Bireysel eylemleri mi eleştiriyorsunuz? Bireysel değil, örgütlü eylem mi diyorsunuz? O halde yapılacak olan bellidir. “İşime sahip çıkıyorum” sloganı ile bir milyon emekçiyi alanlara çağırın
Bireysel eylemleri mi eleştiriyorsunuz? Bireysel değil, örgütlü eylem mi diyorsunuz? O halde yapılacak olan bellidir. “İşime sahip çıkıyorum” sloganı ile bir milyon emekçiyi alanlara çağırın
Kamu emekçileri yeni KHK’ler ile ihraç edilmeye devam ediyor. Hukuki ya da idari bir karar olmadan işten atılma kapitalizmin tarihinde sermayenin her zaman tercihi olmuştur.
16. ve 17. yüzyılda işçiler sermayedarın işine gelmeyince keyfi olarak işten atılıyordu. 18. yüzyılda başlayan 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşan işçi sınıfı mücadeleleri keyfi işten atılmalara karşı burjuvaziyi iş güvencesini de garantiye alan iş yasaları çıkarmak zorunda bıraktı. 20. yüzyılda işçi sınıfı, iş güvencesi hakkını göreli olarak korurken bu hak 21. yüzyılda giderek tartışılır hale geldi.
20. yüzyıl sonunda, işçi sınıfının iktidarda olduğu sosyalizm pratikleri dünya genelinde geri çekilirken kapitalist ülkelerde de işçileri koruyan yasalar sallantıya girdi. Sermaye sınıfı, kapitalizmin derinleşen krizi ile beraber işçi sınıfının bir kazanımı olan ‘iş güvencesini’ kendisi için artık yük olarak görüyordu.
Ancak işçi sınıfının onca kazanımı varken iş güvencesini kaldırmak kolay değildi. Her ne kadar işçi sınıfı iktidarı ele geçirme mücadelesini bıraksa da haklarını korumak için bir potansiyeli hala barındırıyordu. Hem atıl duruma itilmiş sendikalar da hareketlenerek sermayedarın başına bela olabilirdi.
Bu sebepten ülkelerde birden ‘olağanüstü durumlar’ ortaya çıktı /çıkartıldı. Ülkelerin kronik sorunları çözümsüzlüğe bırakılarak kaos ortamları yaratıldı. (Elbette hangi ülkede ne oldu /olacak konusu bu yazının konusu değildir.) Ancak yaratılan ‘olağanüstü! durumlar’ işçi sınıfının aleyhine sonuçlar çıkartıyordu. Kapitalizmin yönetsel krizlerin sonucu ülkelerde kaos, darbe, darbe girişimleri, büyük terör olayları, ülkeyi yöneten hükümetlere birçok olağanüstü yetki veriyordu. Bu yetkiler aynı zamanda hükümetlere çalışanların ‘iş güvencesini ‘ ortadan kaldırma fırsatı veriyordu.
1990’lı yıllardan beri neoliberal politikalar zaten iş güvencesini ekonominin istikrarı önünde engel olarak görüyordu. Siyasi krizler, darbeler, terör olayları ve kaostan beyaz ya da mavi yakalı işçi sınıfının hiçbir sorumluluğu yok. Ki zaten ülkeyi onlar yönetmiyor. Ancak krizlerin faturası, işten atılmalar biçiminde çalışanlara çıkartılıyor.
Elbette Türkiye de kapitalizmin krizinden ve uygulamalarından muaf değil. Kamu emekçilerinin iş güvencesi sorunu da bunun parçasıdır. Hükümet, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal kapsamında çıkardığı KHK’ler ile uzun zamandır gündeminde olan ‘işçi sınıfının iş güvencesini kaldırma’ politikasını kamu emekçilerine yöneltti. (İş güvencesi tüm işçi sınıfının ve mavi yakalıların da bir sorunudur. Bu yazıda kamu emekçileri öznelliğini öne çıkardık.)
Ordunun ve emniyetin içinden gelişen darbe girişiminde hiçbir sorumluluğu olmayan kamu emekçileri işten atılıyor. Avrupa Birliği’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kamu hizmetlerinde işten atılmalar ile ilgili Türkiye yönetimini desteklemeleri kapitalizmin dünya çapında geldiği nokta ve krizi ile ilgilidir ve yukarıda yazdıklarımızı doğrulamaktadır.
Türkiye’de kamu emekçilerinin ‘iş güvencesi hakkı’ dünya ve Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin bir kazanımıdır. Bu kazanım 1961 anayasasında ve ilgili kanunlarla güvence altına almıştır. Sermaye iktidarları her defasında bunu ortadan kaldırmaya ya da esnetmeye çalışmış, ancak sınıfın direnişi ile karşılaşmıştır. Bu direnişte sendikaların önemli bir yeri vardır.
15 Temmuz darbe girişimi ve paralelinde gelişen olaylar sonrası işten atılmalar sürecinde dikkatleri yine sendikalara yöneltiyordu. Burada işçi konfederasyonlarının durumu iç açıcı görünmüyordu. Türk-İş ve Hak-İş’in kamu emekçileri ile ilgili eskiden beri bir politikası zaten oldukça zayıftı. Bu defa da kitlesel işten atılmalar karşısında da yine sessiz kalmayı tercihe ettiler. DİSK’in işten atılmalara karşı bir duruşu olsa da buna karşı bir enerji ve güç biriktiremiyordu.
Hükümet ile olan ilişkisi ve uzlaşmacı anlayışından ötürü Memur-Sen’in çalışanların ‘iş güvencesini‘ dert eden bir yaklaşım sergilemesi zaten beklenmiyordu. Her konuda hükümetin yanında yer alan Memur-Sen işten atılmalarda bir sakınca görmeyerek kendi üyelerine bile sahip çıkmadı.
İş güvencesinin ortadan kaldırılmasına karşı mücadelede beklenilen tek emek örgütü KESK ise birçok çelişki ve yetmezliği bünyesinde barındırıyordu. 10 Ekim 2015 tarihinde KESK dahil dört emek-meslek örgütünün öncülüğünde gerçekleştirilen mitingin “IŞİD” aracılığıyla bombalanması sonrasında beliren sokağa çıkma tereddüdü devam ediyordu. Sonuçta demokratik eyleme gelen bir emekçi, bomba ile öldürülmek ya da yaralanmak istemez. Örgütlü güç bu olumsuzluğu aşmak için var olsa da bu durum henüz aşılamamıştır.
Kanımca KESK’in sokağa/alana çıkma, hak arama ve baskılara karşı mücadelede sarsıcı eylem yapamamasının nedenlerini, 2001 yılında kamu emekçilerine dayatılan 4688 sayılı kamu görevlileri kanunun çıkışına kadar götürmek gerekiyor. KESK bu kanun sonrasında sağlık işkolunda TTB ile birlikte Sağlıkta Dönüşüm Programı’na karşı gerçekleştirdiği g(ö)revler ve beyaz eylemler dışında toplumda etki yaratacak, hükümeti sarsacak, örneğin 20 Aralık 1994 iş bırakma, 17-18 Haziran 1995 Kızılay işgali gibi 1990’lı yılların güçlü eylemlerini yaratamadı.
4688 sayılı kamu görevlileri kanunu esasen 1990’lı yılların eylemliliklerinin tekrar edilmemesi ve muhalif kamu emekçilerinin hakkını koruma mücadelesini frenlemek için çıkartılmıştı.
Bu kanunun ve hükümetlerin gücünü arkasına alan önce Türkiye Kamu-Sen sonra Memur-Sen gerçek sendikacılığı gölgeleyerek kamu emekçisinin iş güvencesini ortadan kaldıranların işini kolaylaştırıyordu. Bu süreçte sendikal bürokrasi ve aristokrasi öne çıkartıldı. Kamu emekçilerinin işyerinden dışarıya, eyleme daha az çıktığı, grev yapmaktan çekindiği bir sürece girildi. Elbette bunda KESK içinde 1990’lı yıllarda etkin dinamiklerin geri çekilmesinin de rolü vardı.
OHAL’in KHK’ler ile işten atılmaları, sokağa çıkmanın zaten meşruluk dışına çıkartıldığı bir döneme denk geliyordu. KESK işten atılmalara karşı 1990’lı yıllardaki eski gücünü ortaya koyamayınca kimi bireysel görünümlü direnişler öne çıktı.
İşte Nuriye Gülmen ve Semih Özakça direnişi bu satırların yazıldığı dönemde devam ediyor. Yine Ankara’da Veli Saçılık, Mahmut Konuk ve diğer kamu emekçilerinin ‘iş güvencesini’ ortadan kaldıran zihniyete karşı direnişleri sürüyor.
Başta sendikalar olmak üzere emek örgütlerinin de sistem gibi krize girdiği bir süreçte kanımca bu eylemleri bireysel görmek doğru değildir. Bireysel eylemlerin öne çıkması sendikaların bugünkü krizi yüzündendir. Bu direnişler, sendikal organlarda kararlaştırılmamış olsa da bir kolektif düşüncenin ürünüdür ve sembolik anlamı vardır.
Elbette sendikal mücadele örgütlü eylem demektir. Ancak bu, bugünkü koşullarda kamu emekçilerinin bireysel eylem yapmalarına da engel değildir. Bununla beraber sendikaların krizde olduğu bir dönemde farklı eylem tarzlarının birbirinin önüne çıkartılması sendikal krizin aşılmasına fayda sağlamayacaktır. Kamu emekçileri çeşitli dış faktörlerin birbirine değdiği nazik bir süreçten geçiyor.
Sonuçta işten atılan binlerce kamu emekçisi bu bireysel direnişleri hissediyor ve sonucunu umutla bekliyor.
Yukarıda isimlerini verdiğimiz direnişler üzerinden süren tartışmalar emek hareketinin henüz bazı zaaflarını aşamadığını da gösteriyor. Ki bu durum sendikal kriz ile alakalıdır. Bireysel direnişe arka çıkarak KESK’e saldırmak ne kadar yanlışsa, KESK’in örgütlü kadrolarının bu direnişi hedef tahtasına koyması da o kadar yanlıştır. Destekleyenler de desteklemeyenler de eskinin geleneksel hizipçi ve önyargılı yaklaşımları ile hareket ediyorlar. Tabii ki bu durumun “işine sahip çıkma” mücadelesine bir katkısı olmayacaktır.
Ankara’da uzun bir zamandır işini geri almak için mücadele eden Veli Saçılık 2017 insan hakları haftası programı çerçevesinde 10 Aralık günü konuşmacı olarak Diyarbakır’a gelmişti. Bu satırların yazarı olarak Veli gibi ihraç olmuş kamu emekçilerini, dayanışma amacı ile onun konuşma yaptığı salona gelmedikleri için eleştirirken, aralarında sendika yöneticilerinden gelenler dahil epeyce sert eleştirilere muhatap oldum. Onlara buradan hatırlatayım. Nuriye’nin, Semih’in, Veli’nin, Mahmut’un mücadelesi örgütlü mücadeleye engel değildir. Ve onların kazanımı tüm kamu emekçilerinin kazanımı olacaktır.
Bireysel eylemleri mi eleştiriyorsunuz?
Bireysel değil, örgütlü eylem mi diyorsunuz?
O halde yapılacak olan bellidir. “İşime sahip çıkıyorum” sloganı ile bir milyon emekçiyi alanlara çağırın. Her gün yavaş yavaş ödediğiniz bedeli bir günde ödersiniz ama işinize de sahip çıkarsınız.
Böylelikle sendikal krizi aşma şansı da yakalanmış olur. Tarih sendikal krizlerin mücadele ile aşıldığını bizlere defalarca göstermiştir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.