696 sayılı KHK’de yer alan tek tip uygulamasının hapishanelerde geçmişte olduğu gibi, yeni bir açlık grevi ve ölüm orucu dalgasını tetiklemesi muhtemeldir
696 sayılı KHK’de yer alan tek tip uygulamasının hapishanelerde geçmişte olduğu gibi, yeni bir açlık grevi ve ölüm orucu dalgasını tetiklemesi muhtemeldir
15 Temmuz darbe girişiminin ardından AKP iktidarı devletin “güvenliği” ve “bekasını” korumak maksadıyla, sonu gelmeyen ve sürekli hale getirilen Olağanüstü Hal ilan etmiştir. Darbe sonrası gelişen süreçte daha da ileri gidilerek 21 Temmuz 2015 günü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) uyarınca var olan yükümlülüklerin de askıya alındığına dair açıklama yapılmıştır. Bu durum binlerce kamu görevlisinin ihraç edilmesi, yüzlerce kurum ve kuruluşun kapatılmasını içeren onlarca Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) öncesine aitti. Yayımlanan kararnameler sonucunda, Türkiye’nin temel insan hakları sözleşmelerine dair yükümlülükleri ile çelişen önlemler aldığı ve insan hakları ihlallerinde artış olduğu çeşitli uluslararası insan hakları kuruluşlarınca defalarca gündeme getirildi.
15 Temmuz’un üzerinden uzunca bir süre geçti, devlet kurumlarını yeniden düzenleyen, ihraçları içeren onlarca KHK çıkartıldı ancak 696 sayılı KHK bunlar arasında özel bir yer teşkil etmektedir. 696 sayılı KHK’nin hukuksal anlamda tartışmaya açık birçok noktası mevcuttur. Özellikle 121. Madde’de yer alan “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında” ifadesiyle verilmek istenen yargı muafiyeti ve 103. Madde’de belirtilen 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar nedeniyle tutuklu veya hükümlü bulunanlara dayatılmak istenen “badem kurusu ve gri renkteki” tek tip kıyafet uygulaması tartışmaları alevlendirmiştir. Bu noktada son günlerde üzerinde görece daha az durulan tek tip kıyafet uygulaması üzerinden, muhtemel uygulamanın yaratacağı sonuca dair bir akıl yürütmesi yapılması gerekmektedir.
Devlet mevcudiyetini korumak için güvenlik hizmetine gereksinim duymaktadır. Güvenlik faaliyetlerinin toplamı, toplumda temel bir gereksinim olarak hayat bulur ve devletin varlığını, hâkim sınıf iktidarının politikalarını meşrulaştırır.[1] Modern devletler, Fransa’da IŞİD saldırılarında ve Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında görüldüğü gibi, düzenin devamlılığı için güvenlik aygıtlarının eylem alanlarını genişletirken, yasaların tanıdığı sınırların ötesine de çıkacak imkân yakalar. Vatandaşlarına devletin kriminal ve ideolojik suçlularına / düşmanlarına karşı “sürekli” güvenlik içinde yaşamaya “gereksinim duydukları” düşüncesini satmaktadır. Jean–Claude Paye’ye göre günümüzde insanlar artık hem kendilerine karşı hem de demokratik düzene karşı acil ve somut bir güvenlik tehdidi ile karşılaştıklarında kendi hak ve özgürlüklerinden vazgeçmektedirler.[2] Bu durum ister istemez devletler için özel bir meşruiyet yaratarak mevcut duruma müdahale edilmesine zemin hazırlar. Hukuk bu noktada sadece ideolojik bir aygıt olarak değil, aynı zamanda bir zor aygıtı rolüyle birlikte devlet iktidarının korunmasında ve hakim üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde önemli bir araç haline getirilir.[3] Bu müdahaleler zamanla hukuka dair olağanüstülüğün istisna halinin, olağanüstülükten çıkarak olağanlaşmasına yol açmaktadır.[4]
Güvenlikle bağlantılı olarak hem hak sahipliği hem de “düşman” kategorisi nesnel koşullara özgü bir ikililik gibi gözükse de, işleyişinde özne temelli bir ikililikten doğan olağan ve olağanüstü hal ayrımı beliriyecisidir. Güvenlik her ne kadar özgül bir duruma uygun hukuki rejim olarak ortaya çıksa da; güvenliğin sivil toplumun en yüce kavramı haline dönüşmesi, Marx’ın[5] da belirttiği üzere insanın özgürlük hakkının politik yaşamda düştüğü çelişkiden kaynaklanır: “insanın özgürlük hakkı politik bir yaşamla çelişkiye düşer düşmez bir hak olmaktan çıkar.” Bu noktada, haklardan yararlanabilmenin sınırını devletin güvenlik paradigması belirler. Otoriter yapı, siyasal ve ekonomik bir düzen bakımından ‘tehlikeli’ sayılabilecek herkesi düşman ceza hukukundaki gibi yurttaş-düşman şeklinde bir ayrıma tabii tutarak sürekli istisna halini oluşturur. Bu aşamada, olağanüstü halde hukuk ve hukuksuzluk tartışması yapılamaz, aksine, yetkiyi ve gücü elde bulunduran erk tarafından biçimlendirip meşrulaştırılır.
Ortaya çıkan süreklileşmiş bir “olağanüstü hal”, Agamben’e göre zamanla egemenin, hukukun yerine geçerek, sürekli kullandığı bir müdahale aracı haline dönüşür. Artık belli siyasi kesimleri değil, siyasi rejime uyum göstermeyen herkesi hedef alan bir “sivil savaş”a dönüşür.[6] Bu yaratılan iç ve dış düşmanların etkisiyle sürekli halen gelen siyasi savaş yayılmacı politikaların yürürlüğe sokulması anlamına gelir. Söz konusu siyasi savaşta, iktidarın kendi işini güçleştirir saydığı için hukuka karşı olma durumu söz konusudur. Hukuk ile kuralsızlaşma siyasası kendi içinde egemenlik alanının yerini değiştirir.
Bu da bizi Carl Schmitt’in yaklaşımına götürmektedir. Schmitt’e göre devletler devletin bekası için “olağanüstü dönemlerde”[7] “hukuk”u arka plana atarak ihlal edebilirler;[8] çünkü önemli olan “Siyasal yönden bütünleşmiş halkın somut varlığı”dır ve bu da “her türlü normdan önce gelir.”[9] Devletler bunu yaparken de “hukuk ve ‘tedbir” adı altında “hukuk zincirlerinden kurtularak” düzene yönelik “düşman” tehdidini de bertaraf edebilirler.[10] Böylece hem hukuk hem yönetim biçimi egemenin gerekleri için düzenlenirken, daha doğrusu yok sayılırken, bu mevcut ya da yaratılmış olunan düşmanlar da bu yeni düzenlemeler ile bertaraf edilirler.
Detaylandırmaya çalıştığımız teorik bağlamdan hareketle 696 sayılı KHK sonrasında yapılan ‘tek tip kıyafet’ düzenlemesi ile halihazırda cezaevlerinde bulunan tutsaklar düşman kategorisinin içerisine yerleştirilerek (hostis) yok edilmesi gereken bir nesne formuna sokulmuşlardır. Dikkat edilmesi gerekilen bir husus, hukuki anlamda yüz kızartıcı suç vb. suçları işleyenler ve mahkûmların tamamı bu uygulamaya tabii tutulmamaktadır. Bu uygulama siyasi mahkûmlara yönelik olacaktır. Düşmanlaştırılma kategorisi güvenlilik ile birleşen cezalandırma istencinden hareketle mahkûmların hayat şartlarına dair bir sorgulamayı gündem dışında bırakmaktadır. Tutsakların öznellikleri parçalanarak kendisine ait bir kimliği olmayan değersiz nesnelere dönüştürülmek istenmektedir.
Burada belirtilmesi gereken bir nokta vardır; o da 696 sayılı KHK’nın cezaevlerindeki siyasi tutsaklara bir müdahale amacı taşıdığıdır. Zira siyasi tutsakların büyük çoğunluğu Terörle Mücadele Kanunu’nun 16. Maddesi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 9. Maddesi’nde ve Resmi Gazete’de yayımlanan 26131 Nolu İnfaz Tüzüğü yüksek güvenlikli infaz kurumlarındaki infaz rejimine ilişkin düzenlemelere göre “tehlikeli hükümlü ve tutuklu statüsündeki kişilerin” burada kapatılma halinde altında olacakları belirtilmektedir. Tutsaklar artık sadece F tipi olarak bilinen kapatılma ile cezalandırılmayacaktır; kendilerine ait kıyafetlerin ellerinden alınması, tek tipleştirme pratiğiyle birlikte öznel değerlerinden kopartılarak standartlaştırılması planlanmaktadır. Tutsakların “suç” işlemiş olması veya devletin kurucu ilkelerine muhalif olması, kapatılması, zihnen ve fiziken ölmeleri için yeterli bir gerekçe haline gelmektedir. Ortadan kaldırılamayan tutsakların izole edilerek pasifleştirilmesi taktiği de saklıdır. Bu da olmadığı takdirde gerçek dünya ile olan son bağları yok edilmelidir.
Devlet yayımladığı 696 sayılı KHK ile birlikte artık terörle ve darbeyle mücadele adı altında tutsakların hukuki güvenliğini ve yaşam hakkı dokunulmazlığını görünmez bir niteliğe dönüştürmüştür. Devlet eliyle yeniden dizayn edilen hukuk; hukuk-siyaset ilişkisinde siyaseti tamamen hukukun üzerinde şekillendirerek, hukuku devletin salt ideolojik aracından siyasal alana etki eden bir zor aygıtına dönüştürmektedir.[11] Bu da siyasal iktidarın oluşturduğu hukukun herkesin çıkarını kapsayan evrenselliğinin yalnızca bir yanılsama olması sonucunu doğurmaktadır.[12]
Getirilen bu düzenlemeye itiraz edecek olan tutsaklar çeşitli yaptırımlar ile karşılaşacaklardır. 2004 tarihli 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 26. Maddesi’nin “güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göstermekle yükümlüdür” ibaresi, infaz rejimine uygun tutum ve davranışlar içinde bulunmayı zorunlu koşmaktadır. Bu da tutsakların, cezaevinde kısıtlı olan yaşam biçiminin, kendi kararından çok cezaevi yönetiminin isteğine bağlı olduğunu göstermektedir. Cezaevi yönetiminin kararlarına uygun davranmayan mahkûmları da kimi zaman disiplin cezalarına çarptırmakta veya tutsaklık sürelerini fazladan 1 yıldan 3 yıla kadar uzatmakta, kimi zaman da iyi halden şartlı salınma hakları ellerinden alabilmektedir.
Bir bakıma cezaevinde tutulan kişi devletin sahiplik üzerine kurulu algısında kullanabileceği, isterse ölüme terk edebileceği bir varlıktır. Amaçlanan bu kapatılma, homojenleştirme ve sahiplik kurma çabası, Türkiye siyasi tarihinde kendisini bir yanılsama olmaktan kurtaramamıştır. Morley ve Robins’in ifade ettiği gibi homojenlik için kimlik farklılıklarının cezaevlerinde inkâr için baskılanması ve kapatılmaya zorlanmaları, her zaman için tutsakların ölüm orucu gibi geri dönüşü imkânsız tepkilerini ortaya çıkarır.[13] Ölüm orucunun en büyük özelliği, bedenin hâkimiyetine dair olan güç mücadelesinde, zorla müdahale dışında, gücün son ana kadar mahkûm tarafından elde tutulması, mahkuma ait olmasıdır.
Türkiye’de cezaevleri birçok kritik dönemeçten geçmiştir. Bu kimi zaman kendisini “ceza içinde ceza” olarak adlandırılabilecek “F tipi/hücre hapsi” dönüşümü ile göstermiştir. Devlet cezaevi politikasını genellikle yayımladığı “genelgeler” ve yeni projeler yoluyla halletme yoluna gitmiştir. Ancak bu girişimler kendi direnme noktalarını yarattığından, önemli dönemeçlerde yenilenerek yeniden devreye sokuldular. Örneğin 1996 yılında yayımlanan, tutsaklar arasında ‘tabutluk genelgesi’ olarak adlandırılan genelge sonrası protesto nitelikli açlık grevleri ve ölüm orucu eylemleri başladı. Açlık grevi ve ölüm orucunda tutsakların bedeni bir savaş alanına dönüşmüştü. Bunun sonucunda 12 tutuklu ve hükümlü yaşamını yitirdi. Takip eden yıllarda, 20 Ekim 2000 tarihinde başlayan, binlerce kişinin ülke çapında tutuklanmasına neden olan Terörle Mücadele Kanunu’na ve mahkûmların F tipi cezaevine sevkini içeren düzenlemelere karşı başlatılan ölüm oruçları ülke çapındaki birçok cezaevinde etkili olunca, mahkum nüfusunun 1/6’sını oluşturan politik tutsaklara karşı yapılan operasyonda 107 siyasi tutsak hayatını kaybetmiştir.[14]
Devlet, her dönemde cezaevi politikasını ve cezaevine dair uygulamaları ülkedeki politik muhalefetin seyrine göre şekillendirmekten kaçınmamıştır. Dolayısıyla cezaevleri politik muhalefetin sindirilmesi ve etkisizleştirilmesi sürecinde eski ve yeni birçok girişimin denendiği kurumlar olmuştur. 696 sayılı KHK ile, daha önce 1984-1987 yılında denenen fakat açlık grevi ve ölüm oruçları sonrası başarısız olan, tek tip kıyafet uygulaması siyasi tutsaklara yönelik olarak yeniden denenmek istenmektedir.
Bununla beraber devletin ‘yeni’ uygulama dönemlerinde sergilediği cezaevi politikasının yapı taşlarından biri de, devletin “taviz ve yok etme” taktiğidir. Devlet bir yandan adli suçlulara yönelik cezaevlerini boşaltırken, siyasi tutsaklara yönelik baskıyı da devam ettirir. Bu anlamda 1991 ve 2000 yıllarında şartla salıverme yoluyla cezaevlerinin boşaltıldığı ve Terörle Mücadele Yasası gereği, eski TCK’nın 125. maddeden hükümlüleri (PKK, DHKP-C ve diğer örgütleri) kapsam dışı bırakarak diğer mahkûmların salıverilmesini örneklendirilebilir. Ancak çok geçmeden devlet verdiklerini fazlasıyla almaya başladı.
Ve tarih 2017’yi gösterdiğinde de durum aynı. Bu psişik ve gergin ortamı hesap eden devlet, en baskıcı ve bilinçli adımlarını böyle dönemlere saklamaktadır. Bir yandan af söylentisi gün geçtikce gündeme yerleşirken, diğer yandan da ‘tek tip kıyafet’ düzenlemesi ile sonraki müdahalelere kapı aralanmaktadır. Ne var ki, yapılan düzenlemeler ile cezaevinde geçmişte olduğu gibi, yeni bir açlık grevi ve ölüm orucu dalgasını tetiklemesi muhtemeldir. Yayımlanan 696 sayılı KHK’nin siyasi mahkûmlara yöneldiği düşünülürse, durumun geçmiş cezaevi deneyimlerinden daha da aşkın olacağı görülebilir. Bu durumun, geniş tabanlı bir katılımı içermesi ve de dünyadaki örneklerinden ayrışarak, doğrudan politik öznelliği olan, birçok siyasi fraksiyonun “siper yoldaşlığı” adı altında birleşmesi sonucunu doğurması, aynı zamanda da var olan süreçte çoğullaşmayı siyasi bir kimliğe sahip herkesin paylaştığı “tekil bir ölüme” dönüştürmesi muhtemeldir.[15] Bu açıdan, ilerideki süreçte ortaya çıkması muhtemel ölüm oruçlarının; uygulanan politikaların etkisini tersine çevirmesi, grevcilerin cezaevi gibi dar bir alanda başlayan direnişlerinin cezaevi dışarısındaki politikayı ideolojik ve de kurumsal olarak etkileyen bir güce dönüşmesi beklenebilir.
Dipnotlar:
[1] Brown, W. (2003) “Neo-liberalism and the end of liberal democracy”, Theory & Event, sayı 7(1).s.249.
[2] Paye, J.C. (2009) Hukuk Devletinin Sonu: Olağanüstü Halden Diktatörlüğe Terörle Mücadele, cev. Lukuslu, G. D., Ankara:İmge Kitabevi, s.13.
[3] Althusser, L. (2014), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çev. Tümertekin, A.), İstanbul: İthaki Yayınları, ss.51-53.
[4] A.g.e., Paye, s.14.
[5] Marx, K. (2009) Ekomomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Çev. Belli, S.), Ankara: Sol Yayınları, s.37.
[6] Agamben, G. (2005). States of Exception, Chicago: Chicago Press, s.2.
[7]Not: Almancadaki ‘Ausnahmezustand-olaganustu hal’ kelimesi “Ausnahme” sözcüğünden türemiştir, bu kelimenin karşılığı ise istisna sözcüğüdür. Schmitt’in birçok yerde vurgulanan ‘istisna hali’ kavramı bu kelimenin kökeninin yaratmış olduğu anlam farklılaşmasının bir eseridir.
[8] Schmitt, C. (2012) Siyasal Kavramı, (çev: Ece Göztepe), İstanbul: Metis Yayinlari.Not: Schmitt, anayasayı “vatan hainliğinin Magna Charta’sı” olarak niteler. Schmitt nıspi anlamda yasaların bir kısmının ilga edilmesinin anayasanın mutlak olarak ortadan kaldırması anlamına gelmeyeceğini belirterek; mevcut hukuk normlarında özellikle de özgürlükler ile ilişkili olan normların ihlal edilebileceğini söyler.
[9] A.g.e. s. 39.
[10] Schmitt, C. (2002). Siyasi İlahiyat, (çev: Zeybekoğlu, E.), Ankara: Dost Kitabevi, s.19.
[11] Stone, M. Wall, I. ve Douzinas, C. (2013). New Critical Thinking, Londra:Birbeck Law Press
[12] Kouvelakis, S. (2005). the Marxian Critique of Citizenship: For a Reading of on The Jewish Question, The Atlantic Quarterly, 104(4), s.708.
[13] David Morley ve Kevin Robins, Kimlik mekanları, çev: Emrehan Zeybekoğlu İstanbul: Ayrıntı.1997.
[14] Hüsnü Öndül, ‘Isolation, death fasts, and women deaths’. Human Rights Association of Turkey, Press Release, 2002, s.27.
[15]Anderson, P. (2004). ‘To lie down to death for days’ The Turkish hunger strike, 2000–2003, Cultural studies, sayı:18(6), ss.816-846.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.