Midilli’den İstanbul’a uzanan bu yolculukta kimlerle karşılaşmıyoruz ki? Grev yapan Yunan işçiler, müzisyenler, dolandırılanlar, savaş mağduru Suriyeli çocuklar… ve hepsinin ortasında olur olmaz anlarda şarkı söylemeye ve dans etmeye başlayan Djam
Midilli’den İstanbul’a uzanan bu yolculukta kimlerle karşılaşmıyoruz ki? Grev yapan Yunan işçiler, müzisyenler, dolandırılanlar, savaş mağduru Suriyeli çocuklar… ve hepsinin ortasında olur olmaz anlarda şarkı söylemeye ve dans etmeye başlayan Djam
– Nasıl davranıyorlar sana?
– Davranmıyorlar. Azarlıyorlar.
– Hayallerin?
– Hayalim yok.
– Ne olsun istiyorsun?
– Bir şey istemiyorum.
Kendi gerçeğimizle en sert yüzleşmelerimizden biri bu sözlerle olmuştu. Belki eskisi kadar sık değil, ama mendil satan çocukları gördüğümde hâlâ bu sözlerin sahibi Ali aklıma geliyor.
Ali, kendisiyle bu röportaj yapıldığında 10 yaşındaydı, ve sözlerinin üzerinden 3 koca yıl geçti. Ne yazık ki geçen süre çocukları hayal kurmaya bir adım olsun yaklaştırmadı. Bizi de o çocuklara… Bugün nerede, ne yapıyor? Bilmiyoruz. Hiçbir çocuk doğalında hayal kuramayacak duruma gelmiyor. Onu “hayalsizliğe” mecbur bırakan bu toplum, biziz. Hakikaten, neden hayalleri bile çok görüyoruz bu çocuklara? Ülkelerinden ayrılmak zorunda kaldıkları için mi? Ülkemizin “ek yeri” oldukları için mi? Sakın, tüm adaletsizlikleri örtmek artık bir refleksimiz olduğu için olmasın?
Onun gibi sayısız çocuğa ne tam olarak kucak açabiliyoruz, ne yaralarını sarabiliyoruz. Sadece bu büyük karanlığı paylaşıyoruz ya da tabiri caizse sessizce razı oluyoruz. Roman yönetmen Tony Gatlif, Midilli adasından İstanbul’a uzanan son filmi Djam’da bu sessiz razı oluşu umutlu bir isyana çeviriyor. Bize, kendimizi hatırlatıyor. Sınırların acıları da dayanışmayı da ayıramadığını gösteriyor.
Bir teşekkürle başlamak gerekiyor: Karanlığın ortasında kalakaldık malum, ve şanslı azınlık olmanın avantajıyla kendimize nefes alacak delikler açmaya çalışıyoruz. Kimi zaman okuduğumuz bir kitap, kimi zaman da izlediğimiz bir film bize yardımcı oluyor. Tam bu noktada, Başka Sinema devreye giriyor, birbirinden değerli yapımlarla bizleri buluşturuyor ve bizlere başka mümkün dünyaları gösteriyor.
Djam (Aman Doktor) da böyle bir yapım. Djam bize başka bir dünya göstermekten ziyade “başka tür insan” olmanın imkânlarını gösteriyor ve kendini böyle ayırıyor. Film Daphne Patakia’nın dans sahnesiyle açılıyor. Böyle başlayınca hâliyle genç bir kadının kendini var etme ve özgürleşme serüvenini izleyeceğimizi düşünüyoruz. Fakat, bundan çok daha fazlasıyla karşılaşıyoruz.
Kadrajda ekonomik buhranın ortasında kalan Yunan halkı yer alıyor. Taverna işleten bir ailenin son kalan mal varlığına banka el koymak üzere ve son umutları gemilerini çalıştırabilmek. Bunun için ihtiyaçları olan biyel kolunu Karaköy’de yaptırmaları gerekiyor. İşte, rebetiko eşliğinde Midilli adasından İstanbul’a uzanan yolculuk böyle başlıyor. Bu yolculukta kimlerle karşılaşmıyoruz ki? Grev yapan Yunan işçiler, müzisyenler, dolandırılanlar, savaş mağduru Suriyeli çocuklar… ve hepsinin ortasında olur olmaz anlarda şarkı söylemeye ve dans etmeye başlayan Djam. Djam’a bazen hayalî bir orkestra eşlik ediyor, bazen “baglamadaki”sini eline alıp kendisi çalıyor. Genç kadın o anlarda hepimize aklını kaçırmış gibi görünüyor ya, aslında müziğe sığınarak koruyor aklını.
Tüm bu renkliliğe rağmen durum pek iç açıcı değil; kimi zaman intiharın eşiğine gelen insanları görüyoruz, kimi zamansa sönmüş feribotlar ve can yeleklerinden oluşan devasa yığınları. Bu yığınların gösterildiği sahnelerde, özellikle Türkiyeli seyircinin canının çok yanacağını tahmin ediyorum. Çünkü yönetmenin de söylediği gibi “göçmenler kurgunun bir parçası değil, gerçeğin kendisi” ve bizler bu gerçeği yakından tanıyoruz.
Djam, yasaklara karşı durmayı, insanların vatanlarından koparılmaması gerektiğini geçmişinden öğreniyor. Annesi, insanlık tarihindeki en büyük acılardan birini yaşamış bir kadın. Paris’te sürgün hayatı yaşamış bir Yunan. Ve daha önemlisi sesiyle, pek çok sürgüne vatan olmuş bir kadın. İşte bu öğrendikleri sayesinde faşist dedesinin evine girdiğinde geçen zamana rağmen yükselen kan kokusunu duyabiliyor; onun mezarına işerken suçluluk duymuyor. Annesinin hatıralarının yanına, bulduğu Macar devrimci kadınların fotoğrafını rahatlıkla yerleştiriyor.
Turgut Uyar “Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız” diyor Geyikli Gece’de. Ne yazık ki, artık hüznümüz büyük şeylerden kaynaklanıyor. Tecavüzler, kendini yakan işçiler, savaşlar, ölen çocuklar… Gerçekten, belki de hiç olmadığı kadar uzun süredir “büyük şeyler” bizi hüzünlendiriyor.
Artık umudumuzu büyük şeylerden sanmak bizi yanıltıyor. Hâlâ, ölünce beş on bin birden ölüyoruz güneşe karşı ya, artık kendimiz için içtiğimiz bir bardak şarap daha kıymetli.
Zor, oysa çırpınmak gerekiyor; belki de içine düştüğü süt dolu küpten çırpınışları sayesinde kurtulan kurbağalar olacağız. Djam çırpınıyor. Kendine dört duvardan ibaret olmayan bir hayat inşa etmek için çırpınıyor. Sadece yokluğu ve parasızlığı değil, umudu ve şarkılarını hiç tanımadığı insanlarla paylaşıyor.
Djam’ı tanımlayan pek çok şey söylendi: insanlığa bir güzelleme, Türk-Yunan kültürlerine saygı duruşu… Hem bunlar hem de bunlardan daha fazlası; Djam, içimizi ısıtan bir güneş, komşu kıyılardan buralara uzanan bir tutam aydınlık.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.