2017 yılı her türden gericiliğin, savaş ve sömürünün dünya ölçeğinde büyüdüğü bir yıldı, ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin, ezilen ve sömürülenlerin ilk büyük şöleninin de 100. yılıydı
2017 yılı her türden gericiliğin, savaş ve sömürünün dünya ölçeğinde büyüdüğü bir yıldı, ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin, ezilen ve sömürülenlerin ilk büyük şöleninin de 100. yılıydı. Zamanımız sömürüye ve gericiliğe boğulmuş olduğu için Ekim Devrimi’nin mesajı 100. yılında en canlı haliyle yaşıyordu
2017 başlarken tüm dünyanın gözü Amerika’da, Trump’ın üzerindeydi. 2017’nin ilk günlerinde kabinesini oluşturmakla meşgul olan Trump’ın yaratacağı muhtemel etkiler üzerine tahminler basının sayfalarını kaplıyordu. 2017 yılı pek çok önemli sosyal, politik gelişmeye sahne oldu, ancak bir temel eğilim, daha doğrusu kapitalizmde olgu ve süreçlere asıl basıncı yapan eğilim varlığını derinleştirerek sürdürdü. Bu eğilimi en açık haliyle yıl sonunda Bloomberg’in haberine yansıyan bir dizi rakam üzerinden görmek mümkündü. Haberde verilen bilgilere göre, dünyanın en zenginleri 2017’de servetlerine 1 trilyon dolar daha eklemişti ve “hisse senedi piyasaları ekonomik, sosyal, politik bölünmeleri umursamadan rekor seviyede yüksekliklere” ulaşmıştı. (World’s Wealthiest Became $1 Trillion Richer in 2017, Dec 27)
Bloomberg’in Milyarderler İndeksine göre, 2017’de dünyanın en zengin 500 kişisinin serveti yüzde 23’lük bir büyüme yaşadı. 26 Aralık 2017 hesaplamalarına göre, 500 milyarder 5.3 trilyon dolarlık bir serveti kontrol ediyordu ve 26 Aralık 2016’da bir yıl önce yapılan hesaplamada bu rakam 4.4 trilyon dolardı. Dünyanın en zenginlerinin 2017’nin kazananları ve kaybedenleri başlığı altında verilen bilgilere göre, 2017’de kaybeden zenginlerin en büyüğü Suudi Arabistan’ın en zengini Prens Velid Bin Talal olmuştu. Talal’ın servetindeki ciddi azalmanın Riyad’daki yolsuzluk operasyonları kapsamında gözaltına alınması sonrası yaşandığı verilen bilgiler arasındaydı.
2017 sonunda Thomas Piketty tarafından açıklanan Dünya Eşitsizlik Raporu’nda da 1980’den günümüze eşitsizliğin rekor seviyelere yükseldiği geniş verilerle ortaya konulmuştu. Değişik ülkelerden 100 araştırmacının çalışması sonucu oluşan raporda, dünya nüfusunun en zengin yüzde birinin 1980’den bu yana üretilmiş olan toplam servetin yüzde yirmi yedisini ele geçirmiş olduğu saptanmıştı ve Piketty eşitsizliğin dünya çapında “ekstrem seviyelerde” olduğuna dikkat çekiyordu.
Dünya çapında “ekstrem seviyelerde” seyreden eşitsizliğe, “ekstrem seviyelerde” milliyetçiliğin, ırkçılığın eşlik etmesiyse 2017’nin en görünür politik olgusuydu. “Kan ve toprak”, “Yabancılar kovulsun” sloganları ABD’de Charlottesville’den Varşova’ya kalabalık grupların dillerindeydi. Charlottesville’de toplanan Neo-Nazi gruplar taşıdıkları silahları gururla dünyaya gösterirken, anti-faşist göstericilere karşı uyguladıkları şiddet en tepeden Beyaz Saray’dan örtük onay buluyordu.
2017 sonunda gerçekleşen seçimin ardından Avusturya Halk Partisi’nin Neo-Nazi Özgürlük Partisi ile bir koalisyon hükümeti kurması; polis, ordu ve istihbaratın Özgürlük Partisi üyesi bakanlar tarafından kontrol edilmesi olasılığının belirmesi üzerine başta Haaretz gazetesi olmak üzere bazı tepkiler gelişti. Bu tepkiler üzerine, 1945 sonrası ilk kez bu seçimde Avusturya Parlamentosu’na giren bir Yahudi milletvekili olan Avusturya Halk Partisi’nden Martin Engelberg Haaretz’de bir yazı kaleme aldı.
Engelberg yazısında koalisyon ortakları Özgürlük Partisi hakkında şunları yazmıştı: “Kuşkusuz Özgürlük Partisi’nin bir tarihi var. Özgürlük Partisi kendisini gerçekten Nazi mirası üzerinde inşa etti. Savaş sonrası Avusturya’sının politik bir gerçeği olarak, eski Nazilerle ve savaş suçlularıyla ilişki kurdu, fakat politik tarihe bakmak lazım. 1970’lerde önde gelen Sosyal Demokrat Başbakan Bruno Kreisky Özgürlük Partisi ile politik partner olarak ilk ilişkiyi kurdu. 2000 yılında Muhafazakarlar Özgürlük Partisi ile bir koalisyon hükümeti kurdu.” (Don’t fixate on the Freedom Party. In Austria today, the real anti-Semitic threat is from Muslims, not Nazis, Haaretz, Dec 20)
Yazısında, Avrupa’daki yeni politik gerçeklikle yüzleşmek gerektiğini savunan Engelberg, “Ağırlıklı olarak Batı Avrupa şehirlerinde yaşayan artan sayıda Müslüman genellikle burada üzerinde yaşadıkları ülkenin yasalarını değil kurdukları paralel toplumlarda İslam’ın şeriat yasalarını üstün tutuyorlar. Büyük tehlike olan yüksek düzeyli bir anti-semitizm sergiliyorlar” diye yazmıştı. Engelberg’e göre, bugün Avusturya’da “Yahudilere Ölüm” diye bağıran Neo-Naziler yoktu. Müslümanlara saldıran sağcıların olduğu da söylenemezdi, ama zamanı gelince Müslümanlar Yahudilere saldıracaklardı. Engelberg, aşırı-sağcıların anti-semitizminin artık gözden kaybolduğunu, bir tehdit oluşturmadığını ileri sürüyordu.
Engelberg yeni hükümetin zorlu ve ciddi işler, önemli reformlar yapmak zorunda olduğunu belirtiyor ve bunları şöyle sıralıyordu: “Avusturya’da vergiler çok yüksek, bürokrasimiz, yasalarımız ve düzenlemelerimiz ekonomik büyümeyi büyük ölçüde bloke ediyor. Sosyal güvenlik sistemimiz ve eğitimimiz kötü durumda, bunların tümü reforme edilmek zorunda.”
Engelberg’in “reform”larının neleri içerdiği, The Economist’te yeni koalisyon hükümetinin ele alındığı bir yazıda daha net ortaya konulmuştu. Economist, yeni koalisyon hükümetinin gerçekleştirmeyi öngördüğü “reform”ları övgüyle karşılamıştı. Economist “reform”ların “Avusturya’nın korporatist çalışma düzeninin ve refah devleti modelinin liberalize edilmesi, işgünü uzunluğu sınırının günlük 12 saate çıkarılması, iş temelli sigorta fonlarının güçlendirilmesi, gelir ve şirket vergilerinin düşürülmesi”ni kapsadığını; bunların yanı sıra “reform”lar kapsamında güvenliğin daha iyi sağlanması amacıyla 2000’in üzerinde yeni polisin sokak ve caddelerde kontrolleri arttırmaya başlayacağını, Müslümanların cami ve okullarının daha sıkı bir denetime tabi tutulacağını bildiriyordu. (Vienna Calling, The Economist, Dec 23)
Sadece bu kadar da değildi; “reform”ların bir de yeni göçmenleri kapsayan boyutu vardı. Bu konudaki “reform”lar sayesinde, başvurusu kabul edilmiş göçmenlere verilen aylık 365 avro geçim ödemesi yarıya düşürülecekti. Yeni gelen göçmenler herhangi bir geçim ödemesi alamayacak ve normalde göçmenlerin yararlanmakta olduğu sağlık sigortası haklarının önemli bir kısmından vazgeçeceklerdi.
Economist’teki yazıda, Avusturya’da 2000 yılında gündeme gelen Özgürlük Partili koalisyonun o dönem Avrupa ve dünya çapında kınandığı, Avusturya’ya diplomatik yaptırımların uygulandığı, çeşitli devlet yöneticilerinin daha önceden planlanan Avusturya ziyaretlerinin ve ortak toplantıların iptal edildiği, ancak bu kez hiçbir ciddi dalgalanmanın yaşanmadığı, Avusturya’nın geçmişteki gibi bir karantinayla yüz yüze gelmediği, böylesi herhangi bir işaretin de ufukta görülmediği belirtiliyor. Economist’e göre bu durum, dünyadaki “popülist yükselişi” gösteren bir ölçü olarak kabul edilebilir.
Avusturya Yahudi Öğrenci Birliği Eş Başkanı Benjamin Gutman, Engelberg’in yazısını Haaretz’de sert bir şekilde eleştirdi. Gutman yazısında, “Bizler, Avusturyalı Yahudiler şunu açıkça belirtiyoruz: Özünde ırkçı, anti-semit ve Nazi olan Özgürlük Partisi’nin hükümet için geçerli bir ahlaki partner olmasını kabul etmiyoruz ve hiçbir zaman etmeyeceğiz” diyordu. (We Austrian Jews Must Not Legitimize the Nazis in Our Government, Haaretz, Dec 20) Gutman, Özgürlük Partisi lideri Heinz Christian Strache’nin 1989 yılında Almanya’da yasaklanmış bir Neo-Nazi grup olan “Viking Gençliği” içinde faaliyet gösterdiği için tutuklandığını; partinin milletvekillerinin yüzde kırkının yine Almanya’daki çeşitli Neo Nazi gruplarla “kardeşlik” bağına sahip olduğunun bilindiğini ileri sürüyor. Parti üye ve yöneticilerinin anti-semitik ve yabancı düşmanı söz ve eylemlerinin sayısız kanıtı bulunduğunu ve bunların sadece bir kısmını ortaya koymak için dahi değil böyle bir sütun bir tam sayfanın bile yeterli olmayacağını belirtiyordu.
Engelberg’in aşırı-sağın tehdit oluşturmadığı yolundaki iddiasının bütünüyle yanlış olduğunu söyleyen Gutman; Avusturya’nın resmi devlet istatistiklerine göre, ülkede son bir yılda ırkçılık, anti-Semitizm ve İslamofobi nedeniyle işlenen suçlarda dramatik bir yükseliş olduğunu bildiriyor ve bu suçlarda yüzde elli dörtlük artışın saptandığını ifade ediyordu. Avusturya’da aşırı-sağın anti-semitizmi politik bir silah olarak açıktan kullanmadığının doğru olduğunu söyleyen Gutman’a göre bunun nedeni, bugünlerde İslamofobi’nin çok daha elverişli bir politik silah olması ve Özgürlük Partisi’nin Yahudi toplulukları ve İsrail’i “ortak düşman” bahanesini kullanarak baştan çıkarmaya çalışmasıdır. Gutman’ın düşüncesini destekleyen bir argüman Economist’teki yazıda da belirtiliyordu: Economist’e göre, Anti-semitizm yükünden kurtulmak isteyen Strache seçim kampanyasında yeni ve daha ılımlı bir profil çizmeye çalışmıştı ve bu çerçevede Trump’tan çok daha önce, partilerinin Kudüs’ü İsrail Devleti’nin başkenti olarak kabul ettiğini yüksek sesle dile getirmişti.
Gutman’ın vurguladığı bir başka önemli nokta gerçekten de gelinen durumun vahametini ortaya koyuyor. Gutman, sadece anti-semitizme değil Batı’da son yıllarda yükselmekte olan her türlü ırkçı, İslamofobik ve göçmen karşıtı yaklaşıma karşı olduklarını ve Engelberg’in yazısında kullandığı, “Müslümanların zamanı gelince Yahudilere saldıracakları” söyleminin sadece aşırı-sağcıların propagandif bir senaryosu olduğuna inandıklarını belirtiyor.
Haaretz’de yayımlanan konuya ilişkin başka bir yazıda ise, Strache’nin diğer Avrupalı aşırı-sağcı parti temsilcileri gibi İsrail’i ziyaret ettiği; İsrail aşırı sağının temsilcileriyle görüşmeler yaptığı aktarılıyor. Avrupalı aşırı-sağcıların İsrailli dostlarından Avrupa’daki Yahudi örgütlerinin kendilerine olan yaklaşımlarını değiştirmeleri konusunda yardım istedikleri bilgisi veriliyor. Fariz Farez, bunun ancak Müslümanların “ortak düşman” olarak kabul edilmesi durumunda gerçekleşebileceğini, bu nedenle faaliyetlerin de bu noktaya yoğunlaşmış olduğunu dile getiriyor. (When the Fear of Muslims Leads Jews to Whitewash the Far Right, Haaretz, Dec 22)
Trump kendisine ait bir zenginler kulübü tesisi olan Mar-a-Lago’da toplanan kulüp üyeleriyle geçen cuma akşamı yemekte buluştuğunda arkadaşlarına, “Şimdi hepiniz çok daha zengin oldunuz” demiş.
Trump’ın zengin arkadaşlarına bunu söylemesinin nedeni, yeni imzaladığı “vergi reform” paketi. Trump’ın eşitsizlik kıskacı içinde ezilen, yoksullukla boğuşan Amerikalı emekçilere aylardır “büyük ekonomik reform” olarak sattığı bu değişiklik paketi sayesinde 18 milyon Amerikalı emekçinin sağlık sigortasını kaybedeceği, 80 milyon Amerikalı emekçinin sırtındaki vergi yükünün daha da artacağı ve en tepedeki yüzde birlik zenginlerin çok büyük avantajlar elde edeceği en son Senatör Bernie Sanders tarafından ayrıntılarıyla açıklandı. (Sanders attacks tax plan as Trump celebrates with friends: ‘You all just got a lot richer’, Guardian, 24 Dec)
Trump’ın politik söyleminin de en belirgin unsurları göçmen düşmanlığı ve “İslamcı terör”ü istismar ederek sunduğu İslamofobi’dir. Amerika’daki neo-faşist gruplar da hem Trump’a hem İsrail devletine güçlü bir destek sunmaktadırlar. Amerika’da ırkçılığın kalesi olan Breitbart yayın grubu aynı zamanda Trump’ın ve işgalci İsrail devletinin savunucusudur. Hedef tahtasındaysa birleştirici unsur olan “ortak düşman” “İslam tehdidi” vardır.
Zenginleri sürekli daha zengin, emekçileri daha yoksul hale getiren son 40 yıl, 2017’de “ekstrem eşitsizlik” ve “ekstrem ırkçılık ve milliyetçilik”ten oluşan bu kombinasyonu yaratmıştır. Öyle ki, yukarıda gösterdiğimiz gibi, Avusturya’dan bir milletvekili artık açık açık “Batı Avrupa şehirlerinde Müslümanların oluşturduğu paralel toplumlardan”, “zamanı geldiğinde Müslümanların Yahudilere saldıracağından” söz etmektedir. Bunun, geçmişte Avrupa Yahudilerinin yaşadığı gettoları hedef gösteren, etkili Yahudi zenginlerinin varlığını istismar ederek “gizli iktidarlar oluşturan Yahudiler” propagandasıyla beslenen anti-semitik söylemden farkı nedir? Bu tip kışkırtıcı ırkçı-milliyetçi söylemlerin Avrupa Yahudileri açısından ne tür korkunç sonuçlar yarattığı bugün çok iyi bilinmektedir.
“Paralel toplumlar” yok mudur? Kuşkusuz ki her sınıflı toplum gerçekte bir dizi farklı toplumsal gruptan oluşur. Bu gerçekliğin bugüne kadarki en kapsamlı ve güçlü açıklamasını Karl Marx ve Friedrich Engels yapmıştır. Onlara göre, her sınıflı toplumda durumu ve çıkarları, üretim araçları karşısında nesnel konumlanışları farklı ve karşıt olan toplumsal gruplar vardır. Onlar bu gruplara toplumsal sınıflar demişlerdi. Kapitalizmde egemen olan burjuva sınıfının ideolojisi milliyetçilikse, durumları ve çıkarları karşıt olan bu grupları “milli birlik tesis eden”, “tasası ve sevinci bir olan”, “kaynaşmış, imtiyazsız bir bütünlük” olarak sunmuş, tarihin, Marx ve Engels’in yetkin bir biçimde ortaya koyduğu türden bir “sınıf savaşımları tarihi” değil, “çıkarları çatışan milletlerin tarihi” olduğunu propaganda etmişti.
Tarihi “çıkarları çatışan milletlerin” tarihi olarak kavrayan, milletin ait olduğu özü “ırk”ta bulan ve “saf ırk” arayışına çıkanların yolculuğunun son durağı faşizm olmuştu. Bu anlayış geçmişte olduğu gibi bugün de emekçilerin birliğini engellemekte, emekçileri kendi sömürücüleri ve gerçek düşmanları safında eyleme geçmek için seferber etmekte en etkili araçtır. Bunalımlarla sarsılan, tıknefes, bunak emperyalist-kapitalizm bir kez daha emekçileri bölmek, sömürüsünü sürdürebilmek ve emperyalist saldırganlık eylemlerine emekçilerden onay üretmek için bu korkunç silaha politik alanda geniş bir yer açıyor. 2017’nin politik olaylarının işaret ettiği en önemli gerçeklik olarak bunun altı tekrar tekrar çizilmeli. Sürekli yoksullaşan, eski yaşam standartlarını, sosyal güvenlik zırhlarını kaybeden Batılı emekçilere ırkçı ve milliyetçi demagojilerle sarmalanmış bir politik söylem aracılığıyla seslenen, her şeyin sorumlusu olarak Avrupa’nın belirli şehirlerinde kelimenin gerçek anlamında “yeni gettolara” tıkıştırılan göçmen emekçileri ya da “milli çıkarları tehdit eden haydut devletleri, adil davranmayan rakipleri” hedef olarak gösteren bu zehirli akıma egemenler tarafından açılan geniş alana dikkat çekilmeli.
Dünyanın milyarderleri açısından bu denli “verimli” geçen 2017’de bir önemli açıklamada Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Dairesi Başkanı Stephen O’Brien’den geldi. O’Brien, dünyanın 1945’ten beri yüzleştiği en büyük insani kriz ile karşı karşıya olduğunu, 20 milyondan fazla insanın açlık ve kıtlık ile mücadele ettiğini ifade ederken, “kolektif ve koordineli bir şekilde küresel düzeyde çaba sarf edilmezse bu insanlar açlıktan ölecekler”, “çok daha fazlası acı çekerek, hastalıklardan ölecek” dedi. O’Brien, Yemen, Güney Sudan, Somali ve Kuzeydoğu Nijerya için acil yardım çağrısı yaptı.
O’Brien’in acil yardım çağrısı durumundan hemen vazife çıkaran Batı’nın sevgilisi son büyük “reformcu” Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’dı. Bu çağrılar üzerine iki yıldır kendi emriyle Yemen’de gerçekleşen bombalamaların yoğunluğu daha da arttı, Yemen halkına gıda ve ilaç yardımı sağlanan sınır kapılarına katı bir blokaj uygulandı. Bir taraftan “reformcu”nun yağan bombaları, diğer taraftan blokaj nedeniyle baş gösteren yoksunluklar nedeniyle kitlesel çocuk ve sivil ölümleri 2017 Yemen’inin tablosunu oluşturuyordu.
Bir süredir, ana akım Batı kamuoyunun New York Times, Financial Times, Guardian ve Economist gibi etkili mecralarında Ortadoğu’nun son büyük “reformcusu” olarak sahne alan Prens 2017’ye gerçekten de damgasını vurdu. Yıl boyunca, bir taraftan Yemen halkına ölüm kusmaya devam ederken, diğer taraftan da bir gün Katar’a abluka uygulama kararı alıyor, diğer gün Lübnan Başbakanını ayağına çağırıp ya “ev hapsi” ya “istifa” seçeneklerini sunuyor; çok geçmeden Suudi düzeninin en zengin ve etkili unsurlarını Riyad’da bir otele kapatıp ya “servetin” ya “özgürlüğün” diyordu. Dünyanın en zengin 500 kişisi arasında yer alan Prens Velid Bin Talal’a özgürlüğü için 6 milyar dolarlık bir fatura kestiği dünya basınında günlerce yer aldı.
Prensin “reform” programı da Batı’nın en etkili isimleri tarafından ayakta alkışlanmıştı. O da krallığın “devletçi ekonomik kurumlarını liberalize edecek” “büyük çaplı özelleştirmeler” yapacaktı. Geçerken şu “radikal İslamcı tehdit”e de bir el atacak, “radikal İslamcı örgütleri” fonlamayı kesecek, ülkesinde de bir dinsel “reform”la 1979 öncesine dönüş yapacaktı. Prensin “reform” programı o denli etkileyici bulunmuştu ki, Apple ve Amazon’un gibi önemli şirketlerin yöneticileri daha önce hiç yatırımları olmayan ülkede yatırımlar yapmak amacıyla Riyad’da görüşmelerini sürdürmekteydi. (Apple and Amazon Working to Set Up Shop in Saudi Arabia Amid Crown Prince’s Modernization Bid, Haaretz, 28 Dec)
Batı egemenlerinin doğu dünyasına rehber olacak bir önceki sevgili “reformcusu”, “askeri vesayeti yıkan”, ülke ekonomisini “liberalize eden”, “özelleştirme rekortmeni” “demokrasi savaşçısı” Tayyip Erdoğan’dı. O denli memnunlardı ve bunu o kadar abartılı ifade ediyorlardı ki, onun Ortadoğu Sultanlığı hayallerine dalmasında oldukça önemli bir payları vardı. Bürokratik oligarşiyi duman edip yere seren adam Ortadoğu’nun makus talihini neden değiştirmesindi ki? Tayyip Erdoğan “reformculuğunun” gelmiş olduğu nokta, Ortadoğu’nun yeni Sultan adayı Prens Muhammed’in yolculuğunun olası sonuçlarına güçlü bir ışık tutuyor…
2017 yılı her türden gericiliğin, savaş ve sömürünün dünya ölçeğinde büyüdüğü bir yıldı, ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin, ezilen ve sömürülenlerin ilk büyük şöleninin de 100. yılıydı. Zamanımız sömürüye ve gericiliğe boğulmuş olduğu için Ekim Devrimi’nin mesajı 100. yılında en canlı haliyle yaşıyordu. Ekim Devrimi’nin 100. yılının anımsatması gereken gerçeklerden birisi bugünümüz açısından da büyük önem taşıyor. Ekim Devrimi’nden üç yıl önce, Avrupa ve giderek başka coğrafyalar ve Rusya doruğa çıkmış yoksulluk ve sefaletle, tarihin o güne dek gördüğü en büyük katliamlarla, sarsılıyordu; o gün de egemen sınıflar emekçileri “milletin kutsal ortak çıkarları” demagojisi aracılığıyla kendi öz çıkarları için seferber etmişti ve milyonlarca emekçi milliyetçi ideolojinin motivasyonuyla birbirini öldürüyordu.
O günlerde de bu korkunç durumun yarattığı büyük umutsuzluk her yanı sarmıştı. Bırakalım emekçilerin elleriyle kurulacak savaşsız, sömürüsüz yeni bir dünya umudunu büyütmeyi, Avrupa Sosyalistleri çok küçük enternasyonalist çevreler dışında asıl önderleriyle, milyonluk emekçi kitleleriyle kendi egemen sınıflarının safında sosyal-şoven savaş nutukları eşliğinde başka ülkelerden sınıf kardeşlerinin avına çıkmıştı. Bu korkunç tablonun etkisi altındaki Avrupalı aydınlar arasında “uygarlığın sonu”nu ilan eden düşünceler egemen olmuştu. Bu büyük ihanetlerinden sonra Avrupalı sosyalistler “reformcu” olarak anıldılar. “Reformcu” olarak anılmışlardı çünkü onlar devrimden vazgeçmiş, kapitalist düzenle bütünleşmişti ve onların temel işlevleri kapitalist düzeni “reform”lar aracılığıyla cilalama, emekçileri sermaye egemenliğinin sürekliliği açısından belli sınırlar içinde tutma, kontrol etme ile çerçevelenmişti.
Avrupalı sosyalistler emperyalist-kapitalist düzenin sadık bekçilerine dönüşürken, Rusya emekçileri savaşın yarattığı korkunç sonuçları sorgulayarak gerçek çıkarlarının nerede olduğunu ve ona nasıl ulaşabileceklerini gösteren yolu buldular. O güne dek görülmüş en büyük canavarlıklardan, ezilen ve sömürülenlerin kendi elleriyle kuracakları eşitlik ve özgürlüğün dünyasına geçişte Rusya emekçilerine güç veren en önemli dayanak noktası devasa dalgalar karşısında sınıfsal ve politik netliğini ve kararlılığını hiç kaybetmeden duran Leninist politik önderlik olmuştu. Zamanımız da emperyalist efendilerin büyük canavarlıklarına, çok büyük tehlikelere gebe; ama aynı ölçüde büyük sınıf mücadelelerine, emekçilerin toplumsal kurtuluş arayışlarına da gebedir. Ülkemizde ve dünyada en yakıcı ihtiyaç bu gerici dalgalara karşı kararlı bir duruş sergileyecek ideolojik ve sınıfsal netliğe sahip politik aygıttır. Umudumuz o dur ki, 2018 yılı sınıf mücadelesinde, devrimci politik aygıtın inşasında önemli sıçramalara sahne olsun…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.