Böylece hem ordu içindeki Atatürkçüleri hem de karşıt kamptaki yüzde 50’nin öfkesini yatıştırmaya çalışarak soğutma çalışması yapıyor
Erdoğan ihtiyaç duyduğu yeni ideolojik konsepti Atatürk yardımıyla oluşturmaya çalışıyor. Böylece hem ordu içindeki Atatürkçüleri hem de karşıt kamptaki yüzde 50’nin öfkesini yatıştırmaya çalışarak soğutma çalışması yapıyor
Bu yılki 29 Ekim kutlamalarında başlayan ve fakat 10 Kasım anma etkinliklerinde ayyuka çıkan AKP devletinin yeni yönelimi çeşitli tartışmalara yol açtı. Cumhurbaşkanı ve AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet Bayramı kutlamasında yaptığı konuşmada “Cumhuriyeti kuran ve bir kez daha kendilerini rahmetle yâd ettiğimiz başta Gazi Mustafa Kemal ile arkadaşlarının yeni devletimiz için belirledikleri bir hedef vardı. Aynı zamanda Gazi Mustafa Kemal’in bizlere vasiyeti olarak da görebileceğimiz bu hedefin adı, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmaktır. Ülkemizde yıllarca Cumhuriyet’in ve Gazi Mustafa Kemal’in adını kullanarak kendilerine bir statü elde etmeye çalışanların bu hedef doğrultusunda attıkları somut hiçbir adımın olmaması dikkat çekicidir” diyerek Cumhuriyetin ve O’nun ayrılmaz parçası olarak gördüğü Atatürk’ün hedeflerine bağlı olduğunu ve fakat O’nun adına hareket eden (başta CHP ve eski düzen kurumsal güçlerini kastediyor olsa gerek) kimi siyasal güçlerin bu hedefe ulaşmada hiç bir şey yapmadıklarını ifade ediyor.
Kuşkusuz konuşmasında diğer dikkat çekici husus Kurtuluş Savaşı’yla 15 Temmuz darbe girişimini aynı tarihsel sürecin bir parçası olarak görmesi ve eşitlemesidir. Bu şekilde aslında kendisini de Atatürk’le eşitlemenin yolunu açmış oluyor.
Böylece 10 Kasım konuşmasında daha da net olarak ifade edeceği Atatürk başka, Atatürkçülük başka, Kemalizm bambaşka bir şeydir. “Biz Atatürk’e sahip çıkıyoruz ama O’ndan sonrakiler Atatürk’e ihanet etti” şeklinde özetlenebilecek bir paradigmanın kuruluşunun da önü açılmış oluyor.
Erdoğan 10 Kasım konuşmasında, şöyle diyor:
Ülkemizde eskiden beri hep bir Atatürk ve Atatürkçülük tartışması yaşanmaktadır. Özellikle tek parti CHP’si döneminde tarihimizin bu önemli kurucu liderinin ismi öylesine istismar edilmiştir ki, milletimizin gönlündeki Atatürk ile sonradan kavramsallaştırılan Atatürkçülük arasında çok büyük bir fark ortaya çıkmıştır.
…Milletimizin soyadı olarak kendisine verdiği Atatürk konusunda da hiçbir sıkıntısı olmadığını gayet iyi biliyoruz. Peki, buna rağmen niçin böyle bir tartışma hep süregelmiştir? Bunun cevabı, darbecilerin, cuntacıların, vesayet odaklarının ülkenin tarihine, milletin değerlerine düşmanlık eden kesimlerin kendilerini Atatürkçülük kılıfı altında gizlemeye çalışmış olmasıdır.
Bugün hala Atatürk’ün mirasçısı olduğu iddiasındaki CHP’nin Atatürk’le zaten çok daha önceden zayıflamaya başlamış olan ilişkisi 10 Kasım 1938’de tamamen kesilmiştir.
Erdoğan konuşmasının devamında bombayı patlatarak Atatürk’ü kimseye bırakmayacaklarını ve tek hamisi olacaklarını da ilan ediveriyor:
Ülkemizin ve milletimizin bu önemli değerini darbecilerin, vesayetçilerin ruhu faşist, söylemi Marksist marjinal çevrelerin tekeline mi bırakacağız? CHP gibi amorf bir partinin Atatürk’ü milletimizden kaçırmasına rıza göstermeyeceğiz, bu da böyle biline.
Kuşkusuz bu yeni bir durum. Bu yeni durumun hazmedilmesi için AKP medyasında hararetli bir çalışma başladı. Ana akım medya diyebileceğimiz Sabah, Yeni Şafak ve Star gazetesindeki yazarlar büyük oranda bu yeni durumun içselleştirilmesi için üzerlerine düşen görevi yapma yarışına girdiler.
Salih Tuna, Sabah Gazetesi’nde 16 Kasım tarihli yazısında “Can’cıklar bu ülkeden ‘Mustafa’sını da alıp kaçtılar. Geriye kalan, Attila İlhan’ın ‘Gazi’si, ‘yerli ve milli’ zihniyetin sembol isimlerinden Oktay Sinanoğlu’nun Mustafa Kemal algısıdır” diyerek yeni bir Atatürk tarifine duyulan ihtiyacı dile getiriyor.
Sabah Gazetesi’nden Melih Altınok tek başına bir Atatürk tartışması yapmak yerine “Cumhuriyet” tartışması yapmış. 30 Ekim tarihli köşesinde, “Aklı başında, ciddiye alınacak kimse Cumhuriyet’ten geriye dönüşü tartışmıyor bile. Şimdilerde tüm dünyada sorun ‘o cumhuriyetin” ne kadar demokratik olduğu. Yoksa iş sadece Cumhuriyet’e kaldıysa, İran da Cumhuriyet. Bizim artık, hep beraber bir irade gösterip kurduğumuz Cumhuriyet’i ne kadar ‘paylaşabildiğimizi’ konuşmamız lazım” diyerek bugüne kadarki Cumhuriyet sürecinin başarısızlığına vurgu yapmış.
Rasim Ozan Kütahyalı konuya bir süredir devam ettirdiği “Erdoğanist Devrim” tartışmaları çerçevesinde yaklaşmış. Kütahyalı, 12 Kasım tarihli yazısında Atatürk devrimleri ile Erdoğanist devrim arasında bir süreklilik olduğunu ve her ikisinin de siyasal devrimler olarak nitelendirilmesi gerektiğini söyledikten sonra “Erdoğan devrimi zaten hiçbir zaman Atatürk’e karşı değildi ama şüphesiz Atatürk adına uydurulmuş Kemalizme karşıydı ve bu rejimi devirdi. Zaten bu yüzden son 10 senede yaşananın adı Erdoğan devrimidir…” diyerek tezini sağlama almaya çalışıyor.
Kütahyalı 14 Kasım tarihli yazısında ise hayli ilginç bir tespitte bulunuyor. Kütahyalı AKP’nin Atatürkçülük açılımının son derece doğru bir strateji olduğunu ve fakat bu stratejinin CHP’li seçmenden oy almak için yapılmadığını söyledikten sonra “Ama niye olduğunu yazmayacağım çünkü ben tarafsız değil taraf bir adamım. Devrimin içinde devrimden yana taraf bir adam olarak devrimi güçlendirecek her stratejiyi desteklerim ve içeriğini açık etmem. Ama Erdoğan devrimini destekleyenler müsterih olsun. Bu yapılan çok doğru bir stratejidir…” diyerek aslında bir takiyye yapıldığı sinyalini de vermekten kaçınmıyor!
Ahmet Kekeç, Star Gazetesi’ndeki yazılarında konuyu ele alırken daha çok ideolojik bir tartışmayı tercih etmiş. Kekeç esas olarak Kemalizm’in “gevşek” bir ideoloji olduğunu bu bağlamda işlenebilir olması hasebiyle güncellenebileceğini ileri sürüyor. Bu anlamıyla AKP’nin Atatürk tartışmalarının garipsenmemesi gerektiğini söylüyor. Kekeç, 31 Ekim tarihli köşesinde “Mustafa Kemal’den söz eden AK Parti’liler (başta Erdoğan olmak üzere), ‘Gazi’ ismini öne çıkardılar ve hep özenli bir dil kullandılar” diyerek Atatürkçülük vurgusunun niye bu kadar arttırıldığını da yine Erdoğan’a benzer cümlelerle ifade ediyor. 15 Kasım tarihli yazısında şöyle diyor:
… Erdoğan niçin durup dururken Atatürk’ü yücelten açıklamalar yapıyormuş. Pek de ‘durup dururken’ değil… Atatürk’ü bütün pisliklerinize payanda yaptınız, Atatürkçülüğü de “darbe ideolojisi”ne dönüştürdünüz, ondan. Birilerinin bu duruma müdahale etmesi gerekiyordu.
Bu tartışmaya Star Gazetesi’ndeki köşesinden katılan Ardan Zentürk ideolojik olarak AKP ile kendisi arasında ortak bir nokta bulmanın memnuniyetiyle olsa gerek Atatürk ve Atatürk sonrası Türkiye arasına kesin bir çizgi çizerek Erdoğan’ın söylemlerine katkı sunuyor. Zentürk, 30 Ekim tarihli yazısında “Önce, kavramlar üzerinde anlaşalım: ‘Kemalist vesayet sistemi’ diye bi’şey yoktur. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesiyle hızla yapılanan ‘NATO’cu/küresel vesayet sistemi’ vardır, bunun da Mustafa Kemal Atatürk’le hiç bir bağı yoktur” diyerek aslında biraz farklı bir açı çizerek de olsa AKP’nin yeni açılımına katkı sunuyor. Zentürk yazısında “Laiklik, yalnız demokrasinin ana zemini değildir, aynı zamanda, İslam’ın emperyalistler tarafından kullanılmasının önünü tıkayan güçlü bir bariyerdir” şeklindeki yaklaşımıyla, çizdiği farklı çizgiyi biraz daha kalınlaştırıyor. Ancak diğer taraftan “Türkiye’nin ana sorunu, kendilerine ‘Atatürkçüyüm’ diyen kesimin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘gerçek ve millete ışık tutan’ kimliğini tam olarak kavrayamamasından kaynaklanmaktadır” ifadesiyle Erdoğancı bir yaklaşımı da ihmal etmeyerek AKP’nin yeni söyleminin çok fazla dışına çıkmak istemediğini de ifade etmek zorunda hissediyor kendini.
AKP’nin entelektüel isimlerinden olan ve fakat her nedense (!) Erdoğan’ı her andığında O’na “liderimiz” diye hitap etmekten müthiş haz duyan Mehmet Metiner, AKP’nin Atatürk açılımını hiç de entelektüel birikimine yakışmayan bir sığlıkta izah etmeye çalışmış. Metiner, Star Gazetesi’ndeki köşesinde 4, 6 ve 13 Kasım tarihlerinde bu konuyu ele almış ve özetle Erdoğan’ın döne dolaşa söylediği “Atatürk başka Atatürkçülük başka, biz Atatürk’e saygılıyız” edebiyatından öteye gidememiş. Metiner, 4 Kasım tarihli yazısında “… Atatürk başka Atatürkçülük başka… Gazi Mustafa Kemal başka Atatürk başka” diyerek eylemlerinden soyut bir Atatürk simgesi yaratıp onu sahiplenmeye çalışıyor.
13 Kasım tarihli yazısında Erdoğan’ın 10 Kasım konuşmasına paralel olarak “Atatürk’ü hatadan münezzeh, eleştirilemez ve ilişilemez konuma oturtan Atatürkperest anlayışla, Atatürk’ü bütün kötülüklerin müsebbibi bir din düşmanı konumuna yerleştiren anti-Atatürkçü anlayış toplumu tehlikeli bir kutuplaşmanın kucağına itiyor. Cumhurbaşkanı’mızın ortaya koyduğu anlayış, anlamayı ve eleştirerek sahiplenmeyi öneren bir anlayış” diyerek bu mevzuyu geçiştirmeyi tercih ediyor.
Akit gazetesinden Abdurrahman Dilipak Cumhuriyet kutlamaları vesilesiyle 30 Ekim’de kaleme aldığı yazısında Atatürk tartışmasına hiç girmemiş. Bütün yazısı boyunca bir kez dahi Atatürk’ü ağzına almadan CHP ve Cumhuriyet eleştirisi yapmış. Dilipak böylece AKP’nin yeni Atatürk açılımına da halel getirmeden ideolojik duruşundan da taviz vermeyen bir tavır sergilemiş olduğunu düşünüyor olsa gerek!
Aynı gazetede yazan Ali Karahasanoğlu, 10 Kasım tarihli yazısında “Bir tartışmadır gidiyor” diye başladığı yazısında ““Saltanatın kaldırılması” gibi doğru bir değişikliği öne çıkarıp… Ardından “Şapka takmadan, kıyafeti değiştirmeden, bu halktan hiçbir şey olmaz” dayatmasında bulunmamak gerekir… “Aklın öncelenmesi”ne evet… Kendisi de bizim gibi bir insan olan Atatürk’ün öncelenmesine Hayır!” şeklindeki bir tutumla Erdoğan’ın çizdiği çerçeveye katkı sunuyor.
Bu çevreden tartışmaya en net ifadelerle katkı sunan isim Yeni Akit Gazetesi’nden Kenan Alpay olsa gerek. Alpay birkaç yazısını ayırdığı bu tartışmaya “saf” İslami bir duruşla katılıyor. 31 Ekim tarihli yazısında son derece sert sayılabilecek eleştirel bir yazı kaleme alan Alpay AKP’nin Atatürkçülük söylemini şimdiye kadarki siyasetinden ciddi bir sapma olarak görüyor:
Atatürk ve Kemalizm hem ideolojik olarak 2019 seçimlerine endekslenerek yeniden üretiliyor hem de siyasal kaos üretiminden darbeciliğe kadar uzanmış Kemalist kadrolarla safları sıklaştırarak zafer elde edileceğine dair saçma hayaller kuruluyor…
Teklifleri susun, konuşmayın, eleştirmeyin bile değil. ‘Atatürk’ü, Atatürkçülüğü ve Kemalist Cumhuriyeti sorgusuz sualsiz sevin ve sadakat gösterin’den ibaret bir hapla 2019’a kadar uçmamızı teklif ediyorlar…
Devamında 7 Kasım tarihli yazısında ise “…Bununla birlikte Mustafa Kemal’i Kemalizm’den Atatürk’ü Atatürkçülük’ten ayrıştırmak asla ve kat’a mümkün değildir, olamaz da zaten” diyerek “Atatürk başka Atatürkçülük başka” şeklindeki resmi AKP söylemine doğrudan karşı çıkıyor.
Alpay 17 Kasım tarihli yazısında bu kez doğrudan Erdoğan’ın 10 Kasım konuşmasını hedef alarak görüşlerini ifade ediyor:
…Mesele Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında şöyle öne çıkıyor: ‘10 Kasım 1938’de Atatürk’ün irtihalinden sonraki CHP, önce İsmet İnönü’nün, daha sonra da başına geçen diğer genel başkanların CHP’si olmuştur. Bugünkü CHP de malum şimdiki başında bulunan zatın CHP’sidir. Böyle bir parti ile Atatürk arasında ilişki kurmak Gazi’ye yönelik en büyük bühtandır.” (10 Kasım, Milliyet)
Ancak yeni durumu veya açılımı tarihsel veriler ve akademik gerekçelerle besleme hususunda ortaya ciddi bir zaaf, derin bir çelişki çıkıyor.
Alpay, Erdoğan’ın konuşmasını dayanaksız ve ciddiyetsiz bulduğunu açıkça ifade ediyor.
HaberTürk gazetesinde yazan Nihal Bengisu Karaca konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Karaca 12 Kasım tarihli yazısında şöyle diyor:
“Atatürk’e sahip çıkma” diye bir misyon oluşmuş.Atatürk’ün “yanlış ellere düştüğü” yolunda bir zehab var…
…Belli ki yapılan akıl yürütme şu: “Bugün verilen ‘milli mücadele’ ile o gün verilen milli mücadele arasında benzerlik var. O günün güçlü liderliğini, iktidarın tek bir şahısta temerküz etmesini, iktidarı sorgulamanın tasfiye edilmeyi gerektiren şartları ne idiyse bugün de aynı şartlar oluştu. Atatürk neyi yapmak zorunda kaldıysa, biz onun 21. yüzyıl versiyonunu yapıyoruz. Peki buna karşı çıkan kim? CHP. O zaman Atatürk’ü neden CHP temsil etsin?”
Karaca böyle diyerek AKP’nin Atatürkçülük yöneliminin aslında yeni otoriter siyasetin meşrulaştırılması amacına hizmet ettiğini dile getiriyor.
Karaca zaten 2 Kasım tarihli yazısında da AKP tabanının “milli kahraman” Atatürk’e her zaman saygı duyduğunu ama yaptığı inkılaplarla dine karşı olan tutumunu da hiçbir zaman beğenmediğini, söylüyor. Dolayısıyla Karaca AKP’nin bu yeni yönelimini gereksiz bulduğunu, AKP tabanın zaten bu mevzuyu kafasında çözdüğünü söylemeye çalışıyor.
Aynı gazetede yazan Nagehan Alçı da 30 Ekim tarihli yazısında 15 Temmuz sonrası yaşanan travmadan çıkmak için Atatürk’e sarılmanın önemine değiniyor:
…O nedenle post 15 Temmuz’un yarattığı iklimi iyi değerlendirebilir, buradan sağlıklı bir ‘Mustafa Kemal sevgisi’ üretebilirsek toplumdaki kutuplaşmanın da, birçok gerilimin de önüne geçebiliriz. Ancak bunu başarabilmek için öncelikle Mustafa Kemal Atatürk’ü, öfkeli, dogmatik Atatürkçülerin tekelinden kurtarmak gerekiyor…
AKP’nin Atatürkçülük açılımına Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden katılan Tayfun Atay 10 Kasım tarihli yazısında bir başka noktaya dikkat çekiyor. Atay, şöyle diyor:
…Yine de AKP’nin bu ‘10 Kasım jesti’ni kaçınılmazlaştıran, daha doğrusu koşullayan toplumsal-kültürel altyapıya dikkat yöneltmek, önümüze daha ‘gerçekçi bir iyimserlik’ imkânı açabilir… Toplumu zorluyor, zorluyor, zorluyor, ama olmuyor, olamıyor.
Olmadığı, olamadığı için de belki istemeye istemeye, belki 2019 beka kaygısıyla Anıtkabir’in yolu tutuluyor. AKP Türkiye’de toplumsal-kültürel anlamda laikliğin, çoğul-sivil toplum laikliğinin gücünü keşfediyor asıl.
Bu sözlerle Atay, AKP karşıtı toplumsal yapının gücüne ve kararlılığına vurgu yaparak AKP’nin zorunlu olarak bu yola başvurduğunu ve bu anlamıyla güç kaybetmeye başladığını ifade ediyor.
Aynı gazetede yazan Aslı Aydıntaşbaş ise 12 Kasım tarihli yazısında aslında Nihal Bengisu Karaca ile benzer bir noktaya dikkat çekiyor. Aydıntaşbaş AKP’nin bu yöneliminde lider kültü oluşturmanın meşruiyeti ve devletçilik fetişizminin etkili olduğunu dile getiriyor.
sol.org.tr’de röportajı yayımlanan Kemal Okuyan AKP’nin bu hamlesinin ciddiye alınmasını, zira Erdoğan’ın AKP karşıtı bloktaki zaafı fark ettiği için böyle bir yola başvurduğunu iddia ediyor:
Karşısında duran ve bir türlü direncini kıramadığı toplumsal blokun gevşemesini sağlamak istiyor. Mustafa Kemal gerçekliğinin, söz konusu toplumsal kesimlerin önemli bölümü açısından bir tutkal olduğu açık. Erdoğan bu tutkalın etkisini azaltmak, gevşetmek gibi bir saikle hareket ediyor… Erdoğan’ın Atatürk’ü keşfetmesi, karşısındaki blokun zayıf noktasını görmesiyle ilgili, dolayısıyla bu manevranın sandık dışında da kendisi üzerindeki “mahalle baskısı”nı hafifleteceğini düşünmüş olabilir.
Okuyan, AKP’nin bu manevrasının istediği sonucu alabileceği endişesini dile getiriyor.
Gazete Duvar’da yazan İrfan Aktan ise 13 Kasım tarihli yazısında bu hamlenin İslamcı siyasetin iflasıyla ilişkili olduğunu dile getiriyor. Aktan, “Gelinen noktada AKP “ılımlı İslam” projesini ne kadar ısıtırsa ısıtsın Batı’da bunu yiyecek müşteri bulamayacağına ikna olmuş durumda. Dolayısıyla Erdoğan’ın yeni bir ideolojik programa şimdiye dek hiç olmadığı kadar ihtiyacı hasıl oldu” diyerek AKP’nin Atatürkçülük söyleminin aslında yeni ideolojik/politik stratejinin aracı olduğunu ifade ediyor.
Fatih Yaşlı, Birgün’deki 12 Kasım tarihli yazısında Atatürk düşmanlığının Türkiye İslamcılığının varoluşsal bir meselesi olduğunu dile getirmiş. Yaşlı, “…dolayısıyla Atatürk düşmanlığı olmadan İslamcılık olmaz, eğer Atatürk düşmanlığından vazgeçilmişse, İslamcılıktan da vazgeçilmiş demektir” diyerek bu meselenin basitçe bir takiyye mevzusu olarak ele alınmaması gerektiğini ifade ediyor.
Yaşlı, 5 Kasım tarihli yazısında da; bu meselenin sandığa dair bir hesap olmadığını, daha çok her alanda sıkışan AKP’nin muhtemel bir “sokak hareketi” karşısında Atatürkçü kesimi sokaktan uzak tutma çabası olarak değerlendirmek gerektiğini söylüyor.
Yaşlı yazısında “…10 Kasım günü Saray’dan ‘Atatürk’ü Marksist çevrelere mi bırakacağız’ sorusu gelmişti, o halde biz de soralım: ‘Atatürk’ü ve Atatürkçüleri İslamcılara mı bırakacağız” şeklinde bir değerlendirme yaparak sol/sosyalistlerin de aslında benzer bir sorunsalla karşı karşıya olduğunu açık bir şekilde dile getirmiş.
İster iktidar yanlısı ister muhalif çevreler şu tespitte anlaşıyor olsa gerek: AKP iktidarı son birkaç yılda çok sıkışmış durumda. Her kesim bu sıkışmayı farklı bir şekilde okuyup sebeplerin ve çözüm yolları üzerinde ayrışabilir ama “sıkışma” reel durumu ifade ediyor.
AKP’yi sıkıştıran iki temel konu var: Ekonomi ve Ortadoğu merkezli uluslararası ilişkiler. AKP ekonominin bütün yükünü “orta sınıf”ın üzerine yıkarak aradan sıyrılmaya çalışıyor. Ortadoğu’da ise Abdülhamit Hazretleri gibi güç dengeleri arasında dolanarak vadeyi uzatmaya çalışıyor!
Anlaşılan ekonomi meselesi (şimdilik) onu çok tehdit etmiyor. “Bugüne kadar hallettim bundan sonra da bir şekilde böyle idare ederim” diye düşünüyor olsa gerek. Ancak dış politika çok tehlikeli, zira hiçbir şey O’nun kontrolünde değil. Sürekli ABD, Rusya, AB ve hatta İran’ın attığı topların peşinde koşmak zorunda kalıyor.
Buradaki riskleri azaltmanın tek yolunun ise yurtiçindeki “halk desteği”nin sağlamlaştırılmasıyla ilişkili olduğunu düşünüyor Erdoğan. Bir taraftan bütün parti içi ve dışı muhalifleri tasfiye edecek baskı altına alacak diğer taraftan yüzde 50’yi daha da sıkılaştıracak. Böylece dünya aleme “Bana mahkumsunuz, bensiz Türkiye ile bir şey yapamazsınız, Ben Türkiye’yim Türkiye Ben’im” demeye çalışıyor.
Bir süredir belli ki bu sıkılaştırmanın yolu İslamcılıktan çok milliyetçilik ile yapılıyor. Her ne kadar işareti İslamcı bir örgütten devşirme olsa da Rabia işaretiyle dile getirilen “Tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek millet” katıksız bir milliyetçilik vurgusudur. İslamcı örgütlerin Ortadoğu’da aldığı ağır yenilgi Erdoğan’ın kafasındaki “ümmet lideri” vizyonunu tuzla buz ettiği için milliyetçilik onun en yakınındaki tutunacağı dal.
Atatürkçülük tam da burada gerekli bir enstrüman olarak devreye giriyor. Zira Rabia işaretiyle temsil edilen değerler Atatürkçülüğe de içkin durumda. Erdoğan milliyetçilik yoluna girdiğinde kendisine ait bir tarz oluşturmak durumunda. İktidar ortağı MHP’nin temsil ettiği Türk milliyetçiliği vurgusunu yapmak hem “aslını taklit etmek” gibi olacağından hem de kendi varoluşsal kimliğiyle tam örtüşmediğinden orijinal bir milliyetçilik konsepti oluşturmak zorunda. Ancak bu ülkede milliyetçilik Sünni Türklerin etnik milliyetçiliğidir, bunun dışında başka bir şey olma ihtimali yoktur.
Erdoğan bu nedenle ihtiyaç duyduğu yeni ideolojik konsepti Atatürk yardımıyla oluşturmaya çalışıyor. Böylece yeni (milliyetçi Rabia!) ideolojik paradigmaya güçlü bir ortak bulmuş olmakla kalmıyor diğer taraftan hem ordu içindeki Atatürkçüleri hem de karşıt kamptaki yüzde 50’nin öfkesini yatıştırmaya çalışarak soğutma çalışması yapıyor. Bu şekilde kendisine yönelecek tepkiyi her gün bolca malzeme üreten uluslararası ilişkilerdeki gerilimlerin sayesinde “vatan tehlikede” psikozuyla dış düşmanlara yönlendirmeyi amaçlıyor.
Bu hesabın ne kadar tutacağını veya Erdoğan’ın bunu ne kadar başarabileceğini en geç 2019 (veya erken) seçimlerinde görmüş olacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.