Crisis&Critique’in “Ekim Devrimi’nin 100. Yılı” dosyası kapsamında Kevin B. Anderson ile yaptığı söyleşi
“Marx’ın devlet-olmayan bir form dahilinde özgürce bir araya gelmiş emeğe dayanan bir ilişki lehine sermaye ilişkisi ile bağlarını koparmış bir toplum olarak komünizm görüşü, onun Kapital‘in meta fetişizmi bölümünde ve Gotha Programı’nın Eleştirisi‘nde bunun hakkında yazdığı zamandan bile daha fazla geçerlidir”
1871 Paris Komünü sonrasındaki Marx gibi, Lenin de, mevcut devlet aygıtının ele geçirilmek yerine parçalanması, imha edilmesi gerektiği sonucuna varır.
Crisis&Critique’in “Ekim Devrimi’nin 100. Yılı” dosyası kapsamında Kevin B. Anderson ile yaptığı söyleşi:
Crisis&Critique: Bolşevik Devrimi’nin yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Solcu, Marksist ya da Komünist, ne olurlarsa olsunlar, kurtuluşçu düşünürler uzun zaman boyunca, siyasal yöntemlerin, taktiklerin, araçların ve kazanımların Sovyet deneyiminin başarılarıyla ölçülmesini ve acımasızlıklarıyla ilişkilendirilmesini talep eden Bolşevik geçmişin baskısını üzerlerinde hissettiler – ve halen de hissediyor gibi görünüyorlar. Sizin açınızdan (eğer varsa) 1917 Devrimi’nin anlamı ve güncelliği nedir?
Kevin B. Anderson: Bugün, mirası reddediliyor olsa dahi, Ekim 1917’nin halen büyük anlama sahip olduğunu düşünüyorum. Bugün pek çok kişinin yaptığı gibi bir yandan Marx’ın sermaye eleştirisine geri dönerken, diğer yandan bir yüzyıllık Marx-sonrası Marksizm’in üzerinden atlamayabilmek mümkün müdür? Bunun yerine, Marx’a 21. yüzyılın gözleriyle bakarak, Marksizm’in mirasının eleştirel biçimde analiz etmeye ihtiyacımız var. İşte 21. yüzyıl Marksizm’inin bu mirası içinde, Ekim 1917, bugün halen, Marx’ın düşüncesinden ilham almış olan en önemli olay olarak dikkat çekmektedir.
Peki nasıl?
İlk olarak, Stalinizm-karşıtı solun hâlihazırda yapmış olduğu gibi, Ekim 1917’nin ilk döneminin mirası ile Stalinizm’in acımasız uygulamalarını birbirinden ayırmak durumundayız. 1920’lerin Sovyet Rusya’sı, kadınların özgürleşmesine yönelik önemli adımlara, ulusal azınlıkların dillerinin ve kültürlerinin tanındığı politikalara, kendi topraklarını ekip biçen köylülere ve her ne kadar 1917-18’in fiilen işleyen sovyetleri artık kemikleşmiş ve kurumsallaşmışsa da, bir dereceye kadar grev yapabilen ve örgütlenebilen işçilere tanıklık etti. Dahası, yeni rejim, sosyalistlerin daha önce yaptıkları gibi dünya çapında devrimci hareketi güçlü bir biçimde destekledi fakat buna, özellikle Küresel Güney’de anti-emperyalizme ve ulusal kurtuluşa yönelik bir vurgu eşlik edecekti. Yeni rejim, böylece, Hindistan’da, Çin’de, Afrika’da ve Latin Amerika’da sömürgeciliğin ve emperyalizmin yerli [işbirlikçi] nüfuzlarının devrilmesi çağrısında bulundu.
İkincisi, Bolşevik sistemin, devrime yönelik dış emperyalist müdahalenin ya da Rusya’nın teknolojik geri kalmışlığının yarattığı baskılardan kaynaklanmayan ve başından itibaren söz konusu olan kilit kusurlarını da kabul etmemiz gerekiyor. Rosa Luxemburg’un da işaret ettiği üzere, Lenin ve Troçki’nin başını çektiği diktatörlük, kötü bir teamülü yerleştiren şekilde, devrimci demokrasinin altını oymuştur. Buna, yeni Sovyetler Birliği’nin 1918 yılı itibariyle bir tek-parti devleti haline gelmesinin onun yukarıda bahsedilen olumlu niteliklerinin pek çoğuna zarar verdiği olgusu da eklenebilir. Bu durum, Troçki geleneğine bağlı olan kişilerin bugün bile kabullenmekte büyük zorluk yaşadığı bir durumdur. Kuşkusuz, anarşistlerin büyük kısmı (ve tabii ki liberaller), tek taraflı bakış açılarıyla, Sovyetler Birliği’ni daha ilk günden totaliter bir [yapı] olarak görmektedirler.
Bu deneyimlerde, bugünkü durum üzerinde doğrudan (ya da dolaylı) bir etkiye sahip olan, güncel şeyler görüyor musunuz? Şayet, Hegel’i biraz özgürce yeniden formüle edersek, tarihten alınacak tek ders tarihten alınacak hiçbir dersin olmaması ise (yani, farklı tarihsel durumlarla hiçbir doğrudan birebir denk düşme söz konusu değilse) ve şayet Lenin’in de her zaman savunduğu şey bu ise, 1917’den öğrenilen ve bugün halen geçerli olan bir şey var mıdır?
Hegel’in Tarih Felsefesi‘nde söylediği şey, 18. yüzyıl sonlarındaki Fransız devrimcilerin kendilerine antik Romalıları örnek almaya çalışmasında olduğu gibi, uzak geçmişten siyaset yapmaya ve devlet idaresine dair pek fazla şey öğrenilemeyeceğidir. Ancak Hegel, kişinin kendi çağının tarihinden öğrenebileceğini ileri sürmektedir. Bu görüşü Marksizm’e eleştirel bir biçimde aktarırsak, kişinin, devlet ve devrim ve diğer kilit konular hakkında, kendi üretim tarzı dahilindeki dönemlerin tarihinden bir şeyler öğrenebileceği söylenebilir. Bu anlamda, halen daha kapitalist üretim tarzında yaşıyor olmamız nedeniyle, 1917 Rus Devrimi de, tıpkı Marx’ın zamanındaki 1871 Paris Komünü gibi, kendi çağımızın bir parçası olarak kabul edilebilir. Bu anlamda, bu olayların tarihinden alınan dersler de bugün hâlâ kısmen geçerlidir. Kuşkusuz bu kavramsallaştırma, bir on yıl öncesindeki olayları bile bugün ile ilgisiz olarak görmeye yatkın burjuva aklının benimsediğinden daha geniş bir kavramsallaştırmadır.
Buradan hareketle, bugün Rus Devrimi’nden alınabilecek dersler var mıdır? İlk dönem, devrimci Rusya’dan bir örnek verirsek; Bolşeviklerin, bir kişi kendi ülkesinde ırkçılığa ve yurtdışında emperyalizme karşı çıkmıyorsa bir komünist olamaz yönündeki ısrarı, küresel solun sınıf indirgemeciliğinden ya da büyük ABD Sosyalist Partisi lideri Eugene Debs’in sınıf meselesi dışında bir ırk meselesinin olmadığı sözlerine benzer söylemlerden uzaklaşmasına yardımcı olmak açısından kritik değerdedir. Bolşevikler tarafından geliştirilen –ve W.E.B. Du Bois, C.LR. James, Raya Dunayevskaya, Frantz Fanon ve sonrasında pek çok düşünür tarafından sürdürülerek daha ileriye taşınan– bugün olduğu gibi bundan sonrası için de her türden hakiki kurtuluşçu sol açısından kritik önemde olmaya devam edecektir. Bu tartışma, ABD’de sınıf kartını son derece daraltılmış bir seçim zaferinin parçası olarak oynayan bir gerici ırkçı ve kadın düşmanı olan fakat ABD’ye ve dünyaya şimdiden feci hasarlar vermekte olan Trump’ın seçilmesiyle birlikte yenilenmiştir ve böyle de olması gerekir.
İkincisi, küresel solun yanlış yönlendirilmiş bazı kısımlarının Miloseviç’i, Kaddafi’yi ya da Esad’ı desteklemek üzere anti-emperyalizm adına konuşmasında da görüldüğü üzere, bir Stalinizm mirası söz konusudur. Burada, Stalinist zihniyet ile kol kola giden bir vahşi oportünizm, farklı bir biçimde sürdürülüyor gibi görünmektedir. Stalinistlerin anti-emperyalizmi bir karikatüre çevirmiş olması nedeniyle, 1939’da Hitler ile bir antlaşma imzalamaya zemin sunan şey, [Hitler’in] Britanya’ya ve diğer emperyalistlere ve plütokratlara dönük sözüm ona muhalifliği olabilmektedir.
Lenin, Paris Komünü’nün yenilmesinin ardından, kalıcı bir başarılı kurtuluşçu siyasetin araçlarına ilişkin çok bilinen yorumlar ortaya koydu ve Komünarların karşılaştığı (düşman karşısında askeri zayıflıkları, Komün’ün kısa süren varlığı ve coğrafi sınırlılıklar gibi) sorunları çözmenin peşine düştü. Bu sorgulamanın ardından, Lenin, devrimci parti, öncüler, aynı zamanda kurtuluşçu medya fikri (devrimci gazeteler ya da broşürler) gibi örgütsel araçlar geliştirmek gerektiği düşüncesine vardı ve tikel tarihsel durumun koordinatların analizinin ve bununla uyumlu siyasal araçlar benimseme ihtiyacının önemini sürekli şekilde vurguladı. Bir çağdaş siyasal düşünce açısından ve kurtuluşçu siyasetin temellerine yönelik çalışmalar açısından bu araçlardan herhangi birinin güncel olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu sorunun yeterince kesin biçimde sorulmadığını düşünüyorum. Lenin’in Paris Komünü’ne ilişkin esas yazıları, onun en önemli kuramsal mirası olarak görülen kitapta, 1917 tarihli Devlet ve Devrim‘de yer almaktadır. Mektuplaşmalarından da açıkça ortaya çıktığı üzere, Lenin bu kitabı sadece Rus Marksistlerine değil, uluslararası bir Marksist kitleye yönelik yazmıştır ve Marksistlerin Marx’tan sonra devleti ele geçirmek ve onu bir sosyalist gündemi yürürlüğe koymak için kullanmak istediği durumunu vurgulamaktadır. Lenin, hem Birinci Dünya Savaşı’na hem de bu savaşı destekleyen reformist sosyal demokratlara karşı çıktığı 1914 yılından başlayarak, bu miras ile bağlarını koparır. Ardından, emperyalizmi kapitalizmin yeni bir aşaması olarak değerlendiren kitabı ve sonunda da Devlet ve Devrim ortaya çıkar. 1871 Paris Komünü sonrasındaki Marx gibi, Lenin de, mevcut devlet aygıtının ele geçirilmek yerine parçalanması, imha edilmesi gerektiği sonucuna varır. Lenin, 1917’de kitlesel ölçekte ortaya çıkan sovyetleri ya da işçi konseylerini, Komün’ün bir devamı olarak görür. Esasen Lenin’in Devlet ve Devrim kitabına kadar, Marksistler, Marx’ın Komün’ün kazanımlarını analiz ettiği ve Komün’ün kitlesel taban demokrasisini –ve bazı fabrikaların işçiler tarafından ele geçirilmesini– işçi sınıfının kurtuluşunu sağlayabilecek olan devlet-olmayan siyasal form olarak adlandırdığı Fransa’da İç Savaş kitabını neredeyse unutmuş durumdadırlar. Bu anlamda, hem Marx hem de Lenin açısından kilit mesele, sermaye ilişkisinin hakkından gelmenin bir temeli olarak devletin imha edilmesidir.
(Daha önceki bir soruda Hegel’in anılması nedeniyle, burada, savaş ve emperyalizm, ırk ve sınıf ve devlet ve devrim meselelerinde Marksizm’e yönelik bütün yeniden düşünüşleri esnasında, Lenin’in bir yandan da Hegel’in Mantık Bilimi üzerine çalıştığını not düşmek istiyorum. Aslında 1914-1915 yıllarında yaptığı bu çalışma, benim Lenin ve Hegel adlı kitabımda da göstermiş olduğum üzere, Lenin’in emperyalizm, savaş, devlet ve devrim konuları etrafında geliştirdiği bu yeniliklerin felsefi ve diyalektik temelini oluşturmuştur.)
Kuşkusuz Lenin, emperyalist müdahale ve iç savaş dönemi süresince sovyetlerin zayıflamasına ve ölmesine çok hızlı biçimde izin vermiştir ve merkezi, bürokratik bir devletin kurulmasına da kesinlikle yardımcı olmuştur. Fakat 1922’de ölüm döşeğindeyken, ulusal azınlıklara kaba davranmaya başlayan yeni devletin tehlikelerine yönelik uyarılarda bulunmuş ve Stalin’in Komünist Parti Genel Sekreterliği görevinden alınması çağrısında bulunmuştur. Bu uyarı, iş işten geçmeden önce Troçki tarafından bile reddedilmiş ve Troçki, Lenin’in bu çağrısını -ilk defa- ancak Stalin iktidarı tamamen aldıktan sonra yayımlamıştır.
Lenin’in bu meseleye dönükmüş gibi görünen öncü parti kavramına gelince; bu kavram ilk olarak çok daha öncesinde, devrim halen daha mevcut devleti ele geçirmek olarak düşünüldüğü ve emperyalizm üzerine kitabın henüz yazılmamış olduğu 1902 yılında formüle edilmiştir. Dunayevskaya’nın Marksizm ve Özgürlük kitabında gösterdiği üzere, bizzat Lenin, sıradan işçilerin parti üyelerinden ve kesinlikle Bolşevik Parti liderliğinden daha devrimci olduğunu dile getirdiği 1905 devrimi süreci gibi erken bir dönemde ve kesinlikle 1917’de, öncülüğün bazı yönlerini reddediyor gibi görünüyordu. Bu sözler, Lenin, bugün bizim Ekim Devrimi olarak andığımız ikinci bir devrime, bir anti-kapitalist devrime yönelik partinin diğer liderlerinin açık bir muhalefet değilse de tereddütlerini yenmeye çalışırken söylediği sözlerdir. Fakat Lenin, aynı zamanda, öncü partiden de hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiştir ve bu düşünce, Bolşevikler iktidara geldiğinde ve bir iç savaşla karşı karşıya kaldığında şiddetli bir biçimde geri gelecektir. İşte Stalin ve müttefikleri, kuşkusuz onu tamamen seçkinci ve son derece totaliter bir şeye dönüştürmek üzere, dokuda yer alan bu ipliği seçip ayırmışlardır.
1917’nin ve onu izleyen Çin’deki Kültür Devrimi’nin olağanüstü başarısızlıklarının ardından, Devrimler yüzyılı sona ermiş gibi görünüyor. Devrim kavramı ile bugün ne yapmalı?
Geçtiğimiz yıllarda kesinlikle bir dizi devrime tanık olduk; Mısır’ı ve Tunus’u örnek verebiliriz. Dahası, bu devrimler dünyanın dört bir yanında, Wall Street’i İşgal Et hareketinden, Sanders, Corbyn ve Mélenchon kampanyalarına kadar bir dizi harekete ilham verdi. Bu açıdan, devrim olgusu ve dolayısıyla kavramı, her ne kadar yeni devrimler ve hareketler genellikle 1917’deki Bolşeviklerin benimsediği gibi doğrudan anti-kapitalist yönde hareket etmiyorlarsa da, bugün fazlasıyla canlıdır. Kısa bir süreliğine, devrimci hareketin gerilediği 1980’lerde ve 1990’larda, entelektüeller sıklıkla her türden devrimin çok tehlikeli ve riskli olduğunu çünkü devrimlerin öngörülemez ve yıkıcı olduğunu vurguladılar. Bu yaklaşımların en anti-Marksist versiyonlarında ise, devrim eşittir gulag görüşü hakimdi. Bu türden bakış açıları, sıradan liberaller arasında, Habermas ve onun takipçilerinde ve yine post-yapısalcılar arasında bulunabilecektir. Bu türden açıklamalara, gerçek değişimin yerel ve tikel olduğu ve küresel ve “bütünlüklü” olmadığına yönelik sorunlu kavramsallaştırma da sıklıkla eşlik etmektedir. Bu türden düşünceler, 21. yüzyılda, özellikle de Büyük Ekonomik Kriz’den itibaren, eleştirel entelektüellerin ve solun yeniden küresel kapitalist sistemi hedeflemesiyle düşüşe geçti. Bu durum, kapitalist sistemi yeniden etmeye yönelik o tarihe kadarki en ciddi ve uzun erimli çaba olan 1917’nin mirasını yeniden değerlendirmenin hiç olmadığı kadar kritik önemde olmasının nedenini kısmen budur.
20. yüzyılın kurtuluşçu projesi, siyasal formu proletarya diktatörlüğü kavramı olmak üzere sosyalizm adıyla yürütüldü. Sizin görüşünüze göre, sosyalizme bir “dönüş” var mı ya da söz konusu olabilir mi ya da 21. yüzyılın kurtuluşçu projesi, hem sosyalizmin hem de kapitalizmin ötesine mi geçmeli, bir başka deyişle, doğa ve biçim olarak komünist mi olmalı ya da olmamalı mı?
Bence, Marx’ın devlet-olmayan bir form dahilinde özgürce bir araya gelmiş emeğe dayanan bir ilişki lehine sermaye ilişkisi ile bağlarını koparmış bir toplum olarak komünizm görüşü, onun Kapital‘in meta fetişizmi bölümünde ve Gotha Programı’nın Eleştirisi‘nde bunun hakkında yazdığı zamandan bile daha fazla geçerlidir. Yakın zamanda ise, Peter Hudis ve Paresh Chattopadhyay, bana göre haklı bir biçimde, Marx’ın ekonomi politiğe yönelik eleştirisinin, onun yaptığı gibi, kapitalizme geleceğin yeni, komünist bir toplumundan doğru bakmaksızın kavranamayacağını ileri sürdüler.
Eğer sosyalizm derken Marx’ın mirası ve Marx’ı takip eden ilk Marksist düşünürlerin düşüncelerinin eleştirel bir biçimde sahiplenilmesi kast ediliyorsa, o halde hayır, sosyalizm sözcüğünden vazgeçilemez. Fakat eğer sosyalizm derken sol teoriye ve pratiğe 20. yüzyıl boyunca hakim olan devletçi sosyalizm formları -yani, Stalinist ya da Maocu komünizm veya reformist sosyal demokrasi- kast ediliyorsa, bu anlamda ben de hem sosyalizmin hem de kapitalizmin ötesine geçmemiz gerektiğine katılıyorum.
Lenin’in devleti parçalamak ve yerine aşağıdan yukarıya sovyetlerin veya işçi, köylü ve asker sovyetlerinin geçirilmesine yönelik kavramsallaştırması, Samuel Farber’ın sola yönelik eleştirisinde yıllar önce gösterdiği üzere, 1917’nin hemen sonrasına kadar uygulanmış bir şey değildi. Fakat Rusya, teknolojik açıdan geri kalmış bir toplumdu ve esasen Devlet ve Devrim‘de Lenin’in aklında olan şey, Almanya gibi bir gelişmiş kapitalist ülke ya da devrimci bir Almanya ve benzeri bir ülke ile bağlantılı olan ve onlardan yardım alan bir devrimci Rusya idi. Almanya, 1918-1919 devrimci kalkışması boyunca bu niteliklerden bir kısmını -örneğin, işçi ve asker konseylerini- geliştirmeye başladı. Bunların bir kısmı Luxemburg liderliğinde gerçekleşti fakat Luxemburg’un canavarca katledilmesi bu gidişatın kısa sürede çökmesine yardımcı oldu. Alman devriminin yenilgisi Rusya’yı tecrit etti ve Stalinizm’in ve onun, Marx, Lenin, Luxemburg ya da Troçki’ye tamamen yabancı bir kavram olan fakat Rusya’nın yeni devlet kapitalizmi sistemine uygun bir ideolojik mefhum olarak “tek ülkede sosyalizm” şeklindeki derinden defolu kavramsallaştırmasına giden yolu döşedi.
Bugün gerçek, devrimci bir komünizme doğru yol almak için, Marx’tan başlayarak ve 1917’yi kat ederek bugüne ulaşan bütün bu teorik ve pratik mirasın özenli bir eleştirel analizini yapmak durumundayız. Bunu yaparken, sadece anti-kapitalizme değil, kapitalizmin ötesindeki yeni, hümanist bir toplumun neye benzeyeceğine ilişkin bir vizyona da odaklanmamız gerekiyor.
[Crisis&Critics’teki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.