdüsünü hem de tutku dolu ilgisini zayıflatan filozof ironisidir.
Kadınlar, hatta oldukça iyi kadınlar bile daima önlerinde bir cinsel ayrımın stresini yaşarlar. En az cinsellik bilincine sahip kadınlardan oluşan sınıfın kendini satmaya alışkın olduğu söylenmektedir. Dolayısıyla burada küçük bir sorun vardır!
Aşk konusunda herhangi bir soru dile geldiğinde, en erdemli olan kadınları bile deli gibi merak sarar. Bu anlamda, her kadın doğuştan “çöpçatan”dır. Seks, onlardan ayrı bir parça değildir; ani patlamalara, tuhaf sapkınlıklara neden olan, heyecan verici bir volkandır; ne var ki kimi zaman tamamen unutulur. Aslında hiçbir zaman tamamen unutulmaz, her şeye nüfuz etmiştir. O her yerdedir. Bin tane masum mimik ve imada gizlenir. Artemis’in o vahşi saflığı gerçekten bir istisna değildir. Seks, oyalanmaya yer vermeyecek kadar aceleci bir şeydir. O, ya her şey ya da hiçbir şeydir.
Kimse ateşle oynayamaz. Kadınlarla ilgili gözlemler yaptığımızda, onların cazibesi ve saygınlığını azaltmış olmayız. Bu, onları karalamak değildir. Bu, onların talep ettiği bir şey değildir. Bu gerçekten böyledir.
Avrupa milletlerindeki gibi aile hayatları onu iki taraflı uzlaşma olarak geliştirmiştir. Art arda sorunlar yaşandığında her iki cinsiyet için de baskı çok ağırdır.
Eril şehvet, buna karşı çıkar ve modern feminist hareketin tamamı onu temelinden sarsar. Sanki Doğa tatmin edici düzenlemelere olanak verecekmiş gibi görülmeye devam eder.
Kasten bulunulan davranışlar göz önüne alındığı müddetçe, kadınlar erkeklerden çok daha “saf”tır. Ne var ki görünen davranışlar katmanından ayrılıp zihindeki gizli eğilimler katmanına geçmek, her şeyin değişmesi için yeterlidir. Burada İncil’deki hikâye kendini haklı çıkarır, Havva’nın kızları annelerine geri dönerler. Bu, kadınların diyaloglarının karakteristiğini oluşturan öz tutkusunun gizemi buradadır. Kadın iyi şeyler söyleyebilir ve iyi şeyler yapabilir; ama hem düşünüşünde hem de sanatında, belli bir tecavüz girişimini şehvetle karşılayan ya da öfkeyle geri çeviren bir zihnin farkına varılır. Bu, güzele duyulan soyut sevgide hiçbir zaman böyle düşünceleri nasıl doğurduğunu hatırlayamayan bir zihindir.
Bu, kadını erkekten daha dindar yapan, din duygusu ile seks duygusu arasında yakın bir psikolojik ilgidir.
Bu belki de “kadın, evrenin gizemine erkekten daha yakındır” demeye gelir. Pekâlâ öyle olabilir. Erkeğin, zekâsını sezgisinden ayırarak rasyonelleştirme eğilimi, bu büyülü kapıları açabilecek doğru anahtar değildir! Kutsallığın kendisi -karakter sanatının en zarif çiçeği-, başlı başına dişil bir şeydir. En aziz Azizler, yani Efendilerinin tarifi olmayan saygınlığını üzerlerine geçirenler, her zaman belli bir feminen niteliğe sahip olurlar.
Kutsallık kadınların, ahlaklılık ise erkeklerin idealidir. Biri tutkuya dayanır ve sevgi aracılığıyla bizi yasanın üzerine çıkarır. Diğeri ise ahlaka ve ahlakı geri itmeye dayanır ve hiçbir türden ufka sahip değildir.
Rusya ve Fransa gibi imgelemin tam anlamıyla dişil olduğu ülkelerde, kutsiyetin bir ülkü olmasının nedeni budur. Buna karşılık İngiltere’nin tutucu bir ahlak sistemi, Almanya’nın ise bilimsel etkinliği vardır. Bu milletler Dante’den çok şey öğrenmeli ve bilimin dışında olduğu kadar ahlaktan da uzak olan “kutsal görü”nün gizemini öğrenmelidir. İtalyan şairin bizi diğer insani hislerle birlikte seksi geride bırakıp “Entelektüel Tanrı Sevgisi”nin soğuk, görkemli havasına götürdüğü kimi anlar olduğu da bir gerçektir. Ne var ki bu Spinoza’ya mahsus haletiruhiyenin doğal iklimi değildir. O daima geri çevirmeye hazır, “Kutsallığı içeri almaya” heveslidir. Wagner’in Parsifal’ı belki de din ile seks arasındaki belirsiz ilgiye en belirgin örnektir. Bu ayak yıkama sahnesine dil uzatılması, cinsel maraza bir kanıttır, bu maraz aracılığıyla zevk düşkünü merhamet dini bize öncülük eder. Beyaz geceliği içinde o kişi, ıslah edilmiş fahişesini kutsamaktadır!
Wagner’in daima Kelt efsanesine temas etmesi merhamettir; Almanların hassasiyeti ve Keltlerin aşk hikâyesi onlarla başa çıkabilmek için bir Heine’ye gereksinim duymaktadır.
Doğrusu romantik aşk ile koyu din arasındaki ilişkiye dair bir şeyler yazmak, hem de muazzam bir tarzda yazmak epey zordur. Bu konuda Dante olağanüstü derecede iyidir. Bundan dolayı, modern sanat üzerinde etkisi oldukça marazi ve kötü olmuştur. Sözde “Rafaelizm öncesi Okul”un tiksinti veren -kutsal suyla yıkanmış ve tütsülenmiş- şehvet düşkünlüğü, Dante ile asla ilişkilendirilemeyen bir yozluk kokusu taşır.
Modern şairlerin en kötüsü, en yapmacığı ve en meraklısı, kendini Dante’nin tayfasından hissetmeye heveslidir. Ne var ki bu ilahî şaire Sezar’ın cesedinin üzerinde gezen sinekler kadar benzemezler, daha çok, kokmasına neden oldukları kahramana benzerler.
Cesur Oscar onu anlar. “Intentions”taki en hassas pasajlar onun şiirlerine göndermelerde bulunur. İlahî Komedya Walter Pater için fazla belirgin ve dokunaklı değil miydi? Dante’nin ikinci sınıf çevirmenlere bırakılması oldukça tuhaftır. Ve çizerlere! Bu duygusal kimseler Ponte Vecchio’yu Beatrice ile birlikte geçerler ve hüzünlü gençler seyrederler! Tüm bunlar, yeryüzünde yaşamış en gururlu, en aristokratik ruhu aşağılamadır, saygısızlıktır. Aubrey Beardsley neden eşikteki güzel delikanlıyı durduramaz? “Ave atque vale!” için model olan adam, soğuk sazlıkların arasında şafak vaktinde şarkı söyleyen Casella için tutulmuş olabilirdi.
Dante’de Mısır tapınaklarının duvarlarındaki ya da Yunan vazolarındaki belirli figürlerin garip, mesafeli, sapkın, -arkaik- güzelliğini içeren sahneler vardır. Burada, içindeki gerçek sanatçı Tanrı’yı, Beatrice’i ve tüm azizler hiyerarşisini unutur. Bunun nedeni ona tapan ve “yıldızları yeniden görmeyi” asla başaramayan pek çok meraklı insandır. Dante’yi çok keskin ve teolojik, Platonik ve sadık bulanlar onun kitaplarının kapağını bile açmamış bilgisizlerdir. Belirsiz gezegenlerin, karanlık vahşi meteorların yıldızlarla aydınlanmış yolda nasıl hareket ettiklerini bilmezler. Yeryüzü Kadını da tıpkı Gökyüzü Kadını gibi Ay’ı ayağının altına alabilir.
Ne var ki kendilerine tapanlar ve kendilerini sevenler gibi onların hiçbiri de Ay’ın diğer yüzünde ne olduğunu bilmezler.
Dante’nin bize bıraktığı son armağan, gururu ve alçakgönüllülüğüdür. Biri diğerinin cevabı niteliğindedir. Ve bunların her ikisi de bizi utandırır. O, diğer büyük sanatçılardan ayrı olarak, insanları ve diğer şeyleri parçalara ayırmak için Ruhun gerçek kılıcını elinde tutar. Tüm baskıyı Aşağı Sevgi ile Yukarı Sevgi, yani Cehennem ile Cennet arasındaki ayrıma yerleştirmek bir zorunluluk değildir. Hayatta bundan daha başka ayrımlar da vardır. Ve bütün ayrımların arasında; “iyi”yi “kötü”den, asili bayağıdan, güzeli çirkinden, cömerdi cimriden ayıran bütün farklılıkların arasında; Dante dünyadaki en trajik şey olan “sonsuz ayrım”a en şiddetli kılıç darbesini indirir. Tam anlamıyla trajik! Kesilmesi gereken pek çok şey ve pek çok insan, kalbimize en ölümcül cazibeyle acı veren ve zayıflıklarına hayıflananlar arasındadır. Karmaşık çağımızın bulanık ve zehirli dumanıyla, hoşgörülüymüş gibi davranan uyuşuk kitlelerle ve duygudaş geçinen ayrımlarla Florentine’li Disdain kılıcını savurur ve haklıyı haksızdan, doğruyu yanlıştan ve kahramanı sıradandan ayırır. Peki, ya onun ayrımı bizim ayrımımız, onun çözümü bizim çözümümüz değilse? Aslında, böyle bir Desdain ile karşı karşıya gelirsek şanslı sayılırız. Zira o bizi tekrar “Değerler”e götürür ve bu noktada değerlerimizin hayatın tadını çıkarmaktan ya da sadakatten yana olması hiçbir şey ifade etmez. Yaşam tekrar dikkate değer hale gelir. Sonsuz Drama kendi “Sesini” geri kazanır ve son İllüzyon’un son ayini kendi Müziğine doğru yuvarlanır!
Dis’in alevli duvarlarının önünde kalpleri korkuyla dolanların yanına suları geçerek Tanrı’nın Meleği gelir ve Cehennem’in lanetini bastırır; Distain’e ve hatta kurtarmaya geldiği kişilere arkasını döner.
Bütün yaratıklara büyük bir nefret besleyen Tanrı’nın bu “ulakları”, gizli işler için dünyaya geldiklerinde bile onlarla hiç mi karşılaşmıyorlardı?
İnferno’nun başında neslimizin daha önce şahit olmadığı en acımasız yargılama yer alır. Bu çağın tinine öyle iyi uydurulmuştur ki, duyan hayrete düşer. Bizler “Büyük İnkâr” gafletinde bulunan aşağılıklar sürüsü değil miyiz?
Bizler, gerçekleri görmeyen yaşamlarının tiksindiriciliği yüzünden diğer her Kaderi kıskanan zavallılar değil miyiz? Bizler ne Tanrı ne de Düşmanlar için, sadece “kendimiz için” var olanlar; düşmüş olanlar mağlup etmesin diye Cehennem’e bile sığınamayanlar değil miyiz? Bizi ayıran, kemiği kemikten ayıran bu kılıç darbeleriyle gelen karmaşa ortamından da fazlası vardı! Belki de bizi “insanseverlerin”, “her şeyi bağışlayan her şeyi bilen”lerin yanına gönderirdi. Ne var ki yaşamın tamamen “ironik”, tamamen “merhametli”, tamamen “ilginç” olup olmadığını merak eden biri, yaşamın tadını almaktan da vazgeçmez. Moda haline gelen bu evrensel kabul edişte, hem ahlaki hem de ahlak dışı bakımdan bir tehlike söz konusudur.
Hepsinden öte, eğer –bu dünya zavallı bir oyun sahnesi olsaydı bile– çılgınca sevenler ve nefret edenler, o peygamberler ve sanatçılar haklı idiyse?
Bu oyun sahnesinin bir doruk noktası, bir sonu olduğunu farz edelim. “Bu olanaklıdır” denebilir, ne var ki bu olasılığın hiçbir çekiciliği yoktur. Doğrusu, eğer İlahî Komedya haline gelmesi için Komedya’yı korumuş olsaydık bu düş kırıklığına yol açardı ve komik duruma düşerdik. Bunun gerçekleşmesi, mümkün değil midir? Bu, dünya sahnesine dair bildiklerimize daha uygundur ve bu inancın inançsızlıkla bahsinde kimin kazanacağını kestirebilmek güçtür!
Ama Dante’nin “Diasdain”i kozmik zar atma oyununu kazananları barındırmamaktadır. Cehennemde umudunu kesip boyun eğmeyen ve cesaretlerinden bir zerre bile kaybetmeyen kahraman yürekler vardır. Bunlardan biri, “ölümsüzlüğü yok saydığı” için kaybeden Ghibelline Chief idi. “Eğer halkım halktan sakınırsa, bu bana şu alevlerden daha büyük acı verir.” Bir bakıma Dante’nin dünyanın en büyük şairi olduğu su götürmez bir gerçektir. Şanı yüceltmekteki yeteneği ve insan ırkının korkunçluğunu kast ediyorum. Üç katlı krallık boyunca trajik bir sırayla geçen “Terza Rima” aslında insanlık tarihinin süreçlerinden geçmektedir ve buradaki her bir figür, her yalnız insan, ister kutsanmış ister arınmış, isterse lanetlenmiş olsun, insan olmanın tüyler ürpertici saygınlığını ateşten gömlek gibi giyer. Kılıcı sallarken önce birinin sonra başkasının üzerine düşen parıltı, belirsiz eylemlerimizin arasında insan imgeleminin sorunları çözmek üzere yaşamı şekillendiren öfkeli silahından başka bir şey değildir ve bu silah eğer daha yüce yasalar keşfedemiyorsa onları kendisi yaratır.
Her şeyden öte belirli tarihî isimleri anımsatan insanın kaderinin önemliliği anlayışını ifade etmede, hiçbir şey onu aşamaz. Tanrı düşmanlarının anıtlarının üzerine kazıdığı “küstahlıktan daha dayanıklı” dizesiyle birlikte kısa ama öz, marka olmuş dizeler laneti över görünmektedir. “Sidonist”in ve “Sodom’un Oğlu”nun Pit’in derinliklerinden elini yukarı kaldırmasını ve Tanrı’yla aşık atmasını kim unutabilir? “Duy Tanrım, sana sesleniyorum!” Burada öfkeli bir Tanrı düşmanlığı görülmektedir; bütün sınırları aşan kişisel bir öfke.
Peki, orada olan ama söylediklerini “Pistorian”ın cehennemden ayrılıp Yaradan’a söylemesinden gurur duymayan kimdir?
Newman insan kalbinin “Tanrı’yı” gerçekten “sevmediğini” söylerken haklı değil miydi?
Ama belki de şiirin tamamında, hiçbir şey asil Kâfir loncasını kuran vaftiz edilmemiş Ölü listesinden daha güzel değildir. Pagan Hades’te voltalar atmaları, kendilerini felsefe, şiir ve yaşamın gizemi üzerine konuşarak oyalamaları, üzücü olmakla birlikte talihsiz değildir.
Bazı isimlere adanan dizelerin edebiyatta hiçbir benzeri yoktur. “Akdoğan bakışlı Sezar, zırhını kuşandı” dizesi, sanki lejyonerlerinin haykırışları gibi insanı hürmetle onun önünde eğilmeyi düşündürürken, “Soldan, kendi başına, yalnız” dizesi, Vefakâr’ın Sarıklı Kumandanı gibi onun manevi hilal biçimindeki kılıcıyla geçmişe uzun bir sıçrama yaparak ve Çölü düşleyerek, Hıristiyan gururumuzun küllerine boyun eğer.
Şüphesiz Beatrice ya da şeytan sahnelerinden ziyade bu tür dizelerde şiir daha “kendisi”dir.
Belki de böyle dizelerin hakkını yememek için insan yaşamının temaşasına dair içli, dramatik bir tutkuya ihtiyaç vardır. Aynı zamanda onun muazzam özelliği olan kibir ile tevazuun bu karışımına da ihtiyaç vardır.
Ve Dante’nin eski edebiyattan da faydalandığını, için için yanan “ hürmet” ateşi gösterir. Yaşamış hiçbir büyük yazar, tarzında böyle “büyük etkiler” anlayışına ve kelime ritüeline sahip değildir.
“Sen benim efendim ve yaratıcımsın. Beni böylesi onurlu kılan güzel tarzı öğreten sensin” pasajı, “onur” gibi ritmik vurguların tekrarlanmasıyla, estetik tefekküre iyi bir alan açar. Mezmurlardan ve Roma liturjisinden yaptığı alıntılar da, imgelemi kuvvetli kapsamlarıyla, onun yaratıcı dehasının bir parçası halline gelirler. “Vexilla regis prodeunt Inferni!” trompetlerinin Napolyon’a müjde verdiği zamanki aynı titremeyi hissetmeden kim bunu duyabilir ki! Böyle anlar gelip çattığında, Beatrice kültünün bütün detayları önemsizleşir. Cinsel güdülerin böyle romantik bir şekilde çarpıtılması, fiziksel motivasyon gücüdür. Baş koyduğu azametli ve korkutucu yolda, şair “Güzellik İlkesi” ve “Büyük İnsanın Zihni”nin dışında her şeyi unutur. Dante’nin, İtalya’daki eyaletler, kentler, akarsular ve vadiler gibi eski tarihsel mekânlara olan tutkusu da bunlara paraleldir. Floransa’ya lanet ederken bunlara da lanet etmek için sesini yükseltse bile, bu aynı haletiruhiyenin tersine dönmüş halidir. İnsanların yaşadıkları ve kendilerine yaşayan kimlikler sağlayan şehirler ve hem sevdiği hem nefret ettiği İtalyanların İtalyanı olan Dante bunların hiçbiri tarafından aynı bırakılmamıştır. Bu tanım günümüz kulaklarına öyle yabancı gelmektedir ki, biri ölülerin arasına bile sürülse, “anlamsız şehir”den yurttaşlarla karşılaşır. Bu klasik “vatanseverlik” yüzünden, dünya insanların oluşturduğu ticari imparatorlukların sığlığından koruyabileceğimiz bir Rönesans’a ihtiyaç duyar. Yeni “uluslararasılık” köklerinden söküp çıkarılarak yetişmiş ve o kökleri ülkesinde kaybetmiş bir neslin bozuk ürünüdür. Bu Anglo-Germen bir şeydir ve Latin ırkının gururlu dayanıklılığına, Barres’in “ölünün ilahlaştırılması” dediği şeye karşıdır.
Anglo-Sakson sanayiciliği, Töton örgütlenmesi, dünyadaki yerlerini bulmuştur, ne var ki Latinlere ve belki de Slavlara göre bu insan ruhu kuru ekmekle yetinemediği zaman bu hoş anların hakkını vermelidir.
Modern uluslararası imparatorluklar, yerel beylikleri yok edebilir ve yerel sunakları ayakları altında ezebilirler. Onların yerine ve onlara rağmen, eski bir ırkın ruhu yaşamaya devam eder ve azizleri ile sanatçıları Anka Kuşu’nun küllerinin koyulduğu kabı yaparlar.
Dante, Virgilius’un Ruhani Sezar hâkimiyetinde bir dünya-devleti kehanetinin hayalini kurarak kaotik dünyaya yeniden Pax Romana kurmayı arzular. Böyle bir görüş, İsa’nın ayaklarında bir Orbis Terrarum, modern ticari imparatorlukların maddi egemenliğiyle hiçbir ortak paydaya sahip değildir. Daha çok modern devrimciliğin bazı ütopyalarını andırır. Özünde şehir-devletlerin geleneklerinden daha az Latin değildir. Gerçek yan etkisi, yerel sunakları himayesine alan ve yok etmeyen, yerel inançları dönüştüren ama yıkmayan Katolik Kilisesi’nin asimile ediciliğindedir. Bu yenmesi güç görüşün modern dünyanın en derin ihtiyacını karşıladığını kim inkâr edebilir?
Gezegenlerin, güçlü kült merkezlerinin gelişebileceği bir çemberdeki sentezinin daha yoğun bir şekilde yeni dünya-devlet altında keşfedilmesi; bu, yeryüzünün ruhundan başka bir şey değildir, “gerçekleşmesini hayal etmek” gerçekten geliştirilebilir.
Savaşın Rus düşüncesine yeni bir şöhret kazandırmasının Vita Nuova’yı pek fazla hızlandırmadığı kim bilir? Panslavizm hayali Korkunç İvan günlerinden bu yana bu tinsel birliğin bir parçası olmuştur ve daima Dante’nin Kurtarıcı’yı aradığı “Alplerin ötesi”ne ait olduğu da unutulmamalıdır. Kim bilir? Yaşamın taban tabana zıt gelgitleri bir başkasını dalgaların köpüklerine çarpar. Kaostan yıldızlar doğar. Ve bu, yaratılış girdapta fokurdarken ve hışırdarken, “birlik” hakkında ne kadar çok konuşulursa o kadar çılgın bir hayal olur. Azizler geceleri uyanık kaldıkça, ironinin yaramaz çocuklarıyla alay edercesine gülmek. İnsan, şaşırtıcı bir hayvandır, hiçbir şekilde kendi kefaretini ödemeye meyilli değildir; aksine kendi yok oluşuna meyillidir!
Bu arada, yaşamın şeytanları dans ederler. Dante üç katlı evrenini bu üç katlı kafiye üzerine kurabilir ve onu pirinçten yapılmış duvarların ardına kapatabilirdi. Ama şeytanların dansı devam ederdi. Yüce şairin azametiyle ürperebilir ve onun insanı tutkuyla sevmesine hayret edebiliriz; ama “tıpkı rüzgârın toprağa yaptığı gibi, lanetli groteskler arabeskleri yapar.”
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının ikinci bölümüdür.
[Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.