Dünyaya büyük “reform” hareketi olarak pazarlanan aslında 1979 öncesine dönüş ve gerçekte mevcut statükonun birkaç küçük değişiklikle devam ettirilmesi
Her şey 1979’da değişmiş, o tarihten itibaren Suudiler İran’la rekabet edebilmek için İslami radikalizmi desteklemek zorunda kalmışlar. Yani dünyaya büyük “reform” hareketi olarak pazarlanan aslında 1979 öncesine dönüş ve gerçekte mevcut statükonun birkaç küçük değişiklikle devam ettirilmesi ve zaten başka türlüsü de mümkün değil
Saad Hariri, Lübnan’a döndü, istifasını geri aldı ve başbakanlık görevine yeniden başladı. Cumartesi günü ofisinden yapılan ilk açıklamada, “İran destekli Hizbullah’ın Arap kardeşlerimizi veya onların ülkelerinin güvenlik ve istikrarını hedef alan pozisyonlarının kabul edilmeyeceği” belirtildi. Açıklama, Riyad günlerinin Hariri üzerinde “ikna edici” bir etki yarattığına işaret ediyor.
Hariri’nin “Arap kardeşleri”nin başında, onu hükümetinin ortağı Hizbullah ve İran karşıtı bir pozisyona zorlayanların en önünde Suudi Arabistan var. Riyad’daki Ritz Carlton Oteli’nde gözaltında bulunan Suudi prens ve zenginlerinin başına gelenler muhtemelen Hariri’nin “ikna olması”nı oldukça kolaylaştırmıştır. Ritz Carlton’da tutulan simalar, Amerikan yönetiminden güçlü bir destek alan Suudi Prens Selman’ın gücünün ve bundan beslenen pervasızlığının önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Prens Selman’ın pervasızlığının arkasında çok güçlü bir Amerikan desteğinin yattığını gösteren yeni bir işaret New York Times gazetesinden geldi. Solcu Guardian’dan sonra, Prens Selman’ı Batı kamuoyuna Ortadoğu’nun yeni “reformcu lideri” olarak sunma sırası bu kez Trump düşmanı liberal New York Times gazetesine ve Amerikan basınındaki en katı Trump karşıtlarından biri olan etkili yazarı Thomas L. Friedman’a gelmiş. Friedman “reformcu lider”in düşüncelerini doğrudan kendisinden öğrenmek ve reform projeleri hakkında geniş kapsamlı bilgiler almak için Riyad’a gitmiş, kendi sözleriyle -prensin şatafatlı sarayında- onunla bir söyleşi yapmıştı. (Saudi Arabia’s Arab Spring, at Last (The crown prince has big plans for his society.), Nov 23)
Friedman büyük ölçüde prensle yaptığı görüşmenin notlarından oluşan yazısına, “Bu cümleyi yazacak kadar uzun yaşayacağımı hiç düşünmemiştim: Ortadoğu’nun en önemli reform süreci şu anda Suudi Arabistan’da devam ediyor” sözleriyle başlıyor. Ortadoğu’nun yeni “reformcu lideri”nin kuzu etinden yapılmış yemeklerle dolu tabaklar eşliğinde yaptığı konuşma tam dört saat sürmüş. Düşünün yani prens o kadar büyük “reformlar” planlıyormuş ki, anlat anlat bir türlü bitmiyormuş ve Friedman prensin anlattıklarından öylesine etkilenmiş ki, yazısının başlığıyla “Arap Baharı’nın sonunda Suudi Arabistan’a” geldiğini ve “veliaht prensin toplumu için büyük planları olduğunu” coşkuyla haber veriyor.
Friedman “reformcu lider”in din, ekonomi ve sosyal yaşamda yapmak istediği reformların coşkusuna kendini öyle kaptırmış ki, ülkesini yeni fikirlerle dönüştürmek istediğini bir sağanak gibi anlatan böylesi bir Arap liderine çok uzun yıllardır hiç tanık olmadığını belirttikten sonra, üç gün kaldığı Riyad’da pek çok insanla görüştüğünü ve büyük çoğunluğun prensin reform girişimlerine tam destek verdiğini söylüyor.
Friedman, bir dizi prens ve zengin iş insanını kapsayan yolsuzluk operasyonlarının aslında Prens Selman’ın potansiyel rakiplerini etkisizleştirmeye yönelik operasyonlar olduğu yönündeki iddialar hakkında ne düşündüğünü prense sorduğunu, onun “bu iddiaları gülünç bulduğunu”, gözaltında bulunanların büyük çoğunluğunun ve kraliyet ailesinin önemli kısmının zaten kendisine bağlılıklarını daha önce bildirdiklerini söylediğini aktarıyor.
Prens bu iddialara, devlet kurumlarının iki yıl hazırlanıp bu operasyonlar için deliller topladığını ve ülkelerindeki yargı kurumlarının bağımsız olduğunu söyleyerek yanıt veriyormuş. Prens ülkesinde 1980’lerden beri üst kademelerden alt kademelere uzanan bir yolsuzluk ve rüşvet çarkı bulunduğunu, ülkenin G-20 içindeki yerini koruyabilmesi için rüşvet ve yolsuzluğa son verme kararı aldıklarını, operasyonların da bu amaca yönelik olduğunu vurguluyormuş. Kralın dilediği zaman görevden alma yetkisine sahip olduğu “bağımsız yargı kurumu” temsilcisi savcının prense verdiği bilgilere göre, gözaltında bulunanların servetinden devlet kasasına yaklaşık 100 milyar dolar transfer olacakmış.
Friedman’a göre, ekonomik ve dinsel reformlar prensin ajandasının en önemli kısımları; prens Selman ılımlı, dünyaya ve diğer inançlara açık bir İslam anlayışını benimsiyor ve bunu ülkede egemen kılmak istiyor. Prens böyle bir İslam’ı benimsiyormuş, ama konuşurken Friedman’a “İslam’ı yeniden yorumluyorlar şeklinde yazma” uyarısını yapmış ve eklemiş, “Biz İslam’ı köklerine doğru restore ediyoruz, elimizdeki en büyük araç da peygamberin kendi pratikleri ve gündelik yaşamı, tıpkı 1979 öncesi Suudi Arabistan’ında olduğu gibi.”
Prens Selman’ın daha önce Guardian’a anlattığı öyküyü bu kez Friedman’a aktarmış, Friedman öyküyü coşkuyla sahiplenip yazısında hemen savunmaya başlıyor; bu öyküye göre, aslında Suudi Arabistan’da Vahhabi İslam anlayışı 1979 İran Devrimi’ne kadar egemen değilmiş, Suudi Arabistan’da 1979’a kadar şimdi prensin restore etmeye çalıştığı türden “modern ve açık bir İslam” anlayışı egemenmiş. Her şey 1979’da değişmiş, o tarihten itibaren Suudiler İran’la rekabet edebilmek için İslami radikalizmi desteklemek zorunda kalmışlar. Yani dünyaya büyük “reform” hareketi olarak pazarlanan aslında 1979 öncesine dönüş ve gerçekte mevcut statükonun birkaç küçük değişiklikle devam ettirilmesi ve zaten başka türlüsü de mümkün değil. Gerçek bir değişim için Suudi düzeninin bütünüyle bir alt üst oluş yaşaması zorunlu.
“Ilımlı, dünyaya ve diğer inançlara açık bir İslam anlayışını benimseyen” prens konu dış politikaya geldiğinde hemen gerçekte nasıl bir anlayışa sahip olduğunu ortaya koyan bir tutum benimsiyor. Friedman, Hariri’nin tuhaf Riyad ziyaretinde istifaya Suudi yöneticileri tarafından zorlandığı yönünde çeşitli iddialar ortaya atıldığını gündeme getirdiğinde, prens bu konu hakkında tartışmak istememiş; sadece bütün meselenin özünün bir Sünni Müslüman olan Hariri’nin, büyük ölçüde İran tarafından yönetilen Şii Hizbullah’ın kontrol ettiği Lübnan hükümetine siyasi örtü sağlamayacağı noktasında toplandığını vurgulamış.
“Reformcu lider”in İsrail ve ABD’yle olan büyük aşkı onun gerçekten de “ılımlı, dünyaya ve diğer inançlara açık bir İslam anlayışını benimsediği” ve bunu ülkesinde egemen kılmak istediği yönünde bir görüntü yaratıyor, ancak söz konusu başka inançlar sözgelimi İslam’ın Şii kolu olduğunda prens hızla aslına rücu ediyor. Söyleşide “Sünni Hariri” nasıl olur da “Şii Hizbullah”ın kontrol ettiği hükümete siyasi örtü sağlar; hem de bizden aldığı milyarlarca dolarla demiyor tabii ama bunu zorunlu misafirliği sırasında Hariri’ye bizzat kendisi muhtemelen sık sık anımsatmış, kuzenlerine yaptığı gibi milyar dolarların hesabını sormuştur.
Prens söyleşide Trump sevgisini de bir kez daha dillendirmiş, Trump’ı “doğru zamanda doğru kişi” sözleriyle övüyormuş. Friedman, Suudi Arabistan ve Arap müttefiklerinin Trump’la birlikte İran’a karşı yeni bir blok oluşturmak için harekete geçtiğini ancak bunun yavaş ilerlediğini not ediyor. Friedman İran’a karşı oluşturulanın bir Sünni blok olduğunu ama Sünniler kendi içlerinde bölünmüş oldukları için çok fazla iyimser olamadığını, eğer bu bölünmeler olmasa İran’ın Şam, Sana, Beyrut ve Bağdat gibi dört önemli Arap başkentini dolaylı olarak kendi kontrolü altında tutamayacağını ileri sürüyor.
İşte Friedman’ın Selman aşkı ya da Amerikan liberalizminin Suudi monarşisi aşkı tam olarak bu iddialarla yakından bağlantılı. Trump düşmanı bir Amerikan liberali, Ortadoğu’nun en gerici monarşisinin tepesindeki otokratı neden böylesine övgülere boğar? Amerikan liberalleri Trump’tan nefret ediyor ama Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasının tesis edilmesinin zorunluluğu onları Trump’la buluşturan, Trump’ın “İran’ı sınırlama” politikasına destek vermelerine yol açan ana unsurdur. Amerikan egemen sınıfının güçlü unsurları “İran’ı sınırlama” politikasını emperyalist hegemonya için zorunlu koşul olarak görmektedirler. Selman, Trump için boşuna “doğru zamanda doğru kişi” dememektedir. Trump yönetiminin bu politikaya odaklanması, Selman’ın kendi iktidarı için büyük olanaklar yaratmıştır.
Selman’ı Batı kamuoyuna pazarlama operasyonu için sahne ustaca hazırlanmıştır. Friedman, İran’ın dört Arap başkentini kontrol altına aldığını yazdıktan sonra prensin bu konudaki görüşlerini aktarıyor. Prens, İran dini lideri Hamaney’in “Ortadoğu’nun yeni Hitler’i” olduğunu ifade ediyor, “Ortadoğu’da Avrupa’da yaşananların tekrarlanmasını istemiyoruz” diyormuş. Avrupa’daki deneyimin, “yatıştırma” politikasının faydasızlığını ortaya koyduğunu söyleyen prens harekete geçmenin gerekliliğini vurguluyormuş.
Yemen’de on binlerce insan prens Selman’ın başlattığı savaşta öldü ve ölüyor. Yemen’e uyguladığı ambargo nedeniyle, Yemen halkı en temel gıdalara, ilaçlara erişemiyor. Yayılan salgın hastalıklar Yemen halkını yok ediyor. Tüm bunların birinci dereceden sorumlusu olan prens, “Ortadoğu’nun yeni Hitler’i”nden kimi koruyacak? İsrail’in böyle bir korumaya ihtiyacı olmadığı biliniyor, Ortadoğu’nun en gelişkin silahlarına sahip olan İsrail Ordusu, ABD ve Batı’nın da her daim koşulsuz desteğine sahip. Prens kendi iktidarını kurma ve iktidarını kurumsallaştırma yolunun ABD ve İsrail’e uşaklıktan geçtiğini başından beri biliyor ve bütün söylem ve eylemleri bu hedefe yönelik.
Suudi prens ABD’den aldığı destekle kendi iktidarını kurumlaştırma hedefinde önemli bir yol kat etti. Hedefe ulaşma yolunda attığı her adım esas itibariyle daha fazla uşaklaşmayı doğası gereği beraberinde getiriyor. Yolsuzluk operasyonlarının ilk günlerinde konuşan Trump, prense güvendiğini, onun ne yaptığını bildiğini söylemişti. Bu sözler, “biz onun ne yaptığını biliyoruz” anlamına geliyordu ve yüksek bir olasılıkla bu operasyonları beraber planlamışlardı.
Hariri’nin Lübnan’a dönmesi gündeme gelince, taraftarları sokakları doldurmaya başladı. Hariri’nin ofisinden “ikna olduğunu” anlatan ilk açıklamanın yayımlanmasının ardından, Hariri bu kez Suudi medyasına konuştu ve İran’ın Hizbullah eliyle Lübnan’ın istikrarını bozduğunu söyledi. Daha önce “hükümet ortağımız” dediği Hizbullah için bu kez, “Hizbullah’ın ülkeyi yönetmeyle ilgili bir kabiliyeti yok. Hizbullah’ın gücü, İran’ın sağladığı silahlardan geliyor” dedi.
Hariri bunları ABD’li ve Suudi patronlarını tatmin etmek için söylüyor ama çok önemli bir dönemeç noktasına gelip dayandığını da fark ediyor ve “Hizbullah’ın silahlarına yönelik çözüm içeride (Lübnan) değil, bölgesel olmalı. Bu nedenle biz, bu konuyla ilgili hiçbir şey yapamayız” sözleriyle durumu toparlamaya çalışıyor. Lübnan’ın istikrarının nasıl bozulacağını en güzel Hariri’nin söylemindeki değişiklik gösteriyor.
Hariri diyor ki, biz Lübnan içinde Hizbullah’la savaşmayı göze alamıyoruz, gücümüz yetmez… “Hizbullah’ın silahlarına çözüm” ne demektir? ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’ın yıllardır bıkmadan dile getirdiği ve yollarını aradığı Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıdır… Hariri’ye Riyad’da bu yönde harekete geçmesinin dayatıldığı anlaşılıyor. Tabii bir de sahanın gerçekleri var. Anlaşılan Hariri yakayı kurtarabilmek için patronlara “tamam” demiş, ama sahanın gerçekleriyle yüz yüze gelince “bunu biz tek yapamayız, ancak bölgesel düzeyde bir güç bunu başarabilir” demek zorunda kalıyor.
Hariri’nin bu ikircikli açıklamaları bile Lübnan’da çatışmanın bir anda patlamasına yol açabilir. Bunu ellerini ovuşturarak bekleyenler kimlerdir? Bütün olayların açıkça gösterdiği gibi: ABD, İsrail ve Suudi Arabistan. Lübnan’ı istikrarsızlığa sürüklemek isteyenler Hariri üzerinde haftalardır baskı kuranlardır.
ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve ortakları Hizbullah’ın silahsızlanmasını neden böyle canhıraş dayatmaktadır? Herkes biliyor ki, İsrail bölgedeki en büyük dersini Hizbullah’tan almıştır. ABD ve İsrail’in bunu unutması mümkün değildir ve uşakların her zaman kraldan daha fazla kralcı olduğu iyi bilinir. Hizbullah silahlarını İsrail’e ve son yıllarda yine ABD, İsrail ve Körfez Krallıkları beslemesi cihatçı katillere doğrultmuştur ve başarılı olmuştur. Bütün dertleri budur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.