Balfour Deklarasyonu’ndan 100 yıl sonra, Filistin halkının felaketi sürüyor. Emperyalist-kapitalizme karşı yüzyıl başında yükseltilen mücadele çağrıları da canlılığından bir şey kaybetmiş değil
Balfour Deklarasyonu’ndan 100 yıl sonra, Filistin halkının yaşadığı felaket devam ediyor. Emperyalist-kapitalizme karşı yüzyıl başında yükseltilen mücadele çağrıları da günümüz koşullarında canlılığından hiçbir şey kaybetmiş değil
Lenin’in başlangıcından itibaren tereddütsüz “emperyalist, sömürgeci, yağmacı” olduğunu dile getirdiği; “bunak ve çürümüş burjuvazinin dünyayı paylaşma ve ‘küçük’ ulusları köleleştirme amacıyla” yürüttüğünü sürekli vurguladığı “Büyük Savaş” olarak anılan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı üçüncü yılını geride bıraktığında ortaya çıkan tablo korkunçtu; üç savaş yılı geride yok olan milyonlarca hayat ve devasa bir yıkım bırakmıştı.
Bu yağma savaşının ana aktörlerinden dünyanın en büyük sömürgeci imparatorluğu Britanya’nın savaştaki en önemli hedeflerinden biri, “Doğu Sorunu”nu nihai bir çözüme kavuşturmak, Osmanlı’nın bugün Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyadaki uzun süreli egemenliğine son verip, bu coğrafyayı kendi jeo-stratejik ihtiyaçları ve askeri-politik öncelikleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmekti. Bu hedefini gerçekleştirebilmek için, “Büyük Savaş”ta Ortadoğu’ya bir milyondan fazla asker çıkarmıştı. Osmanlı varlığını Ortadoğu’dan söküp atmak ve kendi varlığına en uygun koşulları oluşturmak için Mezopotamya’dan Filistin’e büyük askeri operasyonlar düzenliyordu.
İşte bu mahşer günlerinin birinde 2 Kasım 1917’de, Britanya Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Avrupa’nın en büyük banker ailesine mensup Walter Rothschild’in Londra’da Piccadily 148 numarada bulunan evine daha sonra “Balfour Deklarasyonu” olarak anılacak ve 20. yüzyılın en önemli politik belgelerinden biri olarak kabul edilecek o kısacık metni gönderdi:
Saygıdeğer Lord Rothschild, majestelerinin hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım.
Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt oluşturulmasını uygun bulur ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır, Filistin’de bulunan Yahudi olmayan halkların sivil ve dini haklarına ya da Yahudilerin başka bir ülkede sahip oldukları politik statülerine ve haklarına zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır.
Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonu’nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım.
Bir hafta sonra basın aracılığıyla dünyaya duyurulan deklarasyon, Filistin’de sömürgeci Siyonist devletin kurulma sürecinin en önemli kilometre taşlarından biriydi. Filistin halkını köleleştirmeyi hedefleyen sömürgeci işgale giden yolun taşları döşenmeye başlıyordu.
Balfour Deklarasyonu’nun 100. yılı vesilesiyle Haaretz’e yazan İsrailli muhalif yazar Gideon Levy durumu, “Daha önce böyle bir şey olmamıştı: Bir imparatorluk henüz ele geçirmediği bir toprağı üzerinde yaşayan insanlara sormadan, o topraklarda yaşamayan başka insanlara söz vermişti” şeklinde ortaya koyuyor. (Balfour’s Original Sin, Oct 28)
Levy çok haklı; deklarasyon dolaşıma girdiğinde İngilizlerin Ortadoğu’daki askeri operasyonları devam etmekteydi, henüz tüm Filistin’i ele geçirmemişlerdi. Kudüs’ü deklarasyonun dolaşıma girmesinden bir ay sonra ele geçirdiler. Çok zaman geçmeden ABD, Fransa ve İtalya gibi emperyalist devletler de deklarasyona desteklerini açıkladılar.
Dönemin önemli emperyalist merkezleri Filistin’in savaş sonrasında İngiliz kontrolünde ve Siyonist talepler doğrultusunda şekillendirilmesini kabul etmişti. İngilizler aslında 1916 Mayıs’ında son şekli verilen gizli Sykes-Picot Anlaşması’nda Filistin’e özel bir statü tanıma ve Filistin’de ortak bir yönetim kurma konusunda Fransa’yla uzlaşmışlardı, ancak 1917 sonbaharı ve kışında Filistin’i ele geçirirlerken yanlarında tek bir Fransız askeri bile yoktu. Koşullar değişmişti…
Balfour Deklarasyonu’yla Siyonistlere sunulacak taahhüt Britanya hükümetinin savaş kabinesinde tartışılmış ve uygun bulunmuştu. Metni okuyan kabine üyesi Lord Curzon kabine arkadaşlarına, “Filistin’i yaklaşık 1500 yıldan beri işgal altında tutan ve çoğunluğu Müslüman olan Suriye Arapları ne olacak”, “Bu kadar Yahudi Filistin’e nasıl götürülecek?” sorularını sormuş ve bu insanların Yahudi göçmenlere verilmek üzere topraklarına el konulmasından ya da bu göçmenlere sadece oduncu veya saka olarak hizmet etmekten mutluluk duymayacaklarını belirterek çekincelerini ortaya koymuştu, ama savaş kabinesinin Curzon dışındaki üyeleri güçlü bir Siyonist nüfuz altındaydı, Britanya hükümeti ağır savaş harcamaları nedeniyle Amerikan kredilerine muhtaçtı ve kredilere ulaşmanın yolunun Siyonist nüfuzdan geçtiğine inanıyorlardı, Curzon ikna edildi.
Lord Curzon’un sorusu çok esaslı bir meseleye dikkat çekiyordu, bir İsrailli tarihçi olan Ilan Pappe’nin sunduğu verilere göre, Haziran 1922’de Filistin’de kurulan İngiliz Manda Yönetimi bölgenin toplam nüfusunu dinsel kimliklerine göre sınıflandırmıştı, buna göre bölge nüfusunun dağılımı şöyle idi: “650.000 Müslüman, 80.000 Hristiyan ve yerel Yahudi milleti ve Siyonist yerleşimciler de dahil olmak üzere 60.000 Yahudi.”
Kimi kaynaklarda rakamlarda ufak oynamalar var, ama gerçek nüfus dağılımı aşağı yukarı böyleydi…
Emperyalizmin askeri, politik ve finansal gücüyle desteklenen Siyonist ideolojiye göre, asırlardır kendi yurtlarında yaşamakta olan Filistin halkı işgalci, Filistin’e taşınmaya başlayan kuşaklar boyunca başka coğrafyalarda yaşamış yeni yerleşimciler antik topraklarda “kökü asırlarca geriye giden bir geleneği”n temsilcileri idiler. İşte Filistin halkının 100 yıl boyunca devam edecek katliam, savaş, baskı, aşağılanma, yoksulluk ve göçle örülecek felaketi böyle bir emperyalist hamleyle başlamıştı. Gerçek olan, Britanya emperyalizminin vazgeçilmez jeo-stratejik hedefleri ve bu hedefler için kullanacağı çok istekli, coşkulu ve kullanışlı bir vekil gücün varlığıydı.
Balfour Deklarasyonu, Siyonist hareketin kendi hedefleri doğrultusunda daha güçlü adımlar atmasının itici gücü olurken, Filistin halkının harekete geçmesine de yol açmıştı. Deklarasyonun duyulmasının ardından deklarasyona karşı ortak bir davranış geliştirmek isteyen Filistinliler Yafa, Hayfa ve Kudüs’te gazeteler yayımlamaya başladılar. Bu gelişmelerden hız alan bir ilk gerçekleşti ve Filistin’in ilk politik partisi “Hıristiyan-Müslüman Birliği” kuruldu. Deklarasyonun birinci yıldönümü ulusal protesto günü olarak ilan edildi ve protestolara kol kola girmiş binlerce Müslüman ve Hristiyan Filistinli katıldı.
Deklarasyon, Siyonist hareketin hızla harekete geçmesini sağlamıştı çünkü emperyalist güçlerin aktif katılımı olmadan Avrupa merkezli böyle bir projenin gerçekleşmesi mümkün değildi. Bunu en iyi Siyonist şefler biliyor, tarihin artık onlar için akmaya başladığına inanıyorlardı. Deklarasyonun tarihsel önemi de buradaydı; Yahudi halkı içinden çıkmış ırkçı-yayılmacı eğilimlere sahip bir grubun ideolojisi olan Siyonizm ve onun gerici hedefleri, ezilen Yahudi halkına “bir ulusal yurt yaratma” gerekçesiyle meşrulaştırılıyor, emperyalist yayılma ve sömürgeci bir işgal bu şekilde haklı kılınmaya çalışılıyordu.
Siyonizmin dünyaya Yahudi halkının kurtuluş ideolojisi olarak sunulmasında Balfour Deklarasyonu çok önemli bir işleve sahip olmuştu. Oysa o dönem Filistin’de ve dünyanın başka köşelerinde yaşamakta olan Yahudilerin içinde farklı yaklaşımlara sahip olanlar vardı. Siyonist hareket Yahudi halkını değil, sadece onun içindeki etkili bir grubu temsil ediyordu. İsrailli bilim insanları Hillen Cohen ve Yuvel Evri’nin yenilerde bir tarih çalışmasında ortaya koydukları gibi, o dönem Kudüs’ün önde gelen Yahudi ailelerinden birine mensup olan Yosef Castel, deklarasyondan dört yıl sonra deklarasyonun düzeltilmesi gerektiğini düşünerek yeni bir versiyonunu hazırlamış, bu versiyonda “Filistin, Yahudi ve Arapların ortak vatanı” olarak tanımlanmıştı. (Ofer Aderet, The Jews in Pre-state Israel Who Called for a Binational State, Haartez, Oct 30)
Castel şöyle yazmıştı:
Taraflar aynı toprak parçası için birbiriyle kavga ediyor. Tarihsel bir gereklilik olarak her ikisi birlikte yaşamak ve kendi tarihsel yurtlarını aynı toprak üzerinde barışçıl bir biçimde birlikte oluşturmak zorundalar. Tek devlet içinde var olmak kaderleri.
Cohen ve Evri, Castel’in deklarasyonunun Filistin’i iki halkın ortak toprağı olarak sunarak Siyonist söylem ve tarih yazımındaki kabul edilmiş tabuları yıktığını ifade ediyor. Castel, Balfour Deklarasyonu’nu Arapları dehşete düşürdüğü için, Araplar ve Yahudiler arasında oluşacak işbirliğinin önündeki en büyük engel olarak görüyordu ve deklarasyonun, Filistin’i iki halkın ortak vatanı olarak tanımlayacak şekilde değiştirilmesi gerektiğini düşünüyordu.
1919 yılında Britanya hükümetine konuya ilişkin bir memorandum veren Balfour ise adeta Castel’e yanıt veriyordu:
Dört büyük devlet, Siyonizme taahhütte bulundu ve Siyonizm, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, kökü asırlarca geriye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700 bin Arap’ın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.
Filistin’de yaşayan Yahudilerin değil, Balfour gibi Siyonist şeflerin istedikleri oldu. Yüz yıl sonra deklarasyonu ve sonrasında yaşananları değerlendiren İsrailli yazar Ofer Aderet Cohen’e, “Eğer Castel’in istediği gibi olsaydı, Filistin Yahudiler ve Arapların ortak vatanı olarak kabul edilseydi, Arap tepkisi farklı olur muydu, yüzyıl başka türlü yaşanır mıydı?” sorusunu soruyor.
Cohen’in bu soruyu yanıtlarken gündeme getirdiği bir başka ilginç örnek, yine Filistin’de yaşamakta olan ve dinsel liderler yetiştiren bir Yahudi ailenin çocuğu olan Haim Ben Kiki. Kiki duyulmasından itibaren deklarasyona karşı çıkmış, deklarasyonu Avrupa çıkarlarını ve kültürünü bölgeye empoze etmek isteyen sömürgeci bir proje olarak tanımlamış. Bu görüşlerini Doar Hayom adlı gazetede ifade etmiş. Hayom, Sefarad toplumunun Ortadoğu’da kendini evinde hissettiğini, empoze edilmeye çalışılanın ise Arap ve Yahudilere aynı ölçüde yabancı olduğunu vurgulamış. Kuşaklar boyunca bir arada yaşamanın sonucu olarak Araplarla ortak bir ruha sahip olduklarını ifade etmiş.
Gideon Levy, “Araplara yönelik ayrımcılığın kurumsallaştırılması ve Filistin’in işgali deklarasyonun doğrudan ürünüydü, bunun yüzyıl sürmesine niyet etmiş olmasa dahi İngiliz sömürgeciliği, İsrail sömürgeciliğinin yolunu hazırladı” diyor ve Levy’e göre, Balfour bugün yaşasaydı, bu ülkede Yahudilerin haklara sahip olabileceğini, Arapların aynı haklara sahip olamayacağını savunan İsrail aşırı sağı içinde kendini çok rahat hissedecekti.
Balfour bugün yaşamıyor, ancak İngiliz emperyalizmi 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki cüssesini ve gücünü kaybetmiş olsa da en canlı haliyle halen yaşıyor. Öyle ki, İngiltere Başbakanı Theresa May konuyla ilgili açıklamasında son derece rahat, “İsrail devletinin kurulmasında sahip olduğumuz rolden dolayı gurur duyuyoruz ve kesinlikle deklarasyonun 100. yılını gururla kutlayacağız” diyor. Deklarasyonun 100. yılını kutlama hazırlıkları kapsamında, İsrail Başbakanı Binyanim Netanyahu’nun, May’in davetlisi olarak 2 Kasım’da Londra’da olması bekleniyor. May bu sözleri, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Balfour Deklarasyonu’nun 100. yıldönümünü kutlamaya hazırlanmak yerine Filistinlilerden özür dileme çağrısında bulunarak kutlama planlarını kınamasının ardından söylüyor.
Telegraph gazetesine konuyla ilgili bir yazı yazan İngiltere Dışişleri Bakanı Johnson yüz yıllık öykü tüm yönleriyle ortada olmasına rağmen deklarasyonun, “tartışmasız ahlaki bir amaç: acı çektirilen insanlara güvenli ve tehlikesiz bir vatan sağlama”yı hedeflediğini, bunun “bu büyük ulusun yaratılması için gerekli” olduğunu iddia ediyor. Britanya’nın İsrail’in yaratılmasındaki rolünden duyduğu gururu dile getiriyor.
İngiliz emperyalizminin en yetkili isimlerinin bu açık ifadeleri ve tutumları sömürgeciliğin 21. yüzyılda kanlı, canlı ayakta olduğunu, emperyalizm ve Siyonizmin tarihsel ve güncel ortaklığını gözler önüne seriyor. İngiliz ve İsrail yetkililerinin Londra’da birlikte yiyeceği 100. yıl kutlama yemeğine katılmayacağını açıklayan İngiliz İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn bu tutumuyla yerinin Filistin halkının yanı olduğunu gösteriyor ve emperyalizm ile Siyonizm ortaklığına karşı solun Filistin halkının mücadelesiyle olan tarihsel ve güncel ortaklığını ortaya koymuş oluyor.
10 Kasım 1975 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Siyonizm’in “ırkçılık ve ırk ayrımcılığı” olduğuna dair 3379 sayılı kararı kabul etti. O dönem Sovyetler Birliği’nin ağırlığını koyması ve tüm dünyada ilerici, devrimci güçlerin desteklemesiyle alınan bu karara ABD ve Avrupalı emperyalistler karşı çıktılar. Dönemin politik koşullarında, Siyonist İsrail, ırkçı Güney Afrika devleti, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin en sağlam uluslararası partnerleriydi.
Filistin halkının sömürgeci işgalle boyunduruk altına alınmasından itibaren Filistin halkının yanında en kararlı duran, Filistin halkının mücadelesine en esaslı desteği veren hep uluslararası sosyalist hareket oldu. Komünist Enternasyonal, İkinci Dünya Kongresi’nde Milliyetler ve Sömürge Sorununa İlişkin İlkelerin formüle edildiği belgede 28 Temmuz 1920’de mesele sınıfsal temelleriyle şu biçimde ele alınmıştı:
Bir ulusun burjuvazisinin, emperyalizmle ittifak kurarak ezilen ulusun çalışan sınıflarına karşı çabalarını birleştirmeleri konusunda çarpıcı bir örnek, Siyonistlerin yarattığı Filistin olayıdır (Siyonizm’in Filistin’de bir Yahudi devleti yaratma örtüsü altında, Yahudi emekçilerin küçük bir azınlık oluşturduğu Filistin’in Arap işçi topluluğunu İngiltere’nin sömürüsüne sunması). Bugünkü uluslararası koşullarda, bağımlı ve zayıf uluslar için Sovyet cumhuriyetleriyle ittifaktan başka kurtuluş yolu yoktur.
Komünist Enternasyonal’in, ezilen ve sömürülen Doğu Halklarının Enternasyonal bir örgütlenmede bir araya getirilmesi amacıyla topladığı “Doğu Halkları Kurultayı” metninde 20 Aralık 1920’de mesele şu şekilde ortaya konulmuştu:
Dünyanın yarısının fatihi ve efendisi olan İngiliz hükümeti, savaşa girmesine sebep olan hedefleri -bütün Asya ülkeleri üzerindeki egemenliğini pekiştirmek ve en nihayet bütün Doğu halklarını kölesi yapmak-gerçekleştirmeye girişti.
Kimseyi umursamayan ve kimseden korkusu olmayan İngiliz devletinin tepesindeki bir avuç açgözlü banker-kapitalist cuntası, utanmazca ve bağıra bağıra Doğu ülkelerinin köylülerini ve işçilerini köleye çevirmek için ellerini ovuşturuyorlar…
İngiltere Filistin’e ne yaptı biliyor musunuz? Önce İngiliz-Yahudi kapitalistlerin hesabına Arapları topraklarından sürüp, boşalan yerleri Yahudi yerleşimcilerin iskanına açtılar; ardından, yönetimi tek başına ele alma gayesiyle, öfkeleri dinsin diye Arapları aynı Yahudi yerleşimcilere karşı kışkırtarak, aralarına kin ve nefret tohumları ektikleri iki cemaati birden güçten düşürdüler…
“Doğu Halkları Kurultayı” belgesinde ve uluslararası sosyalist hareketin yaklaşımında meselenin özü son derece açık biçimde ortaya konuluyor, Filistin halkının kurtuluşunun da bir parçası olduğu, “Doğu halklarını kurtarmanın, insanoğlunun ezenle ezilen olarak ikiye bölünmüşlüğünü sona erdirmenin, dillerine, renklerine, dinlerine bakılmaksızın tüm halkları ve ırkları tam bir eşitliğe kavuşturmanın cihadı” ile mümkün olacağı vurgulanıyordu.
Kurultayda Doğu halklarına “Ülkelerin ileri ve geri, bağımsız ve bağımlı, metropol ve sömürge olarak bölünmüşlüklerine son vermek için”, “insanoğlunu kapitalist ve emperyalist kölelik boyunduruğundan kurtarmak için, bir halkın diğerine baskısına, insanın insanı her türlü sömürüsüne son vermek için” mücadele çağrısı yapılıyordu.
Balfour Deklarasyonu’ndan 100 yıl sonra, Filistin halkının yaşadığı felaket devam ediyor. Emperyalist-kapitalizme karşı yüzyıl başında yükseltilen mücadele çağrıları da günümüz koşullarında canlılığından hiçbir şey kaybetmiş değil. Büyüyen eşitsizliğin, artan sömürünün, zincirlerinden boşalan emperyalist saldırganlığın dünyasında 100 yıl önceki çağrı tüm anlam ve önemini korumaya, ezilen halklara ve sömürülen emekçilere yol göstermeye devam ediyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.