Eğer, bir iki-devletli çözüm için umut yoksa, Filistin Yönetimi’nin rolü nedir? Onda ısrarcı olmak niye?
Eğer, bir iki-devletli çözüm için umut yoksa, Filistin Yönetimi’nin rolü nedir? Onda ısrarcı olmak niye?
Belki küçük ellere sahip olabilir ama ABD başkanı Donald’ın Trump’ın kocaman bir ayağı varmış gibi görünüyor. Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan kararıyla birlikte, o kocaman ayağını, hiç gün yüzü görmemiş olan geleneksel uluslararası Ortadoğu arabuluculuk diplomasisinin tam üzerine bastı.
Buraya kadar her şey yolundaydı diye düşünebilirsiniz. On yıllardır süren uluslararası arabuluculuk çabaları, sonuç olarak, Trump’ın açıklamasında söylediği üzere, barışı gerçekleştirmek adına yenilgiye uğratıldı. Trump’ın sözlerine eklemediği şey ise, kararının, İsrail’in işgal altındaki topraklarda yürüttüğü sömürgeleştirme faaliyetlerini devam ettirmesine yönelik bir kılıf sunmuş olduğudur. Yine, İsrail nereyi başkent ilan ederse etsin, Kudüs’ten daha korkunç bir seçenek olamazdı.
İsrail’in bu konudaki temel destekçisi, uzun zamandan bu yana, Amerika Birleşik Devletleri’ydi. ABD politikası [İsrail] yerleşimlerinin uluslararası hukuk aşısından yasadışı olduğunu neredeyse en başından itibaren açıkça öngörmüşse de, birbirini izleyen ABD yönetimleri, İsrail yerleşimi inşasını son 40 yıldır ve hatta barış diplomasisinin sürdüğü yıllarda da daha fazla mali ve askeri yardım ile ödüllendirmekten başka bir şey yapmamışlardır.
Peki bu, barışı sağlamak için neredeyse hiçbir şey yapmayan ve adaleti yanlış taraflara sunan saçmalık neden sona ermiyor?
Gelgelelim, Beyaz Saray’a adım atarken bile kadrosu hevesle İsrail lehine yabancı ülkelere lobi yapmakla meşgul olan Trump’ın “uzlaşma sanatı”nın yanlış yorumlanması anlamına gelebilecektir.
ABD başkanının kararının, herhangi bir saçmalığı sona erdirmekle çok az ve hatta küçük adam için adaleti sağlamakla daha da az ilgisi bulunmaktadır. Trump’ın seçilmeden önce yaptığı AIPAC konuşmasını bir okuyun. Bu konuşma, Trump’ın İsrail-yanlısı, sağcı ve evangelist temelinin bir sunumudur. Bu konuşma, ABD’nin uluslararası meşruiyet üzerindeki önceliğinin bir beyanıdır. Yine bu konuşma, Washington’ın, Filistin üzerine aklı başında bir tartışmanın yapılmasını imkansız hale getiren ve kurbanı suçlamakta ve Amerikan yargısının büyük kısmını tuzağa düşürmekte başarılı olan on yıllara yayılan bağnaz lobicilik faaliyetlerinin zirve noktasıdır.
Binlerce yıldır yerleşik bir kadim şehir olan Kudüs, Filistin-İsrail çatışmasını çözmek açısından kritik önemdedir. Kudüs, hem Yahudi hem de Filistin milliyetçiliğinin merkezidir. Dünyadaki en önemli Yahudi, Hristiyan ve İslami dini yerlerin bir kısmını barındırmaktadır.
Müslümanlar açısından Kudüs, ibadet etmek için gidilen ilk yerdir ve inançlı kişilerin gitmekle yükümlü olduğu yıllık hac ibadetinin bir parçası olmaya devam etmelidir. Kudüs, modern tarihinin büyük kısmında İslami bir mekân olmuştur. Aslında Kudüs, Hristiyan haçlıların yüz yıldan fazla süren engellemesi dışında, 637 yılından Britanyalıların bir Filistin manda devleti yaratmak ve Avrupalı Yahudilere burada derhal bir anavatan vaat etmek için Osmanlıları kovduğu 1917 yılına kadar Müslümanların yönetimi altındaydı.
Şehrin modern tarihindeki bu –aşağı yukarı– 1.000 yıl ve şehrin dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar açısından sahip olduğu titreşim, Trump yönetiminin, Kudüs’ü basit bir biçimde bugün İsrail hükümetinin merkezinin yanı sıra “Yahudi halkının kadim zamanlarda kurduğu başkent” olarak gördüğü formülünde tamamen yok sayılmıştır.
Aynı şekilde, uluslararası hukuk da yok sayılmıştır.
Bugüne kadar uluslararası olarak şehir açısından üzerinde uzlaşılan yegane formül, şehri ne Filistin ne de Yahudi devletine ait olan, uluslararası idare altında ayrı bir tüzel kişilik olarak varsayan 1947 paylaşım planında yer almaktadır. Bugüne kadar ABD’nin bile, İsrail’in şehir –şehrin herhangi bir parçası– üzerindeki egemenlik iddiasını tanımamış olmasının nedeni budur.
Yine, iki-devletli çözüm bağlamındaki fakat sadece çatışmaya yönelik nihai ve karşılıklı müzakere edilmiş bir çözüm bağlamındaki uluslararası konsensüsün, şehrin, birisi batı tarafında İsrail’de ve diğeri doğu tarafında Filistin’de olmak üzere iki başkente bölünmesi yönünde olmasının nedeni de budur.
Trump’ın bütün bunları bir kenara atmak istemesi, sadece ABD’deki İsrail-yanlısı lobiciliğin gücünün değil –Trump’ın İsrail’i “dünyadaki en başarılı demokrasilerden birisi” olarak tarif etmesi doğrudan doğruya AIPAC’ın (ABD’deki temel İsrail lobisi kurumunun) oyun kitabından çıkmadır–, aynı zamanda, Trump’ın iktidarı ve konsensüs inşasını sadece dar çıkarları gerçekleştirmenin araçları olarak gören bir milliyetçilik türüne bağlılığının bir kanıtıdır. Trump ne kadar fazla iktidara sahip olursa, ihtiyacı olan konsensüs o kadar azalacaktır.
Kudüs’ün statüsü, son dönem Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın nihai uzlaşma olarak gördüğü 1993 Oslo Anlaşması’nı imzalamasının ardından talep ettiği namı diğer Filistin’in sabitlerinden biridir – ki diğerleri, devlet olma ve mülteciler konularıdır. Oslo görüşmeleri, Filistinlilerin, Doğu Kudüs kesinlikle dahil olmak üzere İsrail’in 1967 Savaşı’nda işgal ettiği tarihi Filistin’in yüzde 22’sine varan topraklar üzerinde devlet olmak adına müzakere edecek kadar gerilemesine tanık olmuştur.
Gelgelelim, İsrail Kudüs konusunda her zaman en fazlasını hedefleyen bir konum almıştır. 1967’de doğu kısmını ele geçirdikten hemen sonra şehrin tamamını topraklarına tek taraflı bir biçimde katmış ve o zamandan bugüne Kudüs’ü “ebedi ve bölünmez” başkenti olarak adlandırmıştır. İsrail, Oslo görüşmelerini hiçbir zaman Filistinliler ile bir uzlaşma olarak görmedi ve bu nedenle de, Arafat ile bir barış anlaşması imzalama fırsatını elinin tersiyle itti.
Bu fırsat bugün itibariyle her anlamda kaçırılmıştır. Mahmud Abbas gibi yumuşak başlı bir lider bile, bizzat kendisinin şart koştuğu üç dayanaktan birinin ortadan kaldırıldığı –ve mülteciler üzerine olan dayanağın ise etkili bir biçimde budandığı yaygın olarak anlaşılan– bir barış anlaşmasını pazarlamakta zorlanacaktır.
Yine de belirli bir manevra alanı vardır. Trump, İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ün herhangi belirli bir coğrafi parçasını taahhüt etmiş değildir. Şehrin gelecekteki bir paylaşımına yönelik herhangi bir karar da çıkarmamıştır. ABD [İsrail] Büyükelçiliği’nin önümüzdeki altı ay içinde [Kudüs’e] taşınmasını durduran feragat belgesini imzalayacaktır ve pratikte, bir süreliğine, belki de başkanlığı süresince hiçbir şey değişmeyecektir.
Mahmud Abbas, kendi liderliğinin tamamen bir barış sürecine bağlamış durumdadır ve iki eli kanda da olsa, Trump’ın bugün Washington’da İsrail’in “ödünleri” olarak (namı diğer, uluslararası hukuka uyma olarak) bilinen şeyi zorlamasını bekleyerek, umut kırıntılarına sarılabilecektir.
Abbas’ın görmek zorunda olduğu şey ise, Trump’ın eylemlerinin, müzakereye dayanan bir iki-devletli çözüme yönelik her türden umudun fiilen sonu anlamına geldiğidir. Trump’ın bu hamlesi, kendi ülkesinde destek bulmak adına yapılmış hesaplanmış bir adımda olsa ve Trump’ın fiilen büyükelçiliği taşımak gibi bir niyeti olmasa da, sadece bir kampanya vaadinin yerine getirilmesinin görülmüş olması bile, tahribatı yaratmış durumdadır.
Bir eşik geçilmiştir. Artık hiçbir ABD başkanı –hele ki, Amerika’daki İsrail lobisinin, Kudüs’ün işgalinin 50. yıldönümünün kutlanmasına yönelik bir yasa tasarısının ABD Senatosu’nda 90’a karşı 0 oyla kabul edildiği denli etkili olduğu bir iklimde– bu yoldan dönemez.
Trump, başkan seçilmesinden altı ay önce, en büyük [İsrail] lobicisi AIPAC’ta bir konuşma yaptı. Bu konuşma, belirli bir nüfusa yaltaklanmaya yönelik bir kampanya konuşmasıydı. Fakat Trump, sözünün arkasında olduğunu gösterdi. Trump, İran nükleer anlaşmasını yırtıp atacağı vaadinde bulundu. Bu süreci de başlattı.
Trump, ABD büyükelçiliğini taşıyacağı vaadinde bulundu. Bugün ise (geçtiğimiz hafta Çarşamba günü ifade ettiği üzere) buna yönelik ilk adımı atmış durumda.
Trump, Filistinlilerin “Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail arasındaki bağın mutlak biçimde ve her anlamda kopmaz olduğu bilerek masaya gelmek zorunda olduğunu” da vurguladı. Bazı Filistinlilerin bundan kuşkusu varsa da, bazıları ise, sadece ahlaki bir ikna, ezilen bir ülkeye yönelik sempati, meşruluk ve uluslararası düzendeki çıkarlar üzerinden Washington’da bir yerlerde birilerinin illa ki onları dinleyeceği umudunu koruyordu.
Artık durum böyle değildir. Hiç kimse, ne Abbas, ne de bir barış sürecini canı gönülden savunan ya da sadece kendi çıkarlarını bu sürece yatırmış olan, Filistinli karar alıcıların ve politikacıların hepsi, artık Washington’dan kazanılacak olanın bir sus payından başka bir şey olmayacağına ciddi biçimde inanıyor ya da inanıyor gibi görünüyor.
Peki ne olacak? Yüzleri Avrupa’ya mı dönmeli? Pek işe yarayacak gibi görünmüyor? Ya Arap dünyası? Al birini vur ötekine. Hamas ile birleşmek, fazladan bir baskıya maruz kalmak gibi görünüyor fakat bunun herhangi bir Filistinli strateji açısından yol açacağı şeyler nelerdir?
Eğer, bir iki-devletli çözüm için umut yoksa, Filistin Yönetimi’nin rolü nedir? Onda ısrarcı olmak niye?
Öfke yaşanacak. Acı yaşanacak. Yine, değişim yaşanacak; neredeyse bir çeyrek yüzyıldır bütün çatışmaya hakim olan mantıkta derin, temelden bir değişim yaşanacak.
Bu bile en azından bir lütuf olarak görülebilir. Peki, hangi bedel karşılığında?
[Electronic Intifada’daki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.