Ursula Le Guin ile 1994 yılında yapılmış feminizm, Virginia Wolf, yazın, ritüel, tarih, öykü, dil, gelişme teknolojisi, Çakal, Tanrı ve din üzerine bir söyleşi
Ursula Le Guin ile feminizm, Virginia Wolf, yazın, ritüel, tarih, öykü, dil, gelişme teknolojisi, Çakal, Tanrı ve din üzerine 1994 yılında yapılmış bir söyleşi
Yazar Theodore Sturgeon “İnsan Ursula K. Le Guin’in eserleriyle düşüncesi arasında tek bir ortak payda bulabilir mi?” diye soruyor. Ve şöyle yanıtlıyor: “Muhtemelen hayır; ama yarattığı orkestrasyonlarda tekrar tekrar ve büyük bir güçle ortaya çıkan kimi notlar var. Demokrasinin diktatörlüğe dönüşmesine ilişkin temkinli bir korku gibi. Cesarete, dayanıklılığa, riske yapılan övgüler gibi. Sadece sevilen ve biçim verilen değil, tüm yönleriyle inceleme altına alınan dil gibi; buna belki de, iletişim diyebiliriz. Ama her şeyin ötesinde, Ursula Le Guin, neredeyse dünyevi olmayan bir biçimde gerçeklik normlarımızı inceler, o normlara saldırır, onları çözümler, alaşağı eder ve teşhir eder”.
Kitapları 3 milyon kopyanın üzerinde basılmış olan Ursula Le Guin, Kuzey Amerika’nın sadece en çok okunan yazarlarından biri değil, aynı zamanda en verimli yazarlarından biri. 1966 ile 1974 arasındaki en yoğun yazma dönemlerinden birinde, yedi bilim kurgu romanı, dokuz şiir, üç fantastik roman, on altı kısa öykü, beş kitap eleştirisi ve on altı deneme kaleme aldı. Bunlar ve diğer eserleri için, 1969’da ilk fantastik romanı olan Yerdeniz Büyücüsü için aldığı Boston Globe-Horn Kitap Ödülü dahil birçok ödül kazandı. 1970’de Karanlığın Sol Eli için Hugo ve Nebula ödüllerini kazandı ve 1972’de Atuan Mezarları için Çocuk Edebiyatı Ulusal Kitap Ödülü finalisti oldu. 1985’te Ursula Le Guin Hep Yuvaya Dönmek için Ulusal Kitap Ödülü adayı oldu ve Kafka Ödülü kazandı, 1973’te ise En Uzak Sahil için Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı.
Eserlerinizden, dilin ve yazı yazmanın, insan toplumunu ve insanlığın büyük hanedeki yerini gözden geçirmenin keskin araçları haline geldiği net biçimde anlaşılıyor. Bu gözden geçirmenin büyük bir bölümü, en azından son otuz yıldır, ilhamını feminist ilkelerden alıyor. Amacınızın, “Kimin tepede olacağına ve toplumsal cinsiyetin ne anlama geldiğine ve kimin özgür olduğuna dair kurallar da dahil; her türlü varsayımın test edildiği ve her türlü kuralın yeniden yazıldığı” bir gelecek için metaforlar yaratarak, daima isyan etmek olduğunu söylüyorsunuz. Feminist hareketle nasıl tanıştığınız ve bu hareketin yazılarınızda oynadığı role ilişkin sorudan başlayalım.
Tanışmam yavaş ve geç oldu. İlk kurgularım daha çok erkek merkezlidir. Yerdeniz kitaplarının bir kısmının içinde ya hiç kadın yok veya sadece marjinal kadın figürleri var. Kahraman öyküleri işte böyledir; erkeklere ilişkindirler. Joanna Russ gibi kimi feministler haricinde, bilim kurgu 1960’lara kadar, oldukça erkek egemendi. Bu alanda yazan kadınlar genelde takma isim kullanıyorlardı.
Bunların hiçbiri beni rahatsız etmiyordu. Bu benim geleneğimdi ve içinde mutlu mesut çalışıyordum. Ama bazı rahatsızlıklar duymaya başladım. İlk feminist metnim, yazmaya 1967’de başladığım Karanlığın Sol Eli’dir. Bu toplumsal cinsiyet yapı sökümündeki ilk deneyimimdi. “Erkek olmak ne demektir? Kadın olmak ne demektir?” Herkes bunu soruyordu. Bu zor bir soru, bu yüzden Karanlığın Sol Eli’nde, geriye ne kalacağını görmek için toplumsal cinsiyeti ortadan kaldırdım. Bilim kurgu bu tür bir oyun oynamak için şahane bir fırsat.
Düşünsel bir deney olarak Karanlığın Sol Eli dağınıktı. Yakın zaman önce senaryo versiyonunu kaleme aldım ve romanda yapmak isteyebileceğim değişikliklerin bazılarını burada yapabildim. Örneğin ana karakter olan Genly’yi, çocuklarla birlikte veya kadınsı olarak düşündüğümüz bazı işleri yaparken görmek gibi önemli bazı detaylar var. Onu sürekli olarak siyaset yaparken veya kızak taşımak gibi erkekçe işleri yaparken görüyoruz. Kitapta yer alan iki toplum hafifçe paranoid eğilimleri olan, feodal bir monarşi ile Rus komünizmi gibi bir şey. Neden androjen insanların paranoid olduklarını düşündüğümü bilmiyorum. Şimdi artık elimin altında yirmi yılı aşkın süredir feminizm varken, bizim toplumsal cinsiyetli toplumumuzdan çok daha farklı ve çok daha ilginç androjen bir toplum hayal edebiliyorum. Örneğin, insanları öykünün geçtiği Gethen gezegeninden heteroseksüelliğe yollamazdım. Cinsel partnerlerin karşı cinsten olması gerektiğinde ısrar etmek naiflik. Eşcinsel pratiklerini incelemek hiç aklıma gelmedi ve cinselliğin heteroseksüellik olması gerektiği imasından dolayı pişmanım.
Yavaş yavaş kendi kurgumun bana kadınsılığı artık daha fazla göz ardı edemeyeceğimi söylemekte olduğunu anladım. 1977’de Heron’un Gözü’nü yazarken, kahraman kitabın ortasında kendisini imha etmekte ısrar etmeye başladı. “Hey” dedim, “bunu yapamazsın, sen kahramansın. Kitabım nerede?” Yazmayı kestim. Kitabın içinde bir kadın vardı, ama kadınlar hakkında nasıl yazacağımı bilmiyordum. Bir süre oyalandım ve sonra feminist kuramda bir tür kılavuzluk buldum. Feminist yazınsal eleştirinin okuyabileceğim ve gerçekten keyif alabileceğim bir şey olduğunu keşfederek heyecanlandım. The Norton Book of Literature by Women’ı okudum. Benim için bir tür İncil oldu. Bana artık fahri bir erkek gibi yazmak zorunda olmadığımı, bir kadın gibi yazabileceğimi ve bunu yaparak kendimi özgürleşmiş hissedebileceğimi öğretti.
Anneniz, Theodora Kroeber başarılı bir yazardı. Kitabı, İki Dünyada İshi, etnolojik bir klasiktir. Onun yaşamı ve eserleri size ne tür bir cesaret verdi?
Annem aslen feminist değildi. Bu sözcüğü bile sevmezdi. Feministlere “şu liberal kadınlar” derdi. Ama bana şöyle sorular da sorardı, “Neden hep kahramanların erkekler?” Ben de şöyle yanıtlardım, “Bilmiyorum anne. Bana kolay bir soru sor!” Yani ondan çok şey aldım. Ama hayatının sonuna doğru, biraz çatışmaya başladık.
Annem beni, bana ömürlük bir eğitim veren Virginia Woolf’a da yöneltti. Woolf bir romancı olarak İngiliz edebiyatının kanun bekçilerinin kabul etmek isteyeceğinden çok daha önemli bir yazar. Aslında, hala ondan korkuyorlar. Oldukça da haklı olarak. O derinden isyankar ve büyük bir romancı! Hala yolumu bulmak için ona dönüyorum.
Sizi bilim kurgu türüne çeken neydi?
Bilim kurguyu tam olarak ben seçmedim. Yayımlandığım yere gittim ki bu da çok zaman aldı çünkü eserlerim bir tuhaftı. Son elli veya altmış yılda, edebiyat “gerçekçilik” olarak kategorize edildi ve gerçekçiliği yazmıyorsanız, saygı görmüyordunuz. Bunu görmezden gelmek ve kendi kendime bilim kurguda, gerçekçilikte asla yapamayacağım şeyleri yapabileceğimi söylemek durumundaydım. Bu konuda aksileşebiliyorum çünkü bir bilim kurgu yazarı olarak nitelendirilmekten yoruldum. Gerçek şu ki, post-modern çağda, tüm engeller oldukça hızla yıkılıyor.
Bu konuda bazı yeni fikirlere ilham veren Norton Bilim Kurgu kitabını redakte ediyordum. Örneğin, bilim kurgunun, fantastiğin değil gerçekçiliğin çocuğu olduğunu öğrendim. Gerçekçi bir öykü, olmuş olabilecek ama olmamış olan bir şeyle ilgilidir, değil mi? Birçok bilim kurgu öyküsü de mevcut olmayan ama gelecekte mevcut olabilecek dünyalar hakkındadır. Hem gerçekçilik hem de bilim kurgu hakiki olabilecek öykülerle ilgilidir. Öte yandan, fantastik, muhtemelen hakiki olamayacak bir öykü anlatır. Fantastik olanla, hayal gücünün üzerindeki engeli kaldırmayı ve öyküyü, ne kadar kuşkulu olursa olsun takip etmeyi sadece kabul ederiz.
Bir seferinde fantastiğin gerçek olamayacağını söylememiş miydiniz, ama hakiki midir?
Herhangi bir öyküyü anlatma girişiminin hakikati anlatma girişimi olacağını söylemez miydiniz? Bu daha az veya çok kuşkulu olanı anlatmaya dair bir tekniktir. Bazen hakikati söylemenin en kestirme yolu, bir mit gibi, tamamen kuşkulu bir öykü anlatmaktır. Bu biçimde öykü sanki olmuş veya olacakmış gibi yapma karmaşasından kurtulabilirsiniz.
Öykülerin gerçekte ne işe yaradığını kim bilebilir ki? Gerçek olmanın bütün tuzaklarına düşen öykülere o kadar alışkınız ki başka bir şey okuma yeteneğimizi yitirdik. Bir Yerli Amerikan öyküsü okuduğunuzda, okumanın nasıl bir şey olduğunu yeniden öğrenmek durumunda kalırsınız. İçinde sizi çekecek hiçbir şey yoktur. Acı ilacı hiç şekerlemez. Belki bir çakal mevcuttur, ama onu asla tarif etmez. Bizler ayrıntılı anlatımlara ve uğraşılmaya ve öykünün içine çekilmeye alışkınız.
Bir Thlingit [1] kadını ve Haa Shuka, Atalarımız kitabının eş yazarı Nora Dauenhaeur, geçen yaz bana Yerli Amerikalı öykülerinin genelde bu öyküleri zaten bilen bir dinleyici kitlesine anlatıldığını hatırlatmıştı. Aslında bu öyküleri, birçok kış boyunca, tekrar tekrar dinliyorlar. Sonuç olarak, öykü anlatıcı, genelde dinleyicilere birçok detayı olan daha uzun bir olayı hatırlatmak için tek bir sözcük veya ifadeden oluşan bir kısaltma kullanıyor. Bu tür öyküleri, özellikle de bir tarihi paylaştığımız arkadaşlar ve aile içinde hep anlattığımıza işaret etti. Şöyle diyebiliriz, “Phoenix dışında toz fırtınasına yakalandığımız zamanı hatırlıyor musun?”Öykü bu işte, öykünün tamamı.
Evet, kesinlikle. Gökyüzünü veya bulutları veya ne giydiğinizi tarif etmezsiniz. Yerli Amerikalı öykülerinde bu senaryo kurgusunun hiçbiri yoktur. Bayramlıklarını giymiş Yerli Amerikalı öykülerini okuduğumda canım sıkılıyor. Bunlar artık kutsal değil.
Tam olarak, bir öyküyü kutsal kılan nedir?
Bilmiyorum. Ama bir Yerli Amerikalı öyküsünü süsleyip püslediğimizde başka bir öyküye dönüşüyor. Kültürümüz öykü anlatıcılığının kutsal olduğunu düşünmüyor; yılın bir zamanını buna ayırmıyoruz. Örgütlü dinin bu yöndeki iddiası hariç hiçbir şeye kutsallık atfetmiyoruz. Sanatçılar bir tür kutsal çağrının peşine düşer, aslında bazıları eserlerinin böyle etiketlenmesine kızıp kükreyebilirler. Sanatçılar içinde kendilerini ifade edebilecekleri bir form bulma şansına sahipler; bunda bir kutsallık ve müthiş bir sorumluluk duygusu var. Bunu doğru düzgün yapmalıyız. Niçin doğru düzgün yapmalıyız? Çünkü bütün mesele bu: ya doğru düzgün olur veya bütünüyle yanlış olur.
Dünyaya çizgisel, neden-sonuç ilişkisiyle bakma eğilimindeyiz. Bizi öykülere çeken şeyin görüş açımızı değiştirme yetenekleri mi olduğunu merak ediyorum?
Birçok yetişkinin günlük rutini öylesine ağır ve yapay ki dünyanın çoğuna kapalıyız. İşimizin yapılması için buna mecburuz. Bence sanatın amaçlarından biri bizi bu rutinlerden çıkarmaktır. Müzik veya şiir veya öyküler duyduğumuzda dünya yeniden açılır. İçine çekiliriz ve algı pencerelerimiz, William Blake’in söylediği gibi, temizlenir. Dünyaya kendini kapatma alışkanlığını henüz öğrenmemiş olan çocuklar veya yetişkinlerin yanındayken de aynısı geçerli olabilir.
Kabilenin öykü anlatıcısı sadece ruhsal erişim değil aynı zamanda ahlaki kılavuzluk da sunar. Bence bugünkü Amerikan yazınının önemli bir bölümü etik sorunlarla ilgili incelemelerdir. Özellikle Paula Marshall, Alice Walker, Gloria Naylor ve Toni Morrison gibi siyah kadınların romanlarını düşünüyorum. Bu kadınların yazdığı öyküler yazınsal övgü kazanıyor, ama aynı zamanda sadece siyah Amerikalılar için değil, tüm Amerikalılar için, halkları için müthiş önemli bir şey de yapıyorlar. Bir anlamda, bu kadınlar kabile öykü anlatıcısının kadim rolünü yerine getiriyorlar, çünkü bizleri farklı ruhsal ve ahlaki diyarlara yöneltiyorlar. Bu konuda çok ciddiler ve romancılar olarak bu yüzden bu kadar seviliyorlar.
Öyküler kim olduğumuzu hatırlamamıza da yardım edebilir. Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda, “Benlik hatırladığımız her şeyin toplamı dışında nedir ki?” diyor.
Evet. Hatırlamak, Latincem hatalı değilse, aslında parçaları bir araya getirmek demektir. Yani bu da parçaları kaybetme yolları da olduğunu ima eder. Kundera öykü anlatıcılığının bu yönünden de söz ediyor. Aslında, tarihin -ki o bir başka öykü türüdür- çoğunlukla bir halka kim olduğunu veya eskiden kim olduğunu unutturmak için incelikle saptırıldığını söyler. Bunu “örgütlü unutuş yöntemi” olarak adlandırıyor.
Tarih, tıpkı mit, kurgu veya sözlü öykü anlatımı gibi, öyküler anlatmanın bir yoludur. Ama son yüz yıl boyunca, tarih, mutlak, nesnel hakikat olma iddiasıyla diğer öykü anlatma biçimlerinin yerine geçti. Bilim insanı olmaya çalışan tarihçiler tarihin dışında durup onun nasıl olduğuna dair bir öykü anlattılar. Bütün bunlar son yirmi yılda radikal biçimde değişti. Tarihçiler artık nesnel hakikat numaralarına gülüyor. Her çağın kendi tarihi olduğunu ve herhangi bir nesnel hakikat varsa, ona sözcüklerle ulaşamayacağımızı kabul ediyorlar. Tarih bilim değil, sanattır.
Hala tarihi bilim olarak öğretmekte ısrar eden insanlar var, ama artık birçok tarihçi böyle çalışmıyor. Eşim, kendisi de tarihçi olan Charles, şöyle der: “Öykü ile tarih arasındaki farklı bilmiyorum. Bence bu türsel bir fark değil de, hakiki olma girişimlerine dair bir fark olabilir”.
Son yüz yılın tarihi hala beyaz Avrupalı bakış açısı lehine olağanüstü güçlü bir fikri yanlılığa sahip. Tarihçiler tarafından yazılı kayıtlar olarak tanımlanıyor ve başından itibaren tüm sözlü gelenekleri ve çoğu yerli halkı güvenli biçimde gayrı meşrulaştırıyor. Aslında, ona göre, beyaz Avrupalılar dışındaki herkes “ilkel”. Yazılı bir diliniz yoksa tarihin parçası da değilsiniz.
Tarihe nasıl baktığımız konusunda yaşanmakta olan değişimler yerli kültürlere nasıl baktığımızı da değiştiriyor mu?
Kesinlikle. Bu merkezkaçlaştırıcı bir süreç. Çok uzun zamandır Avrupa’nın dünyanın merkezi olduğu numarasını yapıyoruz. Antropologların ve şimdi de tarihçilerin yardımıyla, hiçbir merkez olmadığını veya birçok merkezler olduğunu keşfediyoruz. Kimsenin elinde o “yanıt” yok. Buna yönelik ne çok direniş olduğunu görmek eğlendirici. Herkes o “halk” olmak, herkes o “merkez” olmak istiyor. Ve merkez herkes, keşke bunu anlasalar ve diğer tüm merkezlere dudak bükmeseler.
Tarih, uygulandığı biçimiyle, sadece yazılı kayıtlarla ilgilendiği için, dil gerçeklik algımız bakımından yüklü bir rol üstleniyor. Tarih gibi dil de bir unutma aracı, bir yabancılaştırma aracı haline gelebilir mi? Bir yazar olarak, bununla nasıl mücadele ediyorsunuz?
Bu alengirli bir alan. Bir yazar olarak, dilin sahiden önemli olmasını ve tam olarak söylediği şeyi kast etmesini istersiniz. Acımasız sinyaller dışında hiçbir şey içermeyen siyasetçilerin dilinin bir yazarın da mümkün olduğunca sahip olmak durumunda kalacağı bir şey olmasının nedeni budur. Sözcüklerin eylemler olduğuna inanıyorsanız ki ben inanıyorum, bu durumda yazarlar sözcüklerinin ne olduğundan dolayı sorumlu tutulmalıdır.
Kültürümüzle ilgili en acayip şeylerden biri, dünyanın yok edilmesini kibar, hatta güzel, detaylarla tarif etme yeteneğimiz. Örneğin bütün ekoloji bilimi, yapmakta olduğumuz şeyin yanlış olduğunu ve bunun küresel etkilerinin neler olduğunu tam olarak anlatıyor. Tuhaf olan şu ki dilimize ve onun dünyayı tarif etme yeteneğine öylesine hayranız ki hatalı ve sorumsuz bir mesafe yaratıyoruz. Dili, mesafe koymanın bir aracı olarak kullanıyoruz. Ekosistemleri içinde sahiden yaşayan birileri onun için bir sözcük bulamazdı. Ona sadece dünya derlerdi.
İngilizce dilini yeniden yapılandırmadan toplumumuzu yeniden yapılandıramayız. Biri diğerini yansıtıyor. Sürüyle insan savaş ve çatışmayla ilgili devasa metaforlar havuzundan bıkmış durumda. “Uyuşturucuya karşı savaş” bunun açık bir örneği. Savaşçı, dövüşme, yenme vesaire gibi çatışma metaforları da öyle. Yanıt olarak, bir kez bu çatışma metaforlarınının bilincine vardığınızda, bunlara karşı “savaşmaya” da başlayabilirsiniz. Bu bir tercih. Bir başkası ise çatışmanın bir durum karşısındaki tek insani yanıt olmadığı ve direniş, kurnazlıkla atlatma, atlama veya isyan etme gibi başka metaforlar bulmaya başlamak. Bu tür bir bilinç yeni bir davranışlar türüne kapı aralayabilir.
Yeniden doğmak hakkında bu kadar çok konuşup da asla dünyaya getirmek hakkında konuşmuyor olmamıza şaşırıyorum. Sözcüğün kendisi çoğu insana yabancı. Yine de hem kadınlar hem de erkekler dünyaya getirme yeteneği taşırlar, kadınlar kelime anlamıyla erkeklerse metaforik olarak. Sadece ismi değiştirmekle bir kapı açılır. Yeniden doğmak zorunda değiliz; dünyaya getirebiliriz. İster metaforlar dünyaya getirmek olsun isterse bunları kullanmayı reddetmek, bu bir yazarın işinin parçasıdır. Gary Snyder’ın ömürlük metaforu havza.[2] Bu ne kadar verimli bir şey! Yine ona ait olan bir başkası kompostlamak ki bu yaratma pratiğini tarif eden sevimli bir sözcük.
Yerli halklara yönelik ilginiz eserlerinizde ne gibi bir rol oynadı?
Önceleri herhangi bir rol oynadığının farkında değildim. Babam antropolog ve arkeolog olmasına karşın, bu alandaki tüm resmi eğitimim bir fiziksel antropoloji dersinden ibaret. Açıkçası babamla kimi mizaç benzerliklerimiz var, ama genelde onun gerçek kültürleri incelediğini ve benimse bunları yarattığımı söylerim. Onun kesin somut detaylara yönelik dikkati ve ilgisi vardı. Ayrıca kullandığı araçlara ve işlerin girdiği yönelime saygılıydı. Bu konuda ondan çok şey aldım.
Hep Yuvaya Dönmek hakkında düşünmeye başladığımda kitabın ne olacağını keşfetmek için çok zaman geçirdim. Onun Napa Vadisi’nde gelişmesini istediğimi anladığımda yazınsal bir öncül bulmak için çevreme bakındım. İtalyan şarap yetiştiricisi aileleri hakkında yazılmış bir çift palavracı romantik romandan başka bir şey bulamadım. Bu topraklara ait tek yazın Yerli Amerikan sözlü yazınıydı. Vadinin halkı, Wappo yok olmuştu. Kendilerine taktıkları isim bile yok olmuştu. Biraz Wappo kanı taşıyan insanlar var, ama dil yok, gelenek yok ve geriye kalmış öyküler yok. Ben de diğer kuzey Kaliforniya mitlerini ve efsanelerini ve şarkılarını okudum. Orada sürüyle bilgi vardı. Çoğunu babam kendisi toplamıştı. Birleşik Devletler’in tümündeki gelenekleri bolca okudum. Sorunum bu yazını, onu çalmadan veya sömürmeden kullanmanın bir yolunu bulmaktı, çünkü bunu Yerli Amerikan yazınına yeterince yaptık. Elbette geleceğin Napa Vadisi’ne bir avuç yapay Yerli koymak istemiyordum. Yapmaya çalıştığım şey bu değildi. Kaliforniya sözlü yazınını okumaktan elde ettiğim şey uzak ve farklı bir yaşam kalitesi duygusuydu. Sesleri duyamıyorsunuz fakat o duyguyu yakalayabilirsiniz.
Kesh toplulukları ritüele gömülmüşler. Doğal çevrimleri kutlamak için ay, su, yaz, şarap ve otlak festivalleri var. Ekinoksta ve gündönümünde birlikte dans ediyorlar. Ritüel yaklaşımınızı nereden aldınız ve bunun sağlıklı bir kültürde oynayabileceği rolün ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Ritüel hakkında öğrendiklerimi kitaplardan öğrendim. Hep Yuvaya Dönmek’teki gibi bir kültürde hiç yaşamadım. Burada hakkında konuştuğumuz şeyler kısmen yazınsal taktik meselesidir. Kitap sözcüklerden üretilir. Kesh’lerin sürüyle sözel ritüeli vardı, böylece ne yaptıkları hakkında yazabildim. Ritüelleri de canlı ve ilginç olmalıydı ki öyküler ve şiirler yoluyla anlatılabilsinler. Kitabı yazarken bu süreçlerin bilincinde değildim, ama bu işin böyle olduğunu biliyorum. Bu ritüeller kitabın bağlamının bir parçası, ama aynı zamanda iyi yaşayan, zarar vermeyen bir toplumu gösteriyor ancak öte yandan da ellerini kavuşturup hiçbir şey yapmıyor değiller. Kesh toplumu bir zirve ormanı gibi iyi bir denge içinde. Rafine bir teknolojileri var ama bu bir büyüme teknolojisi değil. Detayları ve işleri yapma biçimlerini değiştirebiliyorlar ama bunu bizimki gibi, büyüme teknolojisi üzerine inşa edilmiş bir toplumdaki gibi hızla veya radikal biçimde yapmıyorlar. Kesh’lerin yaşama biçimindeki farkı göstermenin bir yolu, onları tekrarlanan faaliyetler ve festivaller ritüeliyle uğraşırken göstermek. Mevsim ritüelleri Kesh’lerin varlık, çevre ve kültürün dokusu içine gömülü olduklarını ortaya çıkartıyor. Her şey bir yöne doğru akıyor.
Çoğu sağlıklı Yerli Amerikalı kültüründe köklü bir ritüel yön var gibi görünüyor. Pueblo ve Hopi’yi bir ölçüde model olarak kullandım. Hepsi de çok kolayca ve gayri resmi biçimde gerçekleştirilen, sürüyle ritüelleşmiş davranışları var. Yerli toplantılarına her gittiğimde bu kadar gayrı resmi görünmelerinden daima etkilenmişimdir. Bu bir ritüel ve yine de insanlar konuşup gülüyor ve bebekler etrafta koşuşuyor. Her şey çok uygun görünüyor. Örgütlü dinin ritüeli farklı bir şey. O bir ölçüde ayrıksı, hiyerarşik ve erkek-egemen. Yerli Amerikan kültürlerinde olduğu gibi herkes sürekli ritüel yapıyor olsa din ve yaşam kesinlikle birbirinden ayrıştırılamaz olurdu.
Ritüelere yönelik hayranlığınız kitabı yazma sürecinde değişti mi?
Kitabı bitirmekten nefret etmemin nedenlerinden biri kendimi yılı bir Kesh insanı olarak geçirmekten vazgeçirmek zorunda olmamdı. Bundan keyif almıştım ve o tür bir çevrim içinde kendimi çok fazla evimdeymiş gibi hissetmiştim. Oldukça tutarlı bir faaliyetler, ritüel ilişkiler, seremoniler ve festivallerle birlikte yaşamak, insanlık tarihi boyunca çoğu insanın çoğu kültür içindeki yaşama biçimiydi.
Neolitik çağı takip eden ve birkaç bin yıl süren tarihsel döneme Kesh halkı tarafından insanların “dünyanın dışında yaşadığı zamanlar” deniyor. Bununla ne kast ettiniz?
Orada yaptığım şey Sanayi Devriminden şu ana, son 200 yıl boyunca gelen mevcut büyüme teknolojisi fikriyle oynamaktı. Bu dönemin ne zaman sona ereceğini bilmiyoruz, ama sona erecek. Mevcut tarihsel çağımızın insan toplumunun en yüksek evrimini temsil ettiğini düşünme eğilimindeyiz. Sömürücü, hızla büyüyen teknolojinin mümkün olan tek gerçeklik olduğuna ikna edilmişiz. Hep Yuvaya Dönmek’te, buna inanan insanları Kesh’lerin onlara tuhaf bir sapkı olarak bakabilecekleri küçük bir kapsülün içine yerleştirdim. Bu yapabileceğim en saygısızca şeydi, tıpkı bir gübreyi selafona sarar gibi. Bu da bir tür Çakal [3] metaforu.
Çakal demişken, son eserlerinizin çoğuna girip çıkıyor. Onunla nasıl buluştunuz?
1982’de bir projeme koşarak girdi. Ütopya hakkında yazdığım, “Soğuk Bir Yer Olarak Kaliforniya Hakkında Öklidyen Olmayan Bir Bakış” isimli bir denemeydi ve ütopya ve Çakal’ın izleri kesişince, şöyle düşündüm, “Evet, şimdi bir yerlere varıyorum!” Ütopya fikri artık çok uzun zamandır şablon bir ifadeye saplanıp kalmış durumda. Gördüğünüz yazıların çoğu Callenbach’ın Ekotopya’sının aynısı ki bu da bir başka “şunu veya bunu yapsak gelecek şahane olmaz mı?” türünden bir şey. Veya bilim kurguda, bunun adı distopya oldu: Acılaşmış ütopya. Bu şablonlar artık işe yaramıyor.
Çakal bir anarşist. İçine dalarak tüm uygar fikirleri altüst edebilir. Ve daima şatafatla dalga geçer. Tam da fikirleriniz tatlı bir biçimde düzene ve hizaya girmişken, bunları alt üst eder. Bu işler hiçbir zaman derli toplu tertipli olmayacak, buna güvenebilirsiniz.
Çakal zihinlerimizin içinde yürür. Açıkçası, bir hilebaza ihtiyacımız var, dünyayı tamamen yanlış biçimde yaratmış olan bir yaratıcıya. Hata yapan, belaya saplanan ve hırpani küçük bir hayvanla özdeşleştirilebilecek bir tanrı fikrine ihtiyacımız var.
Notlar:
[1] Thlingit: Alaska Yerli Halkı
[2] Gary Snyder, Etik, Estetik ve Havzalar kitabına gönderme yapıyor.
[3] Çakal, Coyote: Ursula Le Guin’in Hep Yuvaya Dönmek ve Çakalın Şarkısı başta olmak üzere birçok eserinde görünen Tanrı-Yaratıcı hayvan.
[Bu metin swartmore.edu’daki İngilizce orijinalinden Kadınlara Sor tarafından çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.