TTB’ye yönelik baskıların ardından Sendika.Org’a konuşan Ankara Tabip Odası Başkanı Vedat Bulut, faşizm ve diktatörlüğe karşı halk sağlığı için dayanışmanın gerekli olduğunu vurguluyor
Sendika.Org, Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey üyelerinin gözaltına alınması ve TTB Genel Merkezi’ne düzenlenen operasyonların ardından Ankara Tabip Odası (ATO) Başkanı Vedat Bulut’la görüştü. Bulut, TTB’nin bu sürecin altından kalkacağını kesin bir şekilde ifade etti. Ayrıca faşizme ve diktatörlüğe giderken dayanışmanın sağlık için önemli olduğunun da altını çizdi
TTB, 20 Ocak’ta TSK’nin cihatçı çetelerle beraber başlattığı Afrin operasyonunun ardından 24 Ocak günü “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedi. Hemen ardından Erdoğan, TTB Merkez Konsey üyelerini “Barış” dedikleri için “terör seviciler” diyerek hedef gösterdi. Erdoğan’ın hedef göstermesinden sonra Merkez Konsey üyeleri evlerine düzenlenen operasyonlarla gözaltına alındı, TTB Genel Merkezi’nde yapılan aramada ise savcılık talimatıyla bilgisayarlardaki tüm hard diskler söküldü. Tüm bunlara rağmen TTB, operasyon ve gözaltılara karşı gündelik faaliyetine dayanışma ziyaretleri ve toplantılar arasında devam ediyor.
ARAMA VE OPERASYONLARIN ARDINDAN TTB’DE İLK GÜN: “TÜM BİRİMLERİMİZ ÇALIŞIYOR”
TTB Genel Merkezi’ne düzenlenen operasyonun ardından röportaj için sözleştiğimiz ATO Başkanı Vedat Bulut’la TTB Genel Merkezi’nde buluştuk. Bulut, Sendika.Org’un gündemle ilgili ve bundan sonraki süreçle ilgili sorularını yanıtladı. TTB’nin bu süreci atlatacağını üstüne basa basa ifade eden Bulut, faşizm ve diktatörlüğe giden süreçte dayanışmanın halk sağlığı için en önemli adım olduğunu söyledi.
TSK, Afrin’e bir operasyon düzenledi. Bu operasyonun ardından TTB, “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedi. Bu açıklamanın ardından da TTB Merkez Konsey üyeleri gözaltına alındı. “Barış” demekte nasıl bir sakınca vardı?
2019’da başkanlık seçimleri var. Şuanda yapılan her işlem ki Suriye’deki çatışma alanı olsun, hepsi 2019’daki seçimlere endeksli çalışmalar. Biz bunu meydanlardaki konuşmalardan anlıyoruz. Oradaki ölümler üzerinden seçim propagandası yürütülüyor, herkesin gözü önünde cereyan ediyor. Bu sadece Suriye, Afrin’le ilgili değil. Biz TTB olarak Balkanlar, Kafkasya, her türlü çatışma alanında, savaş sonucunda her türlü şekilde sivillerin zarar görmesine karşı barış çağrısı yaptık. Bu ilk kez yaptığımız bir çağrı değil. Bu çağrı 200 yıllık temel ilkelerden ortaya çıkmıştır. Tıp tarihine bakarlarsa hekimler her zaman barıştan yana olmuşlardır, halk sağlığını korumaya çalışmışlardır. Dünyada bu konuda iki tane temel okul vardır. Hipokrat yeminine bizim bağladığımız okul var. Yeminin de geliştirildiği okul olarak halk sağlığını, hijyeni korumak, insanların savaş ve göçlerden uzak tutularak rehabilite edilmelerini sağlamak üzere bir prensip geliştirilmiştir, hekimlerin binlerce yıllık geleneği içerisinde.
Örneğin Dünya Sağlık Örgütü bile sağlığı psiko-sağlık olarak nitelendiriyor. Yani sağlık, sosyal, biyolojik ve psikolojik sağlık durumudur ki savaşların bunu kötü şekilde etkileyeceğini herkes biliyor.
Metine dikkat ederseniz ne Afrin geçiyor, ne Suriye geçiyor. Tamamıyla genel savaş karşıtlığı. Hekimler hiçbir zaman, insanlar birbirini öldürsün, diye bir propaganda içerisine giremez. Diğer örgütler, siyasi partiler savaş çığırtkanlığına soyunabilirler ama TTB’nin böyle bir vazifesi yoktur. Biz hekimler olarak her zaman barıştan, insani değerlerden, hekimlik değerlerinden bahsederiz. Bunun hükümet tarafından anlaşılamadığı ortada. Daha doğrusu anlamak istemiyorlar çünkü karşılarında muhalif bir söylem istemiyorlar.
Düşman hukuku işletiyorlar, diyebilir miyiz?
Kendi düşüncelerini ifade etmeyen kişilerin tümünü karşılarına almış durumdalar. Hatta şuan sanat dünyasından arkadaşlarımız arıyorlar. Diyorlar ki “Menajerlerimiz ve ajanslarımız vasıtasıyla bize niçin hükümetin söylemini tekrar etmiyorsunuz?” diye soruyorlar. Susmak bile sorun şuanda. Susuyorsanız acaba bizi desteklemediğiniz için mi susuyorsunuz, diye sanat çevrelerine; sinema, tiyatro, müzik çevrelerine baskılar var. Biz bundan haberdar durumdayız. Aynı baskı gazetecilere de var. Aynı baskı sosyal medyadaki yazarlara var ki sizler de hissetmişsinizdir. Onlarca defa siteniz kapatıldı, tekrar açtınız.
Türkiye’nin basın üstündeki özgürlükleri kısıtlayıcı hareketleri, sivil toplum kuruluşları (STK) üzerinde de var. Biz STK de değiliz. Anayasa’nın 135’inci maddesine göre TTB bir kamu kuruluşu.
Dün [30 Ocak’taki operasyonu kast ediyor] gelişen olaylardan sonra bilgisayarların hard diskleri alınmış durumdadır. O hard disklerin içinde gizlilik gerektiren bilgiler de var, insanların soruşturmalarına dair. Ya kişilerin hekimlerle ilgili şikayetleri, ya hekimlerin hekimlerle ilgili şikayetleri ya da kurumların hekimlerle ilgili şikayetleri de var. Bu tip bilgilerin imajlarının alınmadan – ki burada bir kanun çiğnendi, imajlarının burada alınması gerekirdi – hard diskler söküldüğü için iki gündür TTB görevini icra edemiyor. Halbuki biz 6023 Sayılı Kanun’la halk sağlığını korumak ve geliştirmekle yükümlü bir kurumuz. 6023 Sayılı Kanun, halk sağlığını korumak ve geliştirmeyi bizim için öncelikli görev olarak görür. Onun dışında meslek erbabı içinde ahlaki değerleri yüceltmek, onların maddi manevi haklarını savunmak gibi görevlerimiz vardır. Şuanda bu görevler aksatılmış durumda, bu yüzden anayasal bir suç da işlenmiş durumda. 135’inci madde ihlal edildi.
Şuanda yapılması gereken iş arkadaşlarımızın hızla salıverilmesi. Çünkü mevcut bildiri hukuki bir suç içermiyor. Hatta sağlık bakanı bile bugün “Burada bir ima var” dedi. İma ile suç üretilemez. Sizin hangi yazıdan, hangi cümleden anladığınız, neyin imasını aldığınız bir suç manasına gelmez. Avukatlarımız bunu savunma olarak iletecekler savcılığa. Üç arkadaşımız şehir dışında, İzmir’de Diyarbakır’da arkadaşlarımız var. Merkez Konsey üyelerinin geriye kalanı getirildiğinde hızla savcılık önüne çıkarılıp gözaltı kararlarının kaldırılmasını talep ediyoruz. Çünkü uluslararası tüm dinamikler burayı izliyor, Hekimler Birliği kınama mesajı yayımladı. Avrupa Hekimler Birliği yine kınama mesajı yayımladı. Akademilerin gözü şuan Türkiye’nin üzerinde. Yaklaşık 2-3 yıldır, Türkiye’de yapılacak bilimsel kongrelere yurtdışından konuşmacıların gelmesi bile sorun haline geldi. Gelmek istemiyorlar, hatta Türkiye’deki kongreleri iptal ediyorlar. Bu nedenle YÖK bile bir karar almıştı. Bu bilim insanlarına ulaşarak Türkiye’ye gelmeleri yönünde bir çalışma yapılması yönünde… Fakat böyle bir olay bu ihtimali iyice ortadan kaldırdı. Saygınlığımız zaten azalmıştı, şimdi saygınlığımız iyice dibe vuruyor.
Hekimlerle uğraşan hiçbir iktidar rahat etmemiştir ve başarıya da ulaşmamıştır. Hekimlerin gerek zeka düzeyleri, gerek eğitim düzeyleri, gerek donanımları kamuoyu tarafından takdir ediliyor. Bütün STK’ler, sendikalar, meslek örgütleri destekliyor. Hatta hekim arkadaşlarımızdan binlerce, onbinlerce insan desteklerini bildiriyor. Bu durumda, gelişmeler çok da hükümetin lehine olmayacaktır. Dünyanın hiçbir yerinde hekimlere yönelik böyle bir suçlama yöneltilemez. Tabiplerin önlükleri beyazdır, hiçbir zaman “terör sevici” gibi bir çamuru kaldırmaz. Çamur, atanın elinde kalır. Hiçbir doktoru terörist ya da “terör sevici” olarak nitelemeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Bizler sadece insanın yaşamını sağlamak, insanları insanca yaşatmakla görevli insanlarız. Bizim yeminimiz budur, çalışmamız budur. Bütün eğitimimiz buna yöneliktir. Sevgi üstüne, insanlık üstüne kuruludur.
Psiko-sosyal sağlıktan bahsettiniz. Türkiye’deki insanların psiko-sosyal sağlığı hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Siz de biliyorsunuz insanlarda bir tebessüm azlığı var. Sokaklara çıktığınızda da görebilirsiniz, metroda mesela. Eskiden caddelerde kiralanmayı uzun süredir bekleyen yerler görmezdiniz. Ticari, ekonomik bir daralma da var. Türkiye’nin cari açığı zaten 60-70 milyar dolardı, şimdi turizmden ve ihracattan 30-40 milyar dolar daha kayıplar var, bu kötü diplomasi nedeniyle. Bunun yarattığı işsizlik ve geleceğe yönelik endişe, enflasyondaki yükselme, savaşlar, çatışmalar, insanların geleceğinden endişe duyması; Türkiye’nin içine bir sürü radikal İslamcı örgütler sızdı, bunların nerede, ne zaman bir bomba patlatacağı endişesi… İnsanlar toplu yerlerde bulunmaktan çekiniyorlar. İnsanlarda yürürken hipokineziyi (hareketlerde yavaşlama) görebilirsiniz. Bu, tam olarak psiko-sosyal sağlığa ilişkin göstergelerdendir.
İnsanlar daha tebessümsüz; içlerine kapanmış, androidlerle uğraşan ya da çok yavaş hareket eden insanlar haline geldi. Şuanda Türkiye’de psiko-sosyal sağlık tamamen zedelenmiş durumda. Özellikle Güneydoğu da bu çok daha fazla. Çünkü insanlar en azın 20 yıl boyunca OHAL koşullarında yaşadılar. Türkiye’nin son birkaç yıldır yaşadığı OHAL koşulu orada olağan bir şey haline geldi. Bu insanlar her gün, “İşimizden edilecek miyiz”, “Bir çatışmada arada kalabilir miyiz” gibi endişeler içerisindeler. Bunun getirdiği yoğun bir psikolojik bozukluk tüm o bölgeye yansıdı. Şimdi Türkiye’nin tamamında benzer şeyler var. Geleceğe ait planlama yapamayan bir nesil, planlama yapamayan bir vatandaşlık duygusu kesinlikle psikolojik olarak sağlıklı kabul edilemez. Korunma ve barınma insanların Freudyen yaklaşımı, içgüdülerinden bir tanesi. Bu, Türkiye’de zedelenmiş durumda. Yarın ne olacağı belli değil. Afganistan’dan domino taşı gibi gelen İslami akımlar Türkiye’yi de etkileyecek mi, biz de bir yerlere iltica etmek zorunda kalacak mıyız, diye insanlar düşünmeye başladılar.
Tabii biz eğitimli insanların arasında yurtdışına çıkma gibi büyük bir talep görüyoruz. Değişik ülkelere gitmek üzere iş başvuruları arttı. Beyin göçü doğuyor. “Beşerî sermaye” dedikleri ki bu kavram kapitalizmin bir kavramdır, bu kavramı sevmiyoruz, ama onların anlattığı dilden anlatmamız gerekiyor ki anlasınlar; Türkiye beşerî sermayesini bu kadar hoyratça sarf edebilecek bir ülke değil. Türkiye, eğitilmiş gücünü Türkiye’de sevgiyle, barışla koruyabilecekken onları kaybedecek, Türkiye’yi daha medeniyetsiz, Orta Çağ seviyelerine sürükleyebilecek bu durum bizler için son derece üzücü.
Bugün, aynı zamanda 10 Ekim Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’nde gerçekleşen katliamın da davasının görüldüğü gün. TTB de bu mitingin tertip komitesinde olan bir kurumdu. Şöyle bir soru sormak istiyorum: Sizce, barış talebimizi tüm topluma hakkıyla ulaştırabiliyor muyuz? Barışın ne olduğunu anlatabildiğimizi düşünüyor musunuz?
Hayır. Şöyle: Türkiye’de pek çok unsur suskunluğa doğru itiliyor. “Ben bunu söylersem ne olur, ne yaşarım” diye çekinceler var. Yapılan gözaltıların nedeni de o. Tüm akademisyenlere, eğitimlilere bir çeki düzen vermek, onları baskılamak… Hatta sayın Cumhurbaşkanının konuşmasına da yansıdı. Unvanları küçümsedi. Sonra TTB’yi hedef gösterdi. Bu, tüm aydınlar, tüm örgütler üzerinde bir baskı yaratmak için. Daha önce de söyledik, bizim tarihi bir sorumluluğumuz var. TTB’nin diğer kurumlardan çok daha farklı özellikleri vardır.
Ne gibi?
12 Eylül 1980 askeri darbesinin olduğu dönemde faşist cunta işbaşındaydı, o dönemde hekimler üzerinde baskılar kuruldu. Örneğin Nusret Fişek hocamız, dönemin başkanı, idama karşı bir deklarasyon yaptılar. Bu deklarasyondan dolayı yargılandılar ama hiçkimse onları kelepçelemedi, gözaltına alıp nezarathaneye koyma gibi bir şeye girişmedi. O saygınlığa dikkat edildi. Fakat şimdi bunu da göz ardı etmiş durumdalar.
Şuan Türkiye’de Selefî kültürü yükseltiliyor. Selefî-İslamî kültürün yükselmesinde karşıt görüşleri kafir olarak nitelemek ve hatta canlarını, mallarını helal kılma gibi prensipler vardır. Türkiye’de siyasi kültür yapılanması Selefîlik ve Eşarîlik üstüne yükseliyor ve mesele gittikçe de ağırlık kazanıyor. Bu mezheplerin ayrı düşünülmesi mümkün değil çünkü mevcut iktidar bu siyasal ideolojiler üzerine kurgulandı. Bunun Türkiye’yi getireceği nokta bellidir. 1990’larda Afganistan’da gelişen olayların 2010’da olacağı hiçkimsenin aklına gelmezdi, bunun beş sene içerisinde Türkiye’ye gelmeyeceğini de kimse garanti edemez.
Kaldı ki Türkiye’de birtakım paramiliter organizasyonlar geliştiriliyor, Halk Özel Harekatı kuruldu, silahlı görüntüleri ortaya çıktı. Osmanlı Ocakları’ndan fanatik kanlı söylemler gelişiyor. Yine birtakım mafyatik insanlar “Türkiye’yi kana boğacağız” gibi söle ediyorlar. Yine SADAT denilen bir organizasyon Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantısına katıldı. Bu Türkiye’de ilk kez olan bir şey, paramiliter uluslararası organizasyon operasyonlar yada güvenlik sağlamayla ilgili taşeron bir örgütün bu toplantıya katılması ilk kez oldu. ABD de vardır, hatta Irak’a geldiler savaşta rol almak üzere.
MPRI, Executive Outcomers’tan bahsediyorsunuz…
Evet, fakat hiçbir zaman onları NSA’de (National Security Agency) göremezsiniz, perde arkasında kalırlar. Türkiye’de bu artık son derece aleni bir şekilde yapılıyor.
Savaş, barışın olmadığı durum ama barış nedir? Savaşın olmadığı bir durumu barış olarak tarif edebilir miyiz?
Siyasal değerlendirmesi yapamam, benim bilim alanım o değil. Korkut Boratav hoca yapabilir, diğer hocalar yapabilir ama bir hekim olarak gözlemim eşitlik, özgürlük, hoşgörü içerisinde birbirlerini eşit görerek yaşadıkları bir ortam barış toplumu sayılabilir.
Elbetteki münferit asayiş olayları olabilir. Eline silah alarak diğer insanlara zarar vermeye çalışan insanlara devlet müdahale etmek zorundadır. Ancak herkesi terörist olarak nitelemek, bir örgüt mensubu gibi görmek, her karşıt görüşü bir örgüte bağlama ihtiyacını duymak hatta bir örgüte bağlayıp dört beş örgütü çorba yapıp bağladıkları oluyor. Bunlar ciddi bir devlet anlayışının yapacağı şeyler değildir. Güvenliği sağlamış Finlandiya gibi ülkelerde bile asayiş problemleri olur ama minimumdur. Çünkü çok özgürlükçü, eşitlikçi davranır insanlara.
Yüksek medeniyetler, yüksek ahlak üzerine kuruludur. Eğer siz ahlakı yozlaştırırsanız, kokuşmaya başlarsa yüksek bir medeniyet kurma ihtimali yoktur. Hem gelir düzeyi düşer, hem ekonominiz daralır hem de bu fakirlikten kaynaklanan asayiş sorunları artar. Bu bir kısır döngüdür. Türkiye’de olması gerekense hepimizin birbirinin sorunlarını anlaması, birbirimizi hoşgörüyle karşılamak. Herkes birbirinin dinine, kültürüne, mezhebine saygı duyacak. İnsanları ötekileştirmeyecek. Yoksa hiçbir yerde sıfır sorun diye bir şey yok.
Türkiye’de bundan on yıl önce dış politikada “sıfır sorun” diye bir şey dediler fakat şu an sıfır sorun değil “küllî sorun” var Türkiye çevresinde. Niye böyle oldu? Çünkü dinamikleri bilmeyen hoşgörüyü kaybetmiş Selefî bir yapılanma kendi karşıtlarını, İslamı kendi düşündüğü gibi yaşamayanları öteki olarak görüyor. Öteki olarak gördüğü yerde de barışı tesis etmenin imkanı yoktur.
TTB’nin mücadelesi de bir yandan devam ediyor. Mesela burası açık, hâlâ mevcut işlerini mümkün olduğu ölçüde devam ettirmeye çalışıyor. TTB’nin bundan sonraki mücadelesi nasıl devam edecek?
TTB daha önce de aştı, bunu da aşar, bu sorunları aşacaktır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş değerleri içerisinde tıbbiyelilerin payı vardır. Harbiye, mülkiye, tıbbiye üçlemesinin Türkiye’nin harcında katkıları vardır. Bu nedenle bu dönemi tabipler aşarlar, hem zeka düzeyleriyle, hem tüm dünya ile olan bağlantıları nedeniyle. Hiçkimse Türkiye’de “one man island/tek kişilik ada” değildir. Gözaltına aldıkları arasında uluslararası prestije sahip kişiler var. Yurtdışındaki görüntü son derece kötü olduğu için oradan da bir baskı gelecektir. Şuan burada kendilerini bir kısır döngüye sokuyorlar, bu kısır döngüyü aşmalarının yöntemi özgürlüklerin önünü açmaları. Özgürlüklerin önünü açarlarsa başkanlık seçimlerini, belki, alabilirler. Fakat böyle bir durumda devamlı ötekileştirdikleri bir durumlar arttıkça – ki kendileri de mağdur edebiyatıyla geldiler – karşılarındaki mağdurların sayısı artarsa iktidarlarını kaybederler.
2019’dan da bahsettiniz. Bu koşullar altında 2019’a giden yol nasıl bir yol?
Muhalif söylem veren kişilerin – kendilerince, çünkü neyin muhalif söylem olduğuna da onlar karar veriyor, bu nedenle biz “Muhalif söylem nedir”i söyleyemiyoruz – tamamen susturulması, savaş ve gerilim ortamında, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” yaklaşımıyla “Hadi bizi seçin de biz vatanı savunuyoruz”u kurmaya çalışacaklar. Bunların tutarılılığı yoktur çünkü Osmanlı döneminde de sarayda saltanat devam ederken Anadolu’nun çocukları Yemen, Trablusgarp coğrafyasında, Sarıkamış’ta, Çanakkale’de, her yerde vefat ettiler. Ama saray sırf kendisini sarayında tutabilmek için Anadolu insanın hem sayıca azalmasını sağlıyordu hem de saltanatını devm ettiriyordu. Bunun sürdürülebilirliği yoktu ve sürdürülemedi. Önemli olan insandır. Önemli olan insana yapılan yatırımdır. Siz ne kadar duble yol, köprü, hava alanı yaparsanız yapın insan olmadıkça sürdürülebilirliği yoktur.
ABD’nin meşhur patronlarından birisi meşhur tsunamilerden birisinde üç fabrikasını kaybedince ona sormuşlardı, üzülüyor musunuz, diye. “Hayır” dedi “Mühendislerim ve işçilerim ayakta. Daha iyisini yapabilirim.” Almanya bunun bir örneğidir. Almanya asla eğitimli nüfusuyla uğraşmadı. Evet, katliamlar yaptı, Nazizm çok ağır bir insanlık suçu işledi dünyada , Yahudileri gaz odalarında katletti. Ama mühendis kadrolarını elinde tuttu ve tekrar Almanya oldu. Fakat Türkiye şuanda yetişmiş gücünü kaybediyor, hem yurtdışında, hem yurtiçinde. Bununla yüksek bir medeniyet, teknoloji, AR-GE, inovasyon, know-how üretebilme ihtimalleri yoktur ki bunu da kendileri için öncelediklerini söylüyorlar. Ama idarecilerimizin eğitim düzeyleri düşük olduğu için, diplomaları şaibeli olduğu için, eğitimsiz oldukları için eğitimsizliğin sonuçları görünüyor. Böyle olunca da dış ve iç dinamikleri yeterince iyi değerlendiremiyorlar, daha kötüsü danışmanlarını da iyi dinlemiyorlar. Yetkin, donanımlı danışmanları varsa onları dinlemiyorlar. Çünkü “Biz daha iyi biliriz. Aklın sınırları bizim aklımızdır” diye düşünüyorlar. Halbuki dalkavuk olmayan danışmanlar bulurlarsa, fikirlerini alırlarsa pek çok şeyi düzeltebilirler, halen daha yapabilirler fakat geri dönüşsüz yollara doğru gidiyoruz.
Dayanışma faşizme karşı sağlık için birinci temel ilkedir
Psiko-sosyal rahatsızlıklara geri dönmek istiyorum. Türkiye’de yaşayan herhangi bir insanın her anlamıyla sağlıksız koşullarda, sağlıksız bir şekilde yaşadığını az önce konuştuk zaten. Peki böyle bir ortamda bir insanın sağlığını koruyabilmesi için ne yapması lazım? Direnmek sağlıklı bir yöntem midir?
Direnmenin yöntemleri vardır. Bir kere birbirimize destek olmak ve dayanışmak çok önemlidir. Dayanışma ruhu bu dönemleri atlatmak için yeterlidir. Bununla ilgili sosyal bilimcilerin gözlemleri vardır. Diktatörlüğe ya da faşizme giden yollarda dayanışma ruhuyla bu atlatılabiliyor. Bununla ilgili toplama kamplarında bile örnekler vardır. Dayanışma içinde birbirleriyle türkü söyleyen, şiir okuyan insanların daha uzun hayatta kaldıkları, daha uzun yaşamlılık sağladıkları gözlenmiştir. Yine Bosna’da aynı şeyler yaşandı. Bosna’da da daha önce çalıştım, Scottish Friends of Bosnia’nın hem kuruculuğu hem denetçiliğini yaptım dört yıl boyunca. O dönemde de Bosnalı mülteciler arasında da bunu görmüştük. Birbirleriyle dayanışma içinde olanlar, Bosna’nın kültürüyle, şarkılarıyla yaşayanlar daha sağlıklılardı. Diğerleri ise ya öldüler ya da o coğrafyadan çıkamadılar. Dayanışma ruhu faşizme ve diktatörlüklere karşı sağlığı korumak için birinci temel ilkedir.
Ben aklı selimin galip geleceğini düşünüyorum. Yurtdışından gelen uyarılar yükselecektir, kaldı ki tüm hekimlerin desteği bizimle. Tüm odalar ve tüm arkadaşlarımız TTB’nin yanındadır. Şuanda çevrede gördüğünüz kalabalık da bundan. Bu nedenle ben hem destek verenlere teşekkür ediyorum, hem de aklı selimin galip gelmesini ve bu yanlış yoldan tez dönmelerini diliyorum. Çünkü peşinde koştukları ütopya gerçek bir ütopya değil. Bu coğrafyada kimseye “kızıl elma” kalmaz ama yeşil hıyar kalır.
Sendika.Org/ Ankara
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.