Göz göze geldiklerinde elini omzuna koyup “İşin içinde bir şey yok, biliyorum Abdülkadir. Ama siz hazır olun, ne yapalım, yukarıdan geliyor emir, size ceza vereceğiz oğlum” dedi
Mahkemeye ara verildiğinde, mahkeme üyelerinden Binbaşı Fuat öğrencilerin yanına geldi. Üzüntülü hâli A. Kadir’in dikkatinden kaçmamıştı. Göz göze geldiklerinde elini omzuna koyup “İşin içinde bir şey yok, biliyorum Abdülkadir. Ama siz hazır olun, ne yapalım, yukarıdan geliyor emir, size ceza vereceğiz oğlum” dedi
Kafka, “Bir sürü boş şey arasında adalet kaybolup gidiyor. Ortada hiçbir şey yokken, mahkeme bir suç yaratıyor” der Dava’da. Bilindiği üzere Kafka bu kitapta yaşanmış bir hikâyeyi anlatmaz, karakterler ve olaylar tamamen kurgudur. Ne yazık ki, insanlık defalarca bu kurgunun gerçeğe dönüştüğünü görür, defalarca her egemenin kendi adaletsizliğini nasıl yarattığına tanıklık eder.
Bundan tam 80 yıl önce İbrahim Abdülkadir Meriç, tanıdığımız adıyla A. Kadir, kurmaca bir “operasyonla” içeri alınıyor. Çok sayıda okul arkadaşıyla birlikte, günlerce suçsuz olduklarını ispatlamak zorunda bırakılıyorlar, ispatlasalar da kimseyi ikna edemiyorlar. Hayatları bambaşka yerlere evriliyor. Velhasıl, Kafka’nın dediği oluyor, suç yaratılıyor ve birileri cezalandırılıyor. Aradan geçen zamana rağmen, aslında tüm bunlara ne kadar aşina olduğumuzu utanarak fark ediyoruz.
Eşitlik ve özgürlük hayali kurmak ezelden beri suçmuş aslında, eli kalem tutanlar hep tehlikeli olmuş. Delil bulamayınca delil yaratmak bu ülkede eski bir gelenekmiş. İsimsiz ihbarlarla suçlu yakalamak, gizli tanıklarla yargılamak bu geleneğin bir parçasıymış meğer, bunu görüyoruz.
Bugün “ne talihsiz zamanlarda yaşıyoruz” diye iç geçirirken, bir başka talihsiz zaman kurbanı, A. Kadir’e kulak veriyoruz.* O günleri anlatmaya şöyle başlıyor: “Harp Okulu’nda ayaklanma vardı. Eski deyimiyle ‘askerî isyan’. Tek bir üste karşı gelinmemişti. Değil on beş yirmi kişi, değil otuz kırk kişi, iki kişi bir olup ‘İstemezük!’ denmemişti. Bir tek el, tüfeğin kazasına sarılmamıştı. Ama gene de ayaklanma vardı. Başka türlü bir ayaklanmaydı bu. Kitaplar okunuyordu okulda.”
Harp Okulu’ndan alınan öğrencilerin tek ortak özelliği edebiyata, felsefeye ve kitaplara meraklı olmalarıydı. Hoş, aralarından bazıları bu ortak özelliğe bile sahip değildi. Alınan yirmi bir öğrenciden dördü kayıtlara örgüt yöneticisi olarak geçti. İbrahim Abdülkadir Meriç, Ömer Deniz, Orhan Alkaya ve Necati Çelik’in silah zoruyla ülke yönetimini ele geçirmek istedikleri iddia edildi.
Ömer ve Abdülkadir, Başak adında bir dergi çıkarıyordu. Yani sadece okumuyor, aynı zamanda yazıyor ve yazdıklarını yayınlıyorlardı. Aralarına yeni öğrenciler katılıyordu, hemen her görüşten çocukla edebiyat ve felsefe tartışıyorlardı. Her biri yoksul ailelerin çocuklarıydı, birçoğunun babası yoktu. Bu yoksulluktan kendilerini kurtarabilsinler diye Harp Okulu’na verilmişlerdi. Doğrusu, çoğu zaman bu düzende bir bozukluk olduğunu düşünüp daha eşit bir dünyanın imkânlarını sorguluyorlardı. Ancak hiçbir zaman silahı eline alıp yönetimi devirmeyi akıllarından geçirmiyorlardı.
Hemen hepsi Nâzım Hikmet’e hayrandı. Ömer, sorguya alınanlar arasında Nâzım’la yüz yüze gelen tek gençti. Bir gün okuldan kaçmış, İstanbul’a gitmişti. Aslında kaçma nedeni çözemediği bir aşk meselesiydi, ancak gitmişken Nâzım’la da tanışmak istemişti. Bunu sadece birkaç arkadaşına anlatmıştı. Ömer’in sıra arkadaşı Şadi’nin bile bu buluşmadan haberi yoktu. Zaten Ömer’in sıra arkadaşı olmak dışında konuyla ilgisi de yoktu. Yine de Şadi’ye soruldu; tabii sadece bu sorulmadı. İstanbul’a çektiği bir telgraf da soruldu. Telgrafta “Anama nasıl bağlıysam, Hikmet’e de öyle bağlıyım” demişti. Hakikaten Nâzım Hikmet’e böyle bağlı mıydı?
İşin aslı bambaşkaydı. Evet, kimi zaman okuldan atılmasını gerektiren şeyler yapmıştı. Ancak bu asla bir örgüt kurmak, ülkenin yönetimini ele almak değildi. Şadi, okulda yasak olmasına rağmen evlenmişti ve eşinin adı da Hikmet’ti. Üstelik Hikmet’le Şadi’nin iki çocuğu vardı. Telgraf onaydı.
Gerçekten de İstanbul’a gidilir, soruşturulur ve sonuçta Şadi’nin doğru söylediği ortaya çıkar. Buna rağmen Şadi’ye inanmazlar, bu telgraf meselesi 1963 yılına kadar uzar. Bu olayın üstünden tam çeyrek asır sonra, Şadi bir yazıyla Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmaya katılır. Bu yazı gazetede yayınlanır. Yazı gazetede yayınlanır yayınlanmaz savcılık harekete geçer, hem gazeteyi hem de Şadi’yi komünizm propagandası yapmak suçuyla mahkemeye verir. Şadi tutuklu yargılanırken dönemin sağcı gazetelerinden Yeni İstanbul, “Şadi Alkılıç, Harp Okulu öğrencisiyken Nâzım Hikmet’e bağlılık telgrafı çekmişti” diye yazar.
Şadi Alkılıç maalesef bu trajikomik tesadüfün de katkısıyla hem 1938’de hem de 1963’te ceza alır. Fakat Ömer ve Nâzım’ın cezası çok daha büyük olur.
Ömer, Nâzım’la tanışmaya gitmişti gitmesine fakat bu buluşmada pek hoş karşılanmamıştı. O dönem Nâzım öyle büyük baskı altındaydı ki, Ömer’i polis sanıp bir şekilde başından savmıştı. Daha sonra öfkeyle polis merkezini arayıp, oradakileri bir güzel kalaylamıştı. Ancak Ömer’in ifadesinde buluşmanın içeriğiyle ilgili “Türkiye’yi bekleyen faşizm tehlikesi ve bu tehlikenin ancak işçi ve köylü neferlerle aşılabileceği” türü laflar geçiyordu. Mahkemede hem Ömer’e hem de Nâzım’a bunun doğruluğu soruldu. Ömer, baskı altında bunları söylediğini itiraf etti. Durumun Nâzım’ın anlattığından ibaret olduğu ortaya çıktı.
Gerçeklerin ortaya dökülmesi tüm sanıkları rahatlattı. Bu kâbusun, bu adli hatanın son bulacağına dair inançları tamdı. Mahkemeye ara verildiğinde, mahkeme üyelerinden Binbaşı Fuat öğrencilerin yanına geldi. Üzüntülü hâli A. Kadir’in dikkatinden kaçmamıştı. Göz göze geldiklerinde elini omzuna koyup “İşin içinde bir şey yok, biliyorum Abdülkadir. Ama siz hazır olun, ne yapalım, yukarıdan geliyor emir, size ceza vereceğiz oğlum” dedi. İşte o an, hepsi aslında kurmaca bir mahkemenin sanığı olduklarını, ne söylerse söylesinler kararı değiştiremeyeceklerini anladılar. Yukarıdan gelen emir öncelikle Nâzım’ı cezalandırmayı istiyordu. Sonra da bin bir zırvalıkla onunla ilişkilendirilen bir sürü çocuğu. Bunu anlamak çok yaralayıcıydı; ortada suç yoktu, öyleyse ceza neden vardı?
Aradan sonra sıra yeniden Nâzım’daydı. Nâzım bu sefer kendini savunmuyor, âdeta mahkeme heyetine dersler veriyordu. Komünizmin ne olduğunu, sosyalizmin ne olduğunu anlatıyordu. “Ben Marksistim” diyordu, bir ülkeye sosyalizmin bir iki askerî öğrenciyi kandırmakla gelmeyeceğinden bahsediyordu. Kendisine “Yirmi beş lira verirsen, seni önümüzdeki 1 Mayıs’ta içeri almam” diyen emniyet görevlisini, çürümüş devlet düzenini anlatıyordu.
Nâzım’ın savunması, komünizm propagandası sayıldı. Elbette, konuşmasını bitirmeden mahkeme heyeti tarafından susturuldu. Son olarak “Ben suçsuzum. Bu çocuklar da suçsuz. Yakmayın bu çocukları. Yazık bu çocuklara” diyebildi.
Karar günü Nâzım’ın da içinde olduğu altı sanık hakkındaki tüm iddiaların mahkeme tarafından kabul edildiği açıklandı. Ömer’in baskıyla söylediği sözler Nâzım hakkında delil sayıldı, Nâzım’a 15 yıl verildi. Beş öğrenciye 5 ila 10 yıl arasında değişen cezalar verildi. Teşebbüs, yaş vb gerekçelerle çoğunun cezası indirildi. Beraat eden öğrenciler okula geri döndüler. Ancak daha sonra yazılan idari kararla bir kısmı silah kullanmaktan men edildi. Bir kısmı yılsonunda sınavları başarıyla geçmelerine rağmen notları iptal edildi. Çoğu alaya çıkarıldı.
Tutuklananlar Ankara Askerî Cezaevi’ne gönderildi. İlk sabah hapishaneye teftiş için gelen merkez komutanı bile gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. Karşısındakiler çoluk çocuktu. Hemen hapishane içinde bir düzenleme yaptı ve Nâzım’la çocukları bir araya getirdi. Nâzım’a “Bu çocukların hayatı mahvoldu. Bunlar sivil hayatta ne yaparlar? Sen bunlara hocalık et burada bari, bir şeyler öğret” dedi ve herkes için bambaşka bir dünyanın kapılarını araladı. Nâzım, çocuklara Fransızca öğretmeye başladı. Birlikte şiirler, kitaplar okudular. Zaman zaman ekonomi politik dersi bile verdi. Bu genç adamların yazdıklarını gözden geçirdi, düzeltti. “Maalesef” diye anacakları bu yılları işte böyle “iyi ki” diye andıkları yıllara dönüştürdüler.
Tüm hukuki yollar denenir, nice kampanyalar yapılır ancak mahkemenin kararı değişmez. Nâzım’ın eşi Piraye Hanım, Fevzi Çakmak’ın kızına bir mektup gönderir. Asla yalvarmaz, ancak ortada büyük bir haksızlık olduğunu ve babasını bu konuda uyarması gerektiğini yazar. Kızı da babasını uyarır ancak Fevzi Çakmak kızına “benden ne istersen iste, ancak bunu isteme” diye cevap verir. Uzun yıllar sonra Çakmak’ın bu karardan büyük bir pişmanlık duyduğu, hatta hüngür hüngür ağladığı yönünde söylentiler dolaşır. Ama neye yarar? Nâzım Hikmet 35 yaşında girdiği cezaevinden yarım asırlık bir çınar olarak çıkar. Geçen zaman sağlığını ve moralini kötü yönde etkiler. Ancak memleket sevgisi tükenmez, ne acı ki memleket hasretiyle kilometrelerce uzakta can verir.
A. Kadir 1940 sonrası toplumcu edebiyatın önemli isimlerinden biri olur. Şiirleri ve yaptığı çevirilerle hem onlarca ödüle layık görülür, hem onlarca cezaya. Türk edebiyatına büyük emek verir. Daha önemlisi, tüm okurlarına insan onuruna yakışan bir dünya düzeninin hayalini kurdurur, “ağzında bal gibi tatlı bir türkü” umut saçar. Ve Nâzım’ı hiç unutmaz.
Ölümü birilerini sevindirdi ve hâlâ sevindiriyor muhakkak, ancak Nâzım işçi sınıfının biriciği olarak yaşamaya devam ediyor. Bunu hatırlatan A. Kadir’e minnetle.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.