Trump her ne kadar kesinlikle nevi şahsına münhasır bir kişilik ise de, esasen, ekonomik krizin yarattığı ortama karşı küresel sahnede beliren ve Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın da dahil olduğu pek çok “popülist” sağcı liderden biridir
Trump her ne kadar kesinlikle nevi şahsına münhasır bir kişilik ise de, esasen, ekonomik krizin yarattığı ortama karşı küresel sahnede beliren ve Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın da dahil olduğu pek çok “popülist” sağcı liderden biridir
ABD Başkanı Trump’ın kendi seçim kampanyası vaatlerini ne ölçüde hükümet politikaları haline getirebileceğini, aslında makamında fiilen ne kadar daha yerini koruyabileceğini söylemek için henüz çok erken. [Yazı Kasım 2016’da kaleme alınmıştır, ancak yürütülen tartışma güncelliğini korumaktadır; – Sendika.Org’un notu.] Fakat Trump’ın seçilmesinden sonra, öfke, endişe ve umutsuzluk ifade eden gösteriler günden güne Birleşik Devletler’in dört bir yanına sıçradı.
Dahası, iktidardaki Trump ve yönetiminin protestoları kışkırtacak şeyler yapmaya ve söylemeye devam edeceğine de kuşku yok. ABD’deki insanlar, önümüzdeki en az dört yıl boyunca, düzenli olarak ve kalabalık şekilde hükümete karşı yürüyüşler ve gösteriler gerçekleştirecek. Çevreye yönelik tehditlere karşı protestolar nasıl kaçınılmaz biçimde acil hale gelecekse, renkli derili insanlara, kadınlara, LGBTQ kesimlere, göçmenlere, çeşitli alanlardan işçilere, yoksullara –liste böyle uzar gider– karşı genelleşmiş şiddet atmosferi de aynı ölçüde söz konusu olacak.
Gelgelelim, toplumsal hareketler açısından potansiyel tehlikelerden biri, protestonun ötesine geçmeyen aktivizmdir. Kuşkusuz protestolar bir şehirde hayatı durma noktasına getirebilir, hükümetin eylemlerini geçici olarak engelleyebilir ve hatta siyasal alternatifler için alanlar açmada kritik bir rol oynayabilir. Fakat protesto, kalıcı toplumsal dönüşüm yaratmak açısından kendi başına asla yeterli değildir.
Trump’ın başkanlığının önemi ve dahası, ona karşı protestoları yükseltmenin kilit noktaları, bize göre, küresel bir bağlama yerleştirildiğinde daha açık hale gelecektir. O halde, toplumsal hareketlere ilişkin sorulara geri dönmeden önce, Trump hükümetinin dahil olacağı küresel bağlamın temel koşullarının bazılarını burada çerçevelendirelim.
Trump her ne kadar kesinlikle nevi şahsına münhasır bir kişilik ise de, esasen, ekonomik krizin yarattığı ortama karşı küresel sahnede beliren ve Rusya’da Putin’in, Hindistan’da Narenda Modi’nin, Mısır’da General El Sisi’nin, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın, Macaristan’da Viktor Orbán’ın, Filipinler’de Rodrigo Duterte’nin, Brezilya’da Michel Temer’in, Arjantin’de Mauricio Macri’nin ve muhtemelen çok yakında Avusturya’da Norbert Hofer’in ve Fransa’da Marine Le Pen’in de dahil olduğu pek çok “popülist” sağcı liderden biridir.
Bu saydıklarımız açıkçası heterojen bir grup ve burada toptancı sayılabilecek bir biçimde kullandığımız “popülizm” etiketi daha geniş bir eleştirel incelemeyi hak ediyor. Fakat bu sağcı kişilikler, pek çok ortak özelliği paylaşıyorlar. Bunların hepsi, ekonomik ve toplumsal rahatsızlığa bir çözüm olarak neoliberalizm ile milliyetçiliğin bir birleşimini vadediyorlar. Bunların çoğu, aynı zamanda -başka zamanlarda, örneğin 2001’de Arjantin’de ve 2011’de İspanya’da sol tarafından etkin biçimde seferber edilmiş bir duyarlılık olarak- bütün siyasetçi sınıfına karşı yaygın bir nefreti ve siyasi düzene yönelik itaatsizliği Sağ için seferber etmeyi başarıyor.
Yine, bu sağcı liderlerin ve siyasi güçlerin pek çoğu, [bu seferberliklere], göçmenlere karşı kitlesel sürgün tehdidi, ırksal saflığı ulusal ait bir meşruluk koşulu sayma, siyasi muhalifleri hapse tıkmak ve bastırmak adına normal yasal prosedürlerin askıya alınması, bağımsız basına yönelik saldırılar ve LGBTQ kesimlere, renkli derili insanlara, kadınlara ve diğerlerine karşı bir terör atmosferi yaratma gibi faşizmin birtakım geleneksel karakteristikleri de ekliyor.
Bu sağcı “popülizmler”in yükselişi, bu ülkelerin hepsinde, standart siyasal yönetim rasyonalitelerinin altını oymanın yanı sıra, sıklıkla, örneğin hükümetlerin (bütçe onaylama, adayları belirleme gibi) temel geleneksel işlevlerini engelleyerek çok derin bir kurumsal krizi şiddetlendirmektedir. Yine, 2007 yılında başlayan ekonomik kriz de bütün bu gidişatı kolaylaştıran ve hızlandıran bir kuluçka olarak işlev görmüştür.
Trump’ın kampanya stratejileri başarısını ve destekçilerinin motivasyon kaynaklarını –ne kadarının ırksal hırs tarafından, ne kadarının “küreselleşmenin kaybedenleri”nin ve düşüşteki endüstriyel işçi sınıfının ekonomik korkuları tarafından, ne kadarının imal edilmiş toplumsal panik tarafından vs. harekete geçirildiğini– ayrıntısıyla açıklayan çalışmalar ilerleyen aylarda (ve yıllarda) ortaya çıkacaktır. Bu soruların önemi inkâr edilemez fakat bizim burada temelde işaret etmek istediğimiz şey, küresel bir bakış açısından hareket edildiğinde, Trump’ın seçilmesinin bir istisna olmadığı, belirgin (ve korkutucu) bir eğilim ile doğrudan uyumlu olduğudur.
Trump’ın seçilmesinin mevcut küresel düzenin bu yeni ortaya çıkan görünümü ile açık biçimde uyumlu olduğu gerçeği, onun ayrılıkçı ve küreselleşmenin güçlerine karşı duran retoriği tarafından gizlenmektedir –ki bu da aynı sağcı küresel eğilimin bir parçasıdır. Trump’ın ABD’nin dünya hegemonyasının yeni dönemdeki krizine denk düşen ilan edilmiş stratejisi, bir geri çekilmeye işaret ediyor ve onun “Amerika’yı yeniden büyük yapalım” sloganı da George W. Bush’un hegemonik bir rolü sürdürmekte ve yeniden yaratmanın peşine düşen ve başarısız olan askeri tek taraflılık stratejisinden başlayan yelpazenin tam ters ucunda yer alıyor gibi görünmektedir. (Trump, şu ya da bu düşmanı bombalayacağını ilan ederek askeri kabadayılık kasılmaları gösterdiğinde bile, bunda hegemonik bir konumu yeniden yaratma amacı yoktur.)
Trump’ın seçilmesi, bu anlamda, Sağ’ın, bir “Önce Amerika” stratejisiyle tatmin olduğunu ilan ederek ABD küresel hegemonyasını kaybetmesine karşılık bir ödünü olarak okunabilecektir. Fakat bugün söz konusu olan ABD korumacılığı ve kendini dışa kapatma politikası, aslında, ABD’nin uluslararası hiyerarşiler dahilinde hakim bir konum elde etmeye yönelik heves ettiği dönem olan 20. yüzyılın başlangıcındaki konumuyla çok az benzerlik taşımaktadır. İşin aslı, bizim tahmin ettiğimiz şey, Trump’ın kampanyasındaki açıklamalara karşın, ABD dış politikasının geri çekilmeyeceği, yumuşak güç ile militarizmin bazı kombinasyonlarını uygulamaya devam edeceğidir.
Bu konuda Brexit ile bir karşılaştırma yapmak bize yardımcı olabilir: Sadece Britanya’nın Avrupa’dan gerçekten çekilmesi nedeniyle değil, aksine, göçmenlerin akışını yöneterek ve Şehrin hakim finansal rolünü üstlenmeyi sürdürerek, bir ayağını Avrupa pazarında tutmak adına yeni ve daha uygun koşullar arayacak olması nedeniyle de –ki bunlar, kuşkusuz, özellikle Almanya ile zorlu müzakerelere bağlı olacak olan hedeflerdir. (Yine, Trump’ın seçilmesinin bu senaryoyu nasıl değiştireceği de görülecektir.)
Yekten şunu söyleyebiliriz: Hem Birleşik Krallık’ta hem de ABD’de, milliyetçilik ile neoliberalizm bir sağcı popülizm çekirdeği etrafında bir araya getirildiğinde, bu ikisi arasında bir tür kurban pazarlığı –iki tarafın birbirine ödünler verdiği sıkı pazarlık– kaçınılmazdır ve bizim tahminimiz, neoliberalizmin –milliyetçi dışa kapalılık onun çıkarları doğrultusunda esnemek durumunda kalacağından– her zaman eninde sonunda baskın çıkacağıdır. Trump hükümetinin, yerküre üzerinde yeni ya da farklı bir hegemonik role dönük hareket ederken, nasıl ve ne türden bir başarı göstererek “Amerika’yı yeniden büyük yapma”yı tasarladığı sorusu ise, yanıtı ancak gelecek yıllarda açık hale gelecek bir başka sorudur.
Trump’ın bir hakim küresel örüntüde ne kadar yer aldığını vurgularken, trajediyi küçümsemeye, sanki ABD’deki insanlara “Bakın, durum o kadar da kötü değil, başkaları da benzer şeylerden mustarip” demeye niyet etmiyoruz. Hayır, aksine bu türden yanıtlar felaketi daha da beter hale getirir. Trump’ın seçilmesi, başka yerlerde de benzer gelişmeleri büyük ölçüde cesaretlendirmiştir. Biz bunun yerine, öncelikle, Trump’ın seçilmesini küresel bağlam dahilinde okumakla, bunun gelecek yıllarda toplumsal hareketler açısından ne anlama geldiğiyle ilgileniyoruz. Toplumsal hareketler tarafından geliştirilmek zorunda olduğu iki ifade ekseninin varlığı açık görünmektedir bu bunlardan ikisi de yeni değildir.
Birincisi, farklı hareketler arasında yaygın koalisyon bağları zorunludur. Bunu söylemekle, hareketlerin birtakım merkezi liderlikler altında bir araya gelmesi ya da hatta aynı gündemi kabul etmeleri gerektiğini söylemiş olmuyoruz. Hayır, birleşik bir mücadele hattını dayatan merkezi parti yapılarına geri dönmek, bugün ne arzu edilir ne de uygulanabilir bir şeydir – ve aslında, eğer sol partiler bu türden bir koalisyon siyasetinde olumlu bir rol oynayacaklarsa, parti-formunun kendisi derinden dönüştürülmek ve yenilenmek durumundadır. ([Britanya’daki] Bernie Sanders kampanyasının ne ölçüde bu yönde bir girişim olduğu ve bu deneyimin ileriye dönük olarak ne anlama geldiği meseleleri, araştırılmak açısından önemli birer başlıktır.)
Birlik ve merkezileşme yerine gerçekçi olan, yatay ilişkileri birlikte örme süreci ve kesimler-arası analiz üzerinden görünürleşecek ittifaklardır. Bir çokluk, bu yatay, koalisyon-eksenli bağların birikmesi ve yeniden yürürlüğe konmasıyla birlikte ortaya çıkmaya ve güç kazanmaya başlar. Kesimler-arası bilinçten ve koalisyon pratiğinden doğru gelişen biraradalık türlerine ilişkin sayısız ipucu, bugün ABD’de var olan hareketlerde bulunabilir: Standing Rock boru hattı meselesinde, iklim değişikliğine karşı harekete geçmek ve yerli haklarını savunmak birbiriyle ayrılmaz biçimde bağlantılı hale gelmiştir; asgari ücretin arttırılmasına yönelik kampanyalar göçmen topluluklarının sınırlarını aşmış ve ırkçılık karşıtı mücadele ile iç içe geçmiştir; Black Lives Matter protestolarının güçlü kesimleri ve daha da açık biçimde Movement for Black Lives Hareketi platformu, toplumsal cinsiyette, cinsiyette ve ekonomide adaletin ırksal adalet için zorunlu olduğunu teşhir etmiştir; ve 2011 Occupy hareketinin pek çok bileşeni –en başta Oakland’da olmak üzere bazı başarılar kazanarak– ırk meselesini toplumsal eşitsizliğe dönük protestoların merkezi bir unsuru kılmaya çalışmıştır.
Bu mevcut örnekler, gerçekte, farklı protesto hareketlerinden doğru yaratılmak zorunda olan koalisyon-eksenli bağlantıların embriyonik –fakat güç kazanması muhtemel– birer örneğidirler. Zorunlu olan şey, yine ABD tarihinde– sınıf siyaseti ile deri rengi ayrımcılığına karşı yürütülen mücadeleler arasında köprüler kurmak ve bu köprüleri güçlendirmektir. Yine, Trump’ın kitlesel sürgün tehditlerine karşı, Mayıs 2006’nın büyük göçmen hareketinin mirası, Latin ve diğer “azınlık” topluluklarını şekillendiren gündelik “yaşantı siyaseti” ile bağlantı kurularak yeniden etkin hale getirilmek durumundadır. Sonuç olarak, protestoyu bir meseleye dönüştürmek için, ortak bir gündemin ya da çerçevenin unsurları takip edilmelidir fakat koalisyon-eksenli birikim süreci de bu yönde bir adımdır.
İkinci eksen, hareketlerin daha da geniş bir ölçekte ilişkiler oluşturmasını gerektirmektedir. Avrupa’da ırkçı sağcı güçlerle birlikte neoliberalizmin dinamiklerine, ulus-devletin sınırları dahilinde değil, ancak ulusal çerçevenin ötesinde bağlantılar inşa ederek etkin biçimde karşı konulabildiği geçtiğimiz yıllarda açık hale gelmiştir. Her ne kadar Avrupa’nın yönetici düzeni her anlamda kuşku götürmez biçimde neoliberal ise de, buna ulusal sınırları ve ulusal egemenliği olumlamak üzerinden kafa tutma çabaları sadece tehlikeli değil, aynı zamanda yenilgiye de mahkûmdur. 2005 yılındaki Avrupa Referandumu üzerine Fransız referandumuna karşı çıkarken, bir neoliberalizm-karşıtı strateji olarak yenilenmiş bir Fransız [ulusal] egemenliğinden medet ummak, bu türden yanılsamalara bir örnektir ve neoliberalizm-karşıtlığı adına Brexit’i destekleyen bazı kesimler ise daha aşırı bir örneği oluşturur. Avrupa’nın yönetici düzenine meydan okumanın ve muhtemel demokratik alternatifleri keşfetmenin yegâne ilerici yolu, ulusal düzeyin ötesine bakmaktan geçer Democracy in Europe Movement [Avrupa’da Demokrasi Hareketi – DiEM] bu türden bir çabadır ve taban düzeyinde de ulus-aşırı koalisyon siyasetinin sayısız örneği vardır.
Birleşik Devletler’in siyasal bağlamı, kuşkusuz, Avrupa Birliği’ninkinden oldukça farklıdır ve ölçek de tek tek Avrupa devletlerinden çok daha geniştir fakat bize öyle geliyor ki, özellikle Trump’ın başkan seçilmesine karşı çıkarken de aynı ilke uygulanmaktadır. Tabii bunu söylerken kastımız, Trump’ın küreselleşme-karşıtı duruşuna karşı koymak için, düz bir karşıtlıkla, şirketlerin ticari anlaşmalarının ve benzerlerinin desteklenmesi değildir. Çok da uzak olmayan bir zaman önce, alter-küreselleşme hareketleri, neoliberal düzene hükmeden sayısız kuruma meydan okuyarak ve alternatif deneyim ve mübadele ağları kurmaya başlayarak, aşağıdan küreselleşmeye ilişkin olağanüstü derecede açık seçik ve iyi ifade edilmiş kavramsallaştırmalar geliştirdiler. Porto Alegre ve Bombay’ın yanı sıra Chiapas, Seattle ve Cenova’nın hatıraları, bugünümüzün bir kez daha ele alınması ve yenilenmesi gereken bir tür gizli tarihi olarak canlılıklarını sürdürmektedir.
Kuşkusuz, alter-küreselleşme hareketlerinden edinilen dersleri öne çıkardığımızda, yalnızca, G8, Dünya Bankası ve IMF toplantılarına karşı bir başka zirve protestoları turu atılmasını öneriyor değiliz. Bunun yerine, bu zamanlardaki deneyimlerin hatıralarını 2011’de başlayan kamp kurma eylemleri ve işgaller çevriminin, meydanlar hareketinin prizmasından geçirerek filtrelemek durumundayız. Kamp kurma eylemleri, alter-küreselleşme hareketlerinin göçebeliğinin aksine, yerleşiklerdi ve metropolün acil meseleleri ile derin ve genellikle yoğun biçimde yerel bağlantılar geliştirmişlerdi. Bugün her ikisine de ihtiyacımız var: En yerel meseleleri geniş bağlantılar ile bir araya getiren bakış açıları ve pratikler ile ulusal çerçevenin fazlasıyla ötesine uzanan bilinç.
Bu iki düzey arasında çelişkili bir durum söz konusu değildir: Bizim buradaki bakış açımız, aslında, bugün bu ikisinin bir diğeri olmaksızın etkin biçimde işletilemeyeceğidir. ABD’de renkli derili insanların ve göçmenlerin maruz kaldığı şiddete ve hapsedilmelere karşı mücadeleler, Brezilya’daki, Avrupa’daki ve diğer yerlerdeki benzer süreçler ile bağlantıları görebilen ve ittifaklar kurabilen genişletilmiş bir siyasal bilinç eliyle zenginleştirilmek ve güçlendirilmek durumundadır. Arjantin’deki ve Polonya’daki kadına karşı şiddete ve kürtaj hakkının aşındırılmasına karşı duran hareketler ile ilişkiler kurmak, Kuzey Amerika’daki ve Batı Avrupa’daki feminist hareketlere de canlılık kazandıracaktır. Yine, New York’taki ve Paris’teki yoksulların hareketlerinin, Kalküta’daki ve Durban’daki gündelik direniş ve öz-örgütlenme pratiklerinden öğreneceği çok şey olacaktır. Bu isteklerimiz, ABD’deki ve diğer ülkelerdeki aktivistlerin zaten işleri başlarından aşkınken onlardan çok fazla şey istemek gibi mi görünüyor? Küresel ve uluslararası bağlantılar, sadece fazladan zaman ve enerji olduğunda gerçekleştirilecek bir eklenti olarak değil, olmazsa olmaz bir temel olarak görülmelidir.
Bu anlamda, evet, Trump hükümetinin rezil şeyler yaptığı ya da söylediği her seferde, protesto için sokaklara çıkın – ve yanınıza arkadaşlarınızı, ailenizi ve bulabildiğiniz herkesi alın. Bunun için pek çok fırsat olacak. Fakat protestoların arkasında, hem yatay –yani, kesimler-arası ve farklı hareketleri kat eden bir koalisyon dahilinde– hem de dikey olarak yayılan, dünyanın dört bir yanındaki hareketler ile ilişkiler ve ittifaklar oluşturmak üzere yerel olanın ve hatta ulusal olanın ötesine geçen karmaşık bir ilişkiler ağı olmak zorundadır. Sonunda birbirinden ayrı duran pek çok protestoyu toplumsal dönüşüme yönelik etkin ve kalıcı bir projeye dönüştürmek için yegane geçerli temel de budur.
16 Kasım 2016
Michael Hardt
Michael Hardt, siyaset felsefecisi. Duke Üniversitesi Edebiyat kürsüsünde ders vermektedir. En bilinen eserleri, Antonio Negri ile birlikte kaleme aldığı İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik‘tir. Hardt’ın A. Negri ile birlikte yazdığı son kitabı Assembly, 2017 yılında yayımlanmıştır.
Sandro Mezzadra
Sandro Mezzadra, Bologna Üniversitesi’nde siyaset teorisi alanında çalışmaktadır. Euronomade’nin kurucularındandır ve göç, postkolonyal kuram, çağdaş kapitalizm, İtalyan Operaismo hareketi ve otonomcu Marksizm üzerine pek çok yayını vardır. Brett Neilson ile birlikte Border as Method, or the Multiplication of Labor (Duke University Press 2013) kitabını kaleme almıştır. Neilson ile birlikte yazdığı yeni kitabı, The Politics of Operations, 2017 yılı içinde yayımlanacaktır.
[RoarMag’daki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.